Tarihte birçok kırılma noktası vardır, öncesi ve sonrasını birbirinden ayıran fasledici tarih çizgileridir bunlar. 
Batı’da yaşanan Rönesans hareketi de tarihte bir kırılmanın vesilesidir. 
 
O güne kadar kilisenin, Hristiyanlık adına değil, kendi müessesesinin menfaati istikametinde üzerinde tahakküm kurduğu “akıl”, Rönesans ile beraber kiliseden intikamını almıştır. Burada şu hususa da dikkat çekmek istiyorum, Rönesans ile başlayan sürecin düşünürlerinin birçoğu; biz akıl ve deney tarafına geçelim de Hristiyanlığın altını oyup onu tepeleyelim davası gütmemişlerdir. Bunların büyük bir çoğunluğu Hristiyanlığa muhatab yeni bir anlayış, kilisenin tekelinden kurtulmuş bir anlayışı kurabilmenin davasını gütmüşlerdir. Tabiî bu süreç müntehasında onların istediği gibi bir anlayış doğurmadı. 

O dönem ortaya çıkan fikir akımlarından ziyade benim asıl dikkat çekmek istediğim şudur ki, Rönesans, yeni bir anlayış zemini doğurmuştur. Üstad Necib Fazıl’ın Edebiyyat diyerek tarif ettiği mücerred idrak zemini. Ansiklopedilerden düşünürlere, sanatkârlardan mucitlere kadar çok zengin bir şekilde üzerinden verim elde edilen bir zemindir bu ve Batı adamınca İkinci dünya savaşına kadar buradan azamî derecede verim elde edilmiştir. 

İkinci Dünya Savaşı neslinin gitgide yok olması, sonrasında yetişen nesillerin onlar kadar nitelikli olmaması ve asırlardır yenilenemeyen bu idrak zemininin artık verimliliğini kaybetmiş olması neticesinde de bu zemin gitgide kısırlaşmıştır.

Bugün inovasyonlar sayesinde hâlen terakkisi devam ediyormuş algısına kapıldığımız teknolojik terakkinin bile büyük bir bölümü İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmadır. 

Mücerret idrak zemini bu dönemde tüketilmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş ve sonrasındaki tek kutuplu dünya düzeninde de herşeyin metalaştırıldığı süreç neticesinde kimse bu zemini yenileme derdine düşmemiştir.

Bizim kendimizden pay biçecek olursak, Kanunî devri ile beraber aşk ve vecd çığırımızın kapanmasının ardından, biz de İslâm’a Muhatab Anlayış’ı yenileyememiş olmamız dolayısıyla bilhassa Selçuklu devrinden kalma mücerret idrak zeminini tüketmiştik. Sonrasında Cumhuriyetle beraber ne kadar derin bir çukura düştüğümüz ise ortadadır. 

Tekrar dünyaya dönecek olursak

Bir kere şu nitelikli insan bahsine gelelim. Meselâ 1980 senesinde Amerikan istihbaratının bölgemizdeki şefliğini yapan Paul Henze’yi ele alalım. Bu istihbaratçı, 12 dile farklı lehçelerine kadar hâkim, son derece entelektüel bir tip. Ardından onun yerine bu bölgede görev yapmaya başlayan Graham Fuller’i onunla mukayese ettiğimizde bile Batı’daki tekamülün nasıl da tersine dönmüş olduğunu görmek mümkün.

Rönesans’tan itibaren 17., 18. ve 19. yüzyılda büyük düşünürler çıkaran Batı, yine aynı sebeble, yani bu idrak zemininin verimliliğini yitirmesi ve popülizmin her alana hâkim olması neticesinde artık fikir, edebiyat, sanat gibi alanlarda düşünür, edebiyatçı ve ressam yetiştirmemektedir.

Çünkü, artık idealize edilen insan tipini belirleyen kriter, kafa yapısı, fikir, fazilet değil, sahib olduğu yahut olması muhtemel maddî servettir. 

Beğenelim yahut beğenmeyelim, son birkaç asırda, yalnız siyasî planda bile Liberalizm, Marksizm, Kapitalizm gibi büyük akımlar doğurmasını bilmiş Batı adamı, bugün içinde bulunduğu vaziyetin açmazları arasında kaybolmuştur.

Bugünkü dünyanın esas meselesini, “Adalet Mutlak'a" başlıklı konferansta Kumandan Salih Mirzabeyoğlu şu şekilde tarif etmişti; “Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor, ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir, sonra yaptırım hâline getirirsin, müesseseler oluşur.” Günümüz dünyasındaysa tam tersine yaptırımlar konuyor ve bu yaptırımların ahlâklaşması, vicdanî değerler hâline gelmesi bekleniyor. 

Fikir planında ast-üst ilişkisi tersine dönmüş vaziyette. İdeallerin vasıtalaştığı, vasıtaların idealize edildiği bir dönem bu. Dinden ahlâk ve vicdan müesseselerine kadar her şey, belli zümrelerin elinde toplumun diğer kesimlerini kandırmak için kullanılan birer vasıtadan ibaret. Vasıtalık ettiği istikamet nisbetinde değer kazanan şeyler ise ideal muamelesi görüyor. Doğan ruhî boşluk ise insanın nefsi, hayvanî iştiyaklarının tatmini üzerinden ikâme edilmeye çalışılıyor ki, bu da ruhî hastalıkları ferdî plandan çıkarıp, cemiyet planına aksettiriyor. 
 
Rönesans ile beraber bütün değerlerde meydana gelen değer değişimi, müntehasında yaşanmaya değer bir hayata çıkmadı. 
Amerika Komünizm tehlikesine karşı demokrasiler tarafını savunurken bir kıymet arz ediyordu; fakat Kumandan’ın dediği üzere silahlar sustuğu zaman konuşacak birşeyi kalmadı. Bir anda anlaşıldı ki Amerika’nın dünyaya verebileceği hiçbir şey yokmuş, Sovyetlere karşı korumadan başka…

4. Sanayi devrimi gerçekleşiyor. Kumandan ruh ve fikrin cemiyet planında tezahürü, müesseseleşme olmuyor diyordu. Bugün üretim şekillerinde meydana gelen değişim, artık yardımlaşması gereken bir topluma da ihtiyaç duymuyor. 
Peki, topluma yer bırakmayan bir gelecekte, insan kendi varlığının şuuruna nasıl erecek? Öyle ya, insan kendisini içinde bulunduğu cemiyet vasıtasıyla tanıyor. 

Bir insanda veya toplumda öz nizâmını sarsıcı her hareket, ihtilâl belirtir. Bugün adı konulmamış olsa bile kıtalar çapında bir ihtilâl’dir yaşanmakta olan.


Kumandan İHTİLÂL için Ölüm Odası’nda diyor ki; "Nefsin, müsbet ve menfi, ruh ve sair zıd kutupları arasında gerçekleşme kargaşası ve bunun içtimaî tezahürü ki, varılacak gaye inkılâbtır. Herkesin hakikatinin kendisine olması ayrı mesele, ama kâinat çapında bir izahtan gelen NEFS Muhasebesi olmayan yerde, bu kargaşa kendi kendinden ibaret bir fasa-fiso kıymetinde davranıştan başka birşey ifâde etmez." Yani bu mânâda kıymeti olmayan bir ihtilâldir Batıda yaşanan.


Burada şimdi tekrar Bütün Değerlerin Değer Değişimine gelecek olursak…

Rönesans ile başlayan süreç, bu süreçte madde üzerinde kurulan tahakkümden elde edilen göz kamaştırıcı zenginlik ve imkânlar ile buna bakarken gözü kamaşan insanlığın bütün değerlerinin yeniden değiştirilmesi meselesine gelmek istiyorum. 

Batı âleminin teknikte terakki, maddeye nüfuzdan ve diğer ön plana çıkartılan bütün başarılarından ziyade, bana kalırsa, hâkimiyeti istikametindeki en büyük başarısı, dünya çapındaki bütün kavramların içini kendi şuur seviyesine göre doldurmuş olmasıdır. 

Hani bugün Mutlak Fikir bağlısı olduğumuz ve kavramların içini ona göre doldurduğumuz için biz dogmalara inanıyoruz, gericiyiz ya; Allah’ın Mutlak’ları yerine Batı adamının kendi inancı, kendi çıkarı ve kendi şuur seviyesindeki ancak teamül denilebilecek mutlaklara inanınca da ilerici olunuyor hani. 
Neyse, Batı adamı dünya çapında bütün kavramları kendisine göre izah etmesini ve bunu umumileştirmesini bilmiştir.

Fransızların kendilerine beşer zekâsının sekreteri ünvanını yakıştırmalarının vesilelerinden olan ansiklopedicilerden tutun da bugünün Wikipediasına kadar bütün kavramların içi ya Batılılar tarafından bizzat, yahut da onların kontrolünde doldurulmuştur.

Şimdi, kavramları kendi inancı, kültürü ve geleneğine göre dolduramamış olmak zaten başlı başına bir esaret anlamı taşımaz mı? 
Bu kavramların ötesinde tabiî bir de bir tefekkürün temel taşları olan ontoloji (varlık), epistemoloji (bilgi), metedoloji (metot) ve aksiyoloji (ahlâk) için getirilen izahatlar var. İnsan kelimeler ve kavramlar üzerinden düşünür. 

Biz, ister istemez onlar gibi düşünmeye zorlanıyoruz ve bunun neticesi olarak ortaya koyduğumuz iş ve eserler de onların verimi hâline dönüşüyor. Bunlardan da onlar istifâde ediyor, onların verimi hâline geliyor. Hepsinden de önemlisi, biz hakikaten de biz olarak, kendimize ait değerler ile var olamıyoruz. Olsa olsa onların bir parçası olarak hayat sürmeye zorlanıyoruz.

Burada şimdi tekrar kendimize dönecek olursak. Üstad Necib Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ne yapmaya çalıştığının şimdi daha rahat bir şekilde kavranabileceğini zannediyorum.

“Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideâli aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren” Üstad Necib Fazıl ile, Doğu ve Batı’nın irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafına silkeleyerek “Mutlak Fikir” önünde hesaba çekip, bütün dalları tek bir kökte toplayarak “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştiren Kumandan Salih Mirzabeyoğlu.

Burada ortaya çıkan en önemli şey, ki senelerdir Müslümanlar açısından eksikliği hissedilen şey, yeni bir mücerred idrak zemininin ortaya konmuş olmasıdır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, bu sebeble 500 yıldır beklenen mütefekkirdir.

Aslında bir bakıma büyük bir lütuf ile karşı karşıyayız ki, böylesi yepyeni, bâkir ve son derece verimli bir idrak zeminine tevafuk ettik. Rönesansını tamamlamış bir Büyük Doğu-İbda’ya muhatabız, herşeyin başında. Dolayısıyla burada artık bize düşen iki temel kavram olan irfan ve istidlali işletmektir.

İrfan, bilmeyi bilmek. İstidlal ise yapmayı bilmek.

Değerlerin değer değişimi dedik. Bir kere en başta külliyat içinde gömülü bulunan tüm yeni değerleri çıkartmak ve meydan yerine dikmek gibi bir mükellefiyetimiz var. Bunun yolu da külliyattan cümleler paylaşmak değil elbet. İş ve eserle cemiyet meydanına dikilmekten geçiyor. 

Şimdi tekrar başa dönecek olursak, bütün değerleri, kendi dünya görüşümüzün getirmiş olduğu ölçülere göre bir yandan kendimizi kalibre ederek ve eş zamanlı olarak bunları iş ve eserler üzerinden pratik hayata aktararak canlı kılmak gibi bir misyonumuz var. 

Hani yerli ve millî diyorlar ya. Yerli ve millî fikir, eser, icad ancak bu sayede gerçekleşebilir.

Eğer ki biz, kendimizden başlayarak cemiyetimizin şuur seviyesinde, dolayısıyla gerçeklik seviyesinde bir değişim gerçekleştirebilirsek, inkılab da zaten budur. 

Ki, iş burada bitmiyor, Üstad’ın dediği üzere Dünya Bir İnkılab bekliyor, kıtalar çapında ve bunu da bizden bekiyor! 

1.2.2019
Akademya Kültür Evi