15 Temmuz sonrasında en çok kaygılandığımız şey ihtilâl ateşinin pörsümesi ihtimâliydi. Siyasî, iktisadî ve hukukî planda menfî mânâda cereyan eden pek çok hadise bu endişemizi derinleştirmiş olsa da, “şartlar” ihtilâl sürecinin pörsümesine müsaade etmedi. Fırat Kalkanı ve ardından gerçekleştirilen Zeytindalı operasyonları, artık öldü zannedilen ve otopsi masasında parçalanmaya hazırlanılan Anadolu bünyesinin iyileşme emareleriydi. Şimdilerde gerçekleştirilen “Barış Pınarı Harekâtı”ysa Anadolu’nun artık sağlığına kavuşma noktasında oldukça mesafe aldığını, nebatî hayattaki bir hastanın verebileceği reflekslerin ötesinde şuurlu bir şekilde aksiyona giriştiğini göstermektedir. Bir asırdır üzerine Batılılar ve Batıcı rejim eliyle kibrit suyu dökülerek kurutulmak için çabalanan ruh köklerimizin, maruz kalmış olduğu olanca menfiliğe rağmen canlılığını muhafaza etmiş olduğunun deklarasyonudur bu operasyon. Türkiye’nin girişmiş olduğu bu aksiyona karşı, dünya çapındaki köhnemiş düzenin bânisi Batılılar ile Batıcılardan gelen reaksiyon, 15 Temmuz ile beraber tutuşan ihtilâl ateşimize su değil, benzin dökmüştür.

Kaygılarımızla beraber en çok şikâyet ettiğimiz hususlardan biri de Türkiye’nin Anadolu’nun aksiyoner hüviyetinin aksine “re-aksiyoner” bir siyaset izlemesiydi. Barış Pınarı Operasyonu ile beraber Türkiye nihayet bu süreçten de sıyrılmasını bildi ve yeniden aksiyoner kimliğine kavuştu.

Yalancının Siyaseti Yatsıya Kadar…
Yalan dünyanın kaskatı gerçekleriyle yüzleşmekten kaçan için, insanoğlunun tarih boyunca başvurduğu yol yine yalan olagelmiştir. Kimi zaman bir hakikati örtmek, kimi zaman ise olmayan bir imajı üzerine giymek için; ama her zaman hakikatin kendisiyle yüzleşmemek ve acziyeti gizlemek için söylenir. Hakikati örtmek mânâsı itibariyle her bakımdan Müslüman için küfürdür, yalan.

Batı âlemi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teknik ve teknoloji planındaki gelişmeleri ve bu gelişmeler neticesinde dünya çapında meydana gelen sosyal değişimi teshir edecek anlayışı bir türlü ibda edemedi. Siyasî planda inisiyatifi elinden kaçırdığı noktada ise hakikatlerle yüzleşmek yerine yalan bir dünya inşa edip, hegemonyasını bu şekilde muhafaza etmeye kalkıştı.

Demokrasi ve popülizm ile beraber bütün kavramların içinin hayvan mumyalarcasına itinayla boşaltıldığı günümüz dünyasında yalanlar üzerinden bir dünya kurulabilir, mümkündür; fakat hakikatlerinde mutlaka gün yüzüne çıkmak gibi bir huyu vardır, er ya da geç.

Bunlardan niçin mi bahsediyoruz?

“Türkiye Suriye’nin kuzeyinde Kürtlere soykırım yapıyor.”

“Türkiye Suriye’nin kuzeyindeki Kürt ve Hristiyan köylerindeki sivilleri bombalıyor.”

“Türkiye DAEŞ’i destekliyor.”

“Türkiye terörü destekliyor.”

“Dünyanın barışı için kendisini feda etmekten çekinmeyecek derecede iyi kalpli, LGBT savunucusu PKK’lı şirinler, Türkiye isimli Gargamel’in eline geçmek üzere.” falan filan…

Evet, demokrasi… Türkiye’ye karşı mikrofona en üst perdeden konuşanlardan biri olan Amerikalı Senatör Graham’ın, Rus radyocular tarafından işletildiğini duymuşsunuzdur muhakkak. Rus radyocular Türkiye Savunma Bakanı Hulusî Akar’mış gibi Graham’ı telefonla arıyor ve konuşuyorlar. Konuşmaların muhtevası ve tonu akıl, mantık ve nezaket sınırları içinde ve son derece tabiî. Bu insanların manyak olmadığını biliyoruz. O zaman? “E seçimler var, içeriye dönük olarak böyle konuşuyorlar.” diyorlar. Peki ama bu ahlâksızlıktan başka bir şey değil ki. Demokrasi bu mu? Dışarıdakine onun duymak istediklerini söyleyip, sonra dönüp kendi milletine yalan söylemek mi demokrasi? Aslına bakacak olursanız, tam da böyle bir şeydir demokrasi.
Hiç kimse haklı ve hâkim olduğu bir konuda yalana başvurmaz. Yalan söylemek haksız ve mahkûm olanların işidir. Amerika ve Avrupalı siyasîlerin ne kadar çok yalan söylediklerine bakarak, onların eşya ve hadiseler karşısında ne çapta bir acziyet içinde olduklarını, haksız ve mahkûm olduklarını bir çırpıda kavrayabilirsiniz.

Üstad Necib Fazıl’ın 1983 senesindeki bir noktalaması:

“Hakikat yapısını çökertmek dinde yalan / Dünya yalan, olamaz yalan içinde yalan!”

Fetih Suresi
Diyanet İşleri Başkanlığı “Barış Pınarı Harekâtı”nın başladığı sabah namazından önce camilerde Fetih Suresi okutmuş. Tabiî fâsıklar da çıldırmışlar. “Batılılar bunu nasıl anlarlarmış”, “Fetih Suresinde ganimet kelimesi defaatle geçiyormuş” bilmem ne. Bunun tartışmasının yapıldığı programlardan birinde, Nedim Şener, Fetih Suresi’nin okunmasına karşı çıkan bir hanımefendiye, “İsrail’de şu ânda PYD için dua ediyormuş, Fetih Suresini beğenmeyen İsrail’in duasına katılabilir.” diyerek muazzam bir cevab vermişti. Bundan ziyade bizim takıldığımız husus şu ganimet bahsi. Ganimet nedir? Kuru akılcı tipi ile fasık ve imansız için ganimet kelimesinin mânâsı tabiî olarak maddî maldır. Oysa ki Müslüman’ın cihad müessesinin işletilmesi yoluyla elde etmeyi umduğu esas ganimet, Allah rızasıdır. Allah rızasını elde ettikten sonradır ki, fethettiği yerde bulduğu ilmi de, tecrübeyi de, tekniği de, malı da Allah’ın izin verdiği, Allah Resûlü’nün gösterdiği ölçü ve şekilde alır. Aslolan ise az evvel ifâde ettiğimiz gibi Allah rızasıdır. Bu sebeble de cihad da, fetih de, ganimet de yalnız “Müslüman”ın meselesidir!

Birlik
Amerika, Avrupa, Yahudi tarafından Anadolu’nun İslâm âleminden izole edilmesi maksadıyla kurgulanmak istenen “Kürt Devleti” isimli yeni bir kuyrukçu düzenin hemen sınırında tesis edilmesine karşı, Türkiye, Barış Pınarı Harekâtını düzenliyor. Türkiye, esasında, Amerika, Avrupa, Yahudi Devleti ve bunları destekleyen Arab rejimleri ile beraber bu bölgedeki kaostan nemalananlara karşı bir harekât gerçekleştiriyor. Yâni cebhe geniş…

Türkiye’nin karşısında Arablar, Türkmenler ve Kürtler olduğu gibi Türkiye ile aynı safta savaşan Arablar, Kürtler ve Türkmenler de varlar. Dolayısıyla her hadisede olduğu gibi iki taraf söz konusu. Peki, bu hadisede tarafları bir araya getiren müşterekler ne?
Amerika, Avrupa ve Yahudi siyasetinin temelini, Anadolu’dan başlayarak İslâm âlemine sirayet edecek hakiki bir İslâm ihtilâli ve inkılâbının önünü, ne bahasına olursa olsun kesmek teşkil eder. Bunun için dün kimi Arab şeyhleriyle, bugün PKK ile yarın DAEŞ’le, öbür gün Esad’la iş tutarlar. Esas mesele hal yoluna konduğu sürece kendilerine kimin kuyrukçuluk ettiğinin önemi yoktur. Kuyrukçular açısından bakacak olursak, iktidarların kaynağını Batı’nın lütfunda gören Suudî Arabistan, Mısır ve diğer emirlikler için Batı’ya hizmet etmek bekâ meselesidir. Bugün Türkiye’ye, yarın onların işaret edeceği bir başka hedefe düşmanlık ederler. Rusya gibi bölgedeki kaostan istifâde ederek milletlerarası siyaset sahnesinde kendisine yeniden koltuk bulanlar için ise yalnız kendi çıkarları vardır. Bugün Türkiye ile beraber hareket ederken, kaosun sürmesi için yarın Amerika ve Yahudi ile beraber hareket etmeleri önünde hiçbir engel yoktur.

Türkiye’nin safına dönecek olursak… Arab Birliği Türkiye’yi kınadı diye burada bütün Arablara küfür ediyorlar. TSK ile beraber ve hattâ onun önünde savaşan Arabları o zaman nereye koyacağız? Hakezâ PYD/PKK dolayısıyla Kürtlere küfür kıyamet. TSK ile beraber Suriye’de savaşan Kürtleri ve daha da ötesi Anadolu mayasının ayrılmaz birer parçası olan Kürtleri nereye koyacağız? Tüm bunlara karşılık olarak Türkiye’ye karşı safta savaşan Şiî Türkmenleri nereye koyacağız? Kimse biz “Türküz” diye bizimle aynı safta yer almıyor. Peki o zaman buradaki müşterek payda ne? Suriye Milli Ordusu bünyesinde yer alan Kürtler, Arablar ve Türkmenler niçin Türkiye ile aynı safta çarpışıyor? Bu gruplar ile Türkiye arasındaki yegâne müşterek payda İslâm. İşte, bölgedeki bütün kuyrukçu rejimlerin varlığına ve emperyalistlerin kurmuş olduğu hegemonyaya karşı Türkiye’nin kendisi çevresinde birlik tesis edebilmesinin yegâne müşterek paydası. Öyle kuru kuruya kafatasçılıkla, daha yapılan bir operasyondaki karşılıklı safları bile izah edemezken, bir de idealize etme ahmaklığı...

Türkiye’nin üzerine düşen tarihî bir misyonu var ve bu misyonu yerine getirebilmesi (görünen o ki aynı zamanda varlığı da bu misyonu yerine getirebilmesine bağlı) için istese de istemese de İslâm müşterek paydasını merkeze almak, buna göre anlayışını, fikrini, siyasetini, diyalektiğini yenilemek ve yeniden teşkilatlanmak mecburiyetinde. Bölgedeki esas gerçek olan “insan” ile Türkiye’nin arasındaki yegâne müşterek payda İslâm. Kafatasçılıkla şu operasyonun saflarını bile izah edemiyorsun. Demokrasi desen, bize ait değil; hem zaten yalnız karşı tarafın yalanlar dünyasını üzerine kurgulandığı temel katman olarak çalışıyor. Kemalizm desen, lâfı da fazla uzatmamak adına, gidin Suriye’de Türkiye adına savaşan Suriye Millî Ordusu mensubuna ve hatta bizim askerlerimize de sorun bakalım, Kemalizm için ölürler miymiş? Ne cevab verirse başımız, gözümüz üstüne.

İnisiyatif Artık Anadolu’nun Elinde
Şu saatten sonra Türkiye Suriye’nin kuzeyinde giriştiği harekâtı ne bahasına olursa olsun sürdürmek ve muvaffakiyetle neticelendirmek zorunda.

Batı, Türkiye üzerindeki inisiyatifi doğrudan, İslâm âlemi (Müslüman milletleri kastediyoruz, kuyrukçu rejimleri değil) üzerindeki inisiyatifi ise buna bağlı olarak kaybetmiştir. Türkiye’yi İslâm âleminden izole etmek üzere izlediği siyaset, beklentisinin tam aksi bir amaca hizmet etmiştir. 15 Temmuz’dan sonra iplerini elinden kaçırdığı Türkiye’deki ihtilâl ateşini söndürmek üzere başlatmış olduğu kara propaganda ile onun üzerine su değil benzin dökmüş bulunmaktadır.

Bir asır sonra inisiyatif bir kez daha Anadolu’nun eline geçmiştir. Şimdi hamle sırası Türkiye’de!

Baran Dergisi 666. Sayı