İktisada yönelik analizlerin, hangi görüşten yola çıkılırsa çıkılsın, son tahlilde ferdde kendini gösteren ihtiyaç kavramında son bulduğunu müşahede etmekteyiz. İktisad lügatında “insanın yaşayabilmesi ve hayattan zevk alabilmesi için tatminini istediği şeyler” biçiminde tanımlanan ve tamamen ruhî bir amil olan ihtiyacın, bu yönüyle hakkının ne kadar verildiği meçhul… Peşinen söylememiz icâb ediyor: İhtiyaçlar da, ahlâk gibi sonradan öğrenilmiştir. Yani, fizikî gerçek ihtiyaçlarımızla bunların manevî aksülamelleri arasındaki fark çok büyüktür.
Yazı dizimizde bazı okurlarımızın da dikkatini celbettiği üzere, İbda Hikemiyatı’nın “her şeyin galibine tâbi” olduğu ilkesini sıklıkla kullanmaktayız. Bunun sebebi, eşya ve hadiselerin oluş düzenini açıklayan tecrid usulünün bu ilkede tezahür etmesidir. Bu aslında, ister istemez, öylesine bildik bir ilkedir ki, her şeyin nihaî dayanağını veya başka bir deyişle son referans noktasını bulup ondan hareketle işleyen kural üretmek, iktisadı da içine alan ahlâk sahasına dair kural ihdasının beşerî sistemler açısından yegâne yöntemidir. Görüşler arasında ortaya çıkan uçurumlar da aslında yine İbda’nın temel tezi “mutlak fikir gerekli” kaidesinin doğruluğunu sürekli teyid etmektedir: Olan hadise tek, ama onun yorumu ve ondan çıkarılan kaide teorik olarak insan sayısınca... Düzenin fıtraten gerekliliği de aşikâr olduğundan, azınlık, çoğunluğu, umumiyetle muhtelif zor kullanım metodlarıyla kendine ait ahlâkî kurallara boyun eğdirmektedir. Sosyolojinin peşinde koştuğu, cemiyetleri idare eden mekanizma bundan başka bir şey değildir. İşin doğrusu halkın geneli, arzularının hilafına boyun eğdirildiklerini hissettiklerinden, prensipte ahlâkla mutabık olması lazım gelen hukuk mevzuatı, insanlara “karşı” sürekli yenilenir. İçeriği boşalırken, hacmi büyür. Aynı şeyi iktisadî düzeni tanzim eden kurallarda da görürüz. Ahlâkla bağları koptuğundan, daha doğrusu vâz ettikleri ahlâkî normların iman mihrakı ve dolayısıyla inandırıcılığı kalmadığından iktisadı düzenleyen hukuk mevzuatı neredeyse günübirlik yenilenmekte, buna rağmen yine de başarısız olmaktadır.

Zaruri gördüğümüz bu izahın akabinde tekrar başa dönecek olursak, iktisadî faaliyetlerin temel dayanağı, kişinin canlı kalma isteğidir ve bunun tezahürü ferdin ihtiyaçlarıdır. Ferd, tek başına iken bu ihtiyaçlarını kendisi görmek durumundadır. Bütün ferdlerin tek tek yaşaması gibi aşırı/ekstrem bir durum ancak hayalde imkân dâhiline girdiğinden, yani insanlar fıtraten toplu yaşama temayülünde canlılar olduklarından, ihtiyaçların tatmininde şöyle bir silsile ile karşı karşıyayız demektir: Ferdin ihtiyacı, ferdlerden müteşekkil topluluğun ihtiyacı, bu ihtiyaçlardan kaynaklanan taleb (ya da “etkin” taleb), talebin tahrik ettiği çalışma (“dönüştürücü” fiil), çalışmada kullanmak için gerekli alet, edevat ve diğer muhtelif imkanlar (sermaye), bütün yer altı ve yerüstü hammaddeleri de kapsamına alan toprak (“dönüştürülen” meful/obje), hâsıl olan ürün ve nihayet ihtiyacın tatmini, yani tüketim. Bu arada, silsile içindeki diğer halkaların/unsurların aksine, çalışan ferdin kendi şahsî ihtiyacının üzerinde üretip farklı şekillere sokarak elinde tutabildiği yegâne unsur, sermayedir. Daima artma temayülündedir. Silsilemizdeki üretime müteallik unsurların dönüştürülüp biriktirilmiş şeklidir. Sermaye de sabit ve hareketli olmak üzere iki kısma bölünür. Yeri geldiğinde etraflıca ele alacağız.
İktisadî görüşler, yukarıdaki silsileyi, muhtelif tasnifler altında da olsa, kabul etmektedirler. Aralarındaki fark, silsiledeki istinad ettikleri unsurdan kaynaklanmaktadır. Mesela kapitalizm (sermaye taraftarlığı), silsileyi tersine çevirmiş ve sermayenin sonsuz miktarda artırılması hayaliyle tüketimden başlayarak geriye doğru hareketi benimsemiştir. Onun silsilesindeki son unsur ihtiyaçtır ve sermayenin büyümesi için, nihai tüketici halkın tüm kuvvetini emmenin bir vasıtası olarak, ihtiyaçların köpürtülmesi gerekir. İktisad tariflerinde sürekli yinelenen “insanların sonsuz ihtiyaçlarına karşı mahdud kaynakların düzenlenmesi” cümlesindeki “sonsuz” ibaresi, bugünün hâkim ve mütehakkim iktisadî anlayışı, sözde liberal özde tekelci kapitalizmin mevzuya yaklaşımını göstermektedir. İnsanların, fizikî tahdidler icabı, sonsuz ihtiyaçları olamaz; sonsuz ihtiyacı olan insanın nefsi/egosudur. Kapitalizm, kapitalistlerin egolarını beslemek için, geri kalan tüm insanlığın egosunu azdırarak ya da bezdirerek idare etme rejiminin adıdır ve liberalizm kisvesi altında bütün yapıp ettiği, insanlarda ihtiyaçlar “doğurma” yoluyla sadece belli bir kesimin ürettiklerini -para dahil- tüketmelerini sağlamak, emek ve hammadde gibi diğer cüz’i masrafları çıkardıktan sonra kâr adı altında elinde kalan etin en yağlı kısmını mideye indirmekten ibarettir. İhtiyaç olarak doğurtulan şeylerin tamamının zorlama olduğunu söylemiyoruz. Söylediğimiz, kendilerine nerede ne isim verirlerse versinler, kapitalistlerin, sırf cemiyette ortaya çıkan kuvveti ne pahasına ve ne surette olursa olsun ele geçirip sermaye olarak biriktirme gayretinde olduklarıdır. Bu maksadla hayatın tabii akışına karışıp gerçeklikle bağı olmayan, zorlama üretim (yukarıda da ifade ettiğimiz üzere buna mevcut haliyle para ve onun üretimi de dâhildir) yaptıkları, sonra da her türlü vasıtayı kullanıp insanları manipüle ederek bunu tükettirmeye çalıştıklarıdır. Üretim ve tüketimi mutlak kontrolleri altına alarak, insanlığı kontrol hevesine kapıldıklarıdır. O açıdan, artık Batı’da ihtiyaçların rasyonel olup almadığı bile artık bilinememekte ve işin doğrusu pek de önemsenmemektedir. Mevlüt Koç’un bir yazısında çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi “yanlışlar, artık kendi doğrularını doğurmaktadır.” Ancak travma geçirmiş bir zihnin yürürlüğe koyabileceği “sermaye birikiminin sürekli ve sonsuza kadar artırılması” şeklinde bir gaye, “konsantre bir nefsaniyet rejimi”nden başka nereden neşet edebilir? İnsanların nefslerini gıdıklayıp zafiyetlerini sömürerek dünyayı tek elden yönetme hedefindeki bu konsantre kötülük/nefsaniyet düzeninin bir benzeri kanaatimizce tarih boyunca –rejim olarak- gelmemiştir. Silsilenin sırasını, hem de enikonu, bozan batıl bir dünya ve iktisad görüşünün insanlığı ve gezegenimizi içine soktuğu durumu hep beraber yaşıyoruz. İşin garibi, müsebbibi oldukları bu durumundan en fazla onlar şikâyetçi! Tam da daima zeytinyağı gibi üste çıkmayı beceren Yahudi tıyneti… Kapitalizm bahsi üzerinde yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde geniş bir şekilde duracağız.

Görüldüğü üzere, iktisadî sürecin talebi de içine alan ihtiyaç kısmı, prensipte üretim zincirinin muharrik gücünü oluşturmaktadır. İnsanların ihtiyaç nevilerinin ve tüketim alışkanlıklarının aynı zaman ve mekânda dahi değişiklik arz etmesi tabiidir. Eğitimin, toplum tabakalarının örflerinin, inancın getirdiği mükellefiyetlerin, mizaç hususiyetlerinin, vs. birçok amili burada sıralayabiliriz. Tüketimi yönlendiren ihtiyaç saikinde bunların tamamının şu veya bu derece, ama mutlaka tesiri bulunmaktadır. Tekrarda beis yok: İhtiyaç, bir kültür meselesidir ve öğrenilmiş şeylerden oluşur.

Diğer taraftan, aynı ihtiyaç hissini (mesela soğuktan korunma) tatmin eden ürünler arasındaki kemiyet farklılıkları, misil kabul etmez derecede orantısız olabilir. En basit bir toplumun en basit bir ferdinin ihtiyaçları ile müreffeh bir toplumun kalburüstü bir ferdinin ihtiyaçları arasında, aynı miyar üzerinden hesaplandığında, binlerce kat fark bulunabilir. İhtiyacın kültürel cihetinden kaynaklanan bu vakıa, aynı zamanda ihtiyacın karşılanması için mal ve hizmet tüketiminde de yine orantısız farkların oluşmasına yol açmaktadır.

Ancak, verdiğimiz misalden devam edecek olursak, en basit bir topluluğun ferdinin teorik geliriyle günümüzdeki doğrudan emek gücüyle çalışan birinin geliri arasında bahsettiğimiz orantısızlığı görmemekteyiz. Binlerce kat ile ifade edilen iki uç nokta arasındaki farklılık, burada onlarla, hatta birli basamakla belirtilebilen nisbetlere düşmektedir. Bu, tabii, refah seviyesine işaret eden teorik bir farklılıktır, zira şartlar tam eşitlendiğinde, hayat kolaylığı açısından belki o kadar bile ayırımın oluşmadığını müşahede edebiliriz. Hâlbuki insan emeği, fizikî yapısından ötürü, hemen hemen aynıdır. Bunun sebebi nedir? Bunun sebebi, içtimaî gruplaşma ve bu gruplaşmaların idaresinde yatmaktadır. Bu idaredeki esas mekanizma ise, gelir dağılımını ayarlayarak ihtiyaçları yönetmektir. Cemiyet katmanlarını, kendilerine ait bir ihtiyaç seviyesi olduğuna hem tatlı sert bir eğitimle hem de gelir dağıtımıyla ikna etmek diyebileceğimiz bu usûl, 20. Asrın ortalarına kadar Batı’nın başarılı bir şekilde uyguladığı bir modeldi.

Ancak 2. Dünya savaşından sonra her şey allak bullak oldu ve amiyane tabirle “bütün civatalar gevşedi”. Öyle ki, kontrolün kimde olduğunun, hatta bir kontrolün var olup olmadığının bile belirsizleştiği bir noktaya geldi dayandı.

Baran Dergisi 524. Sayı