Mehmetçik!

Anadolu yaylasında helezon helezon yükselen öyle bir dağ başı ki, bütün istikâmetlerin kilidi onda…
Derinliğine gök genişliğine yer onda..
Nezâret ufkunu açmadığı, ayak altına sermediği hiçbir mesele yok…

Millî saadetlerimiz, içtimaî felâketlerimiz, çıkışlı inişli târihimiz; gerçek oluşumuz, yedi iklim dört bucak hükmedişimiz, duraklayışımız, çırpınışımız, olamaz oluşumuz!, sürünüşümüz, bozgundan bozguna yuvarlanışımız hâsılı, bir zamanlar Güneşten ruh hamurumuz ve bu hamura musallat mikroplar, sebebi ve neticeleriyle hep onda; Mehmetçiğin Ruh röntgeninde…

Bana sorarsanız, Orta Asya’dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala söğüt ağacına döner, istihale eder. Böylece, kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine kaynamış, mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iç hayatına, ruhuna, sabit mekânı içinde hakiki zamanına kavuşur.

İşte Türk’ün hayatı, yine bana sorarsanız, onun sabit mekânına ve hakikî zamanına, yani ruhuna kavuştuğu ve bozkurdun söğüt ağacına döndüğü andan başlar.

“Söğüdün yaprağı narindir narin,
İçerim yanıyor dışarım serin…”

Söğüt, Anadolu ve Anadolulu hassasiyetinin gelin edalı remzi…
Anadolulu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, halleşir, vedalaşır, kavuşur, onunla sarmaş dolaş hayat sürer.

Ve işte Bozkurt Mit’inin (efsanesinin) söğüt ağacı realitesine kavuştuğu andan başlayarak, Türk anaları, Mehmetçiklere gebedir.

Felsefede mekân denince madde, zaman denilince de ruh anlaşıldığına göre, Türkte ikisini birden şahıslandıralım:

Mekân, Anadolu… Zaman, İslâmiyet…

Şimdi Mehmetçiği, o hiçbir formüle sığmaz harikayı, bu temel ölçüye göre kendi kendisine çerçevelenmis bulacağız..

Mehmetçik, Türk’ün, ruhunu İslâm nuruyla dolduruşundan sonra, İslâm potasında eriyerek İslâm kalıbına döküp billurlaşarak darphâneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü, ferdiyyet üstü millî ve içtimaî vâhid… Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vahide, Türkten başka mâlik, bu cihanda ikinci bir millet yok…

Mehmetçik, Allah indinde, halis kahramanlara mahsus dininde ve milletinden fânilik; namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da, şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip… Nemrutlar ve Firavunların altın tahtırevanları, Roma zafer alaylarının sırma sorguçlu süt beyaz dört atlı arabaları ve bugünün motorlu tahtları onu azizleştirmekten âcizdir. Aksine, o, tahtırevanı taşıyan köle, zafer arabasını çeken at, motorlu tahtında tekerleği yerinde gizlenmeyi tercih etmiştir. Bu haliyle seviyesinin en ince ve mahrem çizgisidir… Zira, onun beygir sıfatiyle çektiği zafer arabalarında oturanlar, ekseriyetle öndeki mânanın hırsızları, 24 saatlik fâni zaman kadrosunun açıkgözleri, âdi sahtekârlardır.”

Oysa, sigara kağıdı kadar bir örtü içinde, yağmur ve kar altında savaşmaktan, bir tek kuru zeytinle 24 saat yetinmeye herşeye kadar katlanır, fakat küçük açıkgöz ve nefsi ile sahtekâr olmaya tenezzül etmez.

Onu zafer arabasına bindirmek gerekseydi, eline kamçı diye yıldırımı vermek, arabasına at diye kasırgayı koşmak, başınada taç diye en parlak yıldızı oturtmak icabederdi.

Nitekim, yaratılışından ve doğuşundan şehit tipi Mehmetçik, yerde sürünürken, gökte bu saltanatı sürmektedir.

Mehmetçiği makamının şan ve şerefiyle ölçebilecek, ne bir terazi, ne bir endaze, ne bir kıstas, ne bir mikyas mevcut değildir.

Ne mutlu Türk Milletine!..

Ne bakımdan?

Allah Resulünün mukaddes hâs ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygı yüzünden hafif bir değişikliğe uğratıp “Mehmed” yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffetinden örnek veren duygu cevheri bakımından…

Ne mutlu Türk Milletine!..

İşte Mehmetçik, O isme, birde şefkat ahengi ufaltma eki ilâve edilerek bulunmuş o mübarek klişedir ki, doğrudan doğruya Allah Resulünün ruhâniyetinden, bir milletin ferdiyyet üstü namsız ve nişansız fert vahidine püskürtülmüş nur zerresini pırıldatıyor. Herşeyini O nur zerresinden; ve o nur zerresine tecellî mihrakı olma ehliyetinden alıyor.

Mehmetçik hangi ordunun, tümen, alay, tabur ve bölük, hangi basamağına bağlı olursa olsun; vilayet, kaza, nahiye ve köy; hangi ilişiğin sahibi bulunursa bulunsun,doğrudan doğruya Allah Resulünün has ismine ve has ruhuna perçinli olmanın hüviyetidir.

Peygamberinin ismini ondan aldığınız ve meselâ adını Oğuzcuk, Uygurcuk, Sungurcuk yaptığınız anda herşeyin nasil uçup gidecegine dikkat ediniz.

Kaynağımızı kurutmak gayesini güden zümreler şehid mefhumu gibi aynı menbâın mansabındaki feda edilemez renkleri yerinde bırakıp, birde onları istismara geçtiklerine göre, bari içine düştükleri tezattan utanacak kadar anlayış gösterseler.

Mehmetçiği, hep mim harfli sıfatlarla ifade edelim; çevresinde mesut cemiyet, tepesinde memur Devlet ve ayağının altında mamur vatan bulunduğu yükseliş çığrımızda asli farikasiyle belirmiş göremeyiz. Yani şevket ve haşmet devrimizde Mehmetçik, o haşmet ve şevket içinde erimiş, ona karışmış ve öz cevherini açığa vurucu içtimaî çöküntü ve tezatlardan uzak kalmış olarak peçelenmiş vaziyette… O devirde Mehmetçik, sağlam devlet binasının muhkem temelidir; ve her temel gibi toprağın altında ve gizlidir. Asıl Mehmetçik -yine mim harfli sıfatlarla- çevresinde mazlum cemiyet, tepesinde mahkûm devlet ve ayağının altında mağlup vatan bulunduğu alçalış devrimizdedir ki, olanca mukavemet seciyesiyle ortaya çıkar. Büyük bir zelzele olmuş, bina parça parça yıkılmış ve çatlamış; toprak yarılmış ve temel olduğu gibi görünüvermiştir.

İşte, Mehmetçiğin tam manasıyle meydana çıkışı, bizi kurtarmaya memur temel olarak, her zerre hamlenin kendisine düştüğü bu hengâmededir.

Bu hengâmede onun tablosu:

“Kışlanın önünde redif sesi var;
Bir çift kundurayla bir de fesi var.”

Demek ki Mehmetçiğin asli farikası, insanüstü bir fedakârlık ve karşı koyuş… Memuriyeti budur!

Bir zamanlar; “Ya devlet başa – Ya kuzgun leşe” düsturunun temsilcisi Mehmetçik, şimdi; “Devletin malı deniz – Yemeyen domuz…” anlayışının çürütmeye başladığı cemiyette, onu dış toslamalara karşı koruyacak son kalıntı, son saffet artığı, baştan ayağa hasta bir uzviyette tek başına sağlam kalmış biricik kalp nahiyesidir. Beyin hasta, ciğer yaralı, mide delik deşik, böbrek cerahat çanağı, kan mikrop kanalı, fakat kalp sapasağlam…

Her ülkede vecd ve aşkı çürüyen İslâmın en taze ve en keskin davranışla kılıcını asırlarca elinde tutan bir millet, Türk Milleti!

Tarihî kaderi bakımından ilahî hikmet icabı elbette her maraza karşı duracak ve kendisini ensesinden kavrayıp ayakta tutacak bir bünye harikasına, bir ölümsüzlük sırrına mâlik ve mazhar olmalıydı.

Oldu. Bu Mehmetçiktir.

“Ben Yunus-u biçareyim;
Baştan ayağa yareyim.”

Diyen büyük Anadolu çocuğunun belirtisi ile, topuğumuzdan tepemize kadar cüzzam yaralarıyla kaplı bulunduğumuz demlerde Mehmetçik, işte her defa bizi kurtaran, açık ölümlere karşı koyan, bize hayat hakkını iade eden, fakat her defa bu hakkı kullanamadığımıza şahit olan, bünye harikası ve ölümsüzlük sırrı diye ifadelendirdiğimiz millî hassanın ta kendisidir.

Onun içindir ki Mehmetçiği ihtilâle düşmüş bir uzviyette, felâket organları bir tarafta ve kendisi bir tarafta, ancak bu tezat yüzünden belirmiş apayrı bir hüviyet olarak tanımaya mecburuz.
Ve işte onun içindir ki Mehmetçiği, Kanunî’ye kadar süren taarruz ve fetih devrimizde değil, Kara Mustafa’dan başlayan bozgun ve müdafaa çığırımızda kendisini göstermiş buluyoruz.

Ondaki sadakat, ondaki itaat, ondaki tevekkül, ondaki tahammül, ondaki cefakârlık, ondaki fedakârlık, ondaki nefs istihkarı, ondaki Allah iftikârı, hiçbir zaman ve mekânda, hiçbir milletin fert vahidine nasip olmadı.

Öyle ki, bu vatanı kurtarırken de, batırırken de, başta sadakat ve itaat olmak üzere hep Mehmetçikteki bu mâdenler işletilmiş, sırasında temellendirilmiş, sırasında istismar edilmiş; ve Allah’ın Türk Milletine bu muazzam emaneti üzerine tiril tiril titreme şuuru hiçbir şekilde devrede kafalara yerleştirilememiştir. Eskiden adı (Etrâk-ı bîidrâk) idi; şimdi ve daha fenası kimsenin sahip çıkamayacağı cisimsiz bir isimdir.

Samanyoluna kadar bütün yıldızları sermaye diye kullanan bir kumarbaz olsaydı, gökte yıldız bırakmazdı da, Mehmetçiği siyasî kumar oyunlarında harcayanlar onu sarf ede ede bitiremediler.
Birinci Dünya Harbinde, Erzurum’da, Allahuekber dağının bir eteğinden kolordu çapında tırmandırılan Mehmetçik, öbür eteğinden, düşmanla çarpışmaksızın bir kaç manga halinde inerken, ezelî teslimiyet vasfının ne hazin istismar ifadesidir.

Yedi düvele karşı koyduğu Fatih’in İstanbul’unuda Çanakkale’de engelleyen, çünkü Çanakkale bu kadar, Mehmetçik, sadece kendisine intihar emri verilmediği için, kuduz Dünya emperyalizmasına, tüfeğini dizinde kırarak kaçmayı ilhâm etmiştir.

O, yalnız cevherini bozmayacak çapta da olsa kumandanını bulduğu zaman, Plevne’de, Rus Çarına, kılıcını belinden çıkartırır ve kendi esir kumandanının beline taktırır.

Kendisini tanıyan bir Devlet Reisine nayil olunca da, Yunanlı yine bugünküne eş palikaryalığını gösterir göstermez, önünde şehit kumandan Abdülezel Paşa, Selanik’ten bir sıçrayışta soluğu Atina’da alır.

Avrupalı bir askerî muharrir diyor ki: “Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında, Türk ordusunun taarruzu başlar…”

Hesap ve mantık budalası Avrupalının çenesini bir karış düşüren bu levhadaki akıl almaz mâna, Mehmetçiği ve ondaki sonsuz teslimiyet secciyesini ne güzel canlandırır.

Nihayet, Birinci Dünya Harbi sonunda, morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adama bir şahlanışta can katan, Türk’ün varlık iradesini teslim eden, emperyalizm uşağı (megalo idea) maskaralarını sımsıkı kuşatıp göğsünde boğan ve çilekeş atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesine ay yıldızını iade eden, Mehmetçikten başka kim olabilir?

Mehmetçik, öz vatanı içinde vatanını aramakta; ve hep dayanağını kaybetmiş ve gittikçe daralmaya başlamış eski fütuhat ufuklarını beklemek mahkumiyeti altında en korkunç ruh acısı olan yırtıcı bir hayretle eşya ve hâdiselere, kendisinin kim, ne ve neye memur olduğunu sormaktadır. Bu hayret ve dehşet Mehmetçik’te o kadar büyüktür ki, güneşli havayı duman diye görmekte ve sükûtu figan diye dinlemektedir.

“Havada bulut yok;
Duman nedendir?
Mahiede ölü yok,
Figan nedendir?
Adı Yemendir.
Gülü çemendir;
Giden gelmezmiş
Acep nedendir?”

Başını taştan taşa vuran ve bir türlü düzlüğe çıkamayan cemiyetinin yeni bir macerası karşısında hitap ve davet daima kendisinedir; ve Mehmetçik, bu cemiyetin irâde ve idare katından hiçbir kuvvet almadığı halde her defa ve tek başına onu kurtarmaya hazırdır. Böylelikle, onun önüne Viyana bozgundan beri, nereden başlayıp nerede duracağı ve ne tarafa döneceği meçhul, üstünde ebediyyet rüzgârları esen bir yoldan başka bir şey çıkarılamamıştır.

“Ey gaziler yol göründü yine garip serime…”

Mehmetçiği bu mısradan daha derin anlatacak hiçbir ifade bulunamaz!

Asırlarca süren bir göç halinde, insanı öz vatanında öz vatanından öksüz bırakıcı, bu ne hazin muhacirlik!..

Şimdi ki cümleme dikkat edin, bütün bu kıta da onun için:

Mehmetçik, dışardan içeriye doğru bazı açık göz muhacirlerin bu vatana sahip çıkması için târihimizin, içerden dışarıya doğru ebedî muhaciridir.

Onu bu muhacirlikten kurtarmak ve eski çağlarda olduğu gibi muhteşem bir aksiyona bağlamak için, herşeyden evvel, beyinle kalp tezadını ortadan kaldırmak lâzımdı. Bunun için de onu keşfetmek ve ona güdücülerini keşfettirmek gerekirdi..

Bizim için keşfedilmemiş madde ve mânâ, ne şimal, ne cenup kutbunda; sadece Anadolu’da ve kendi öz cebimizden kaymış olarak ceket astarımızın dibinde.. Mehmetçik de bunun en muşahas timsâli…

Mehmetçiğin, kâh Yemen, kâh Fizan, kâh Arnavutluk, ebedî göçü onun en büyük hamlesi olan Millî Kurtuluş hareketinden sonra durmuş; bu kez durmuş; fakat onu keşfetme, ruhunu besleme ve maddesine kavuşturma problemi çözülememiştir. Bu problem, Mehmetçiğin şahsında bütün bir Anadolu ve Anadolulu dâvasıdır.

Size Tohum isimli eski bir piyesimden birkaç satır okuyayım:

“YOLCU – Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?

FERHAT BEY – Biz bu ruhu tanımıyoruz! Çünkü bu ruh, daima dal-budak salmış bir ağaç gibi, göz önünde fışkıran hakikatlerdan değil… En derin ve en gizli hakikatlerdan… Hakikat kesiflestikce küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibidir…

YOLCU-Tohum….

FERHAT BEY – Herşeyin özü ve sırrı ruhtadır. Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar, nasıl sever, nasıl coşar, nasıl parlar, nasıl patlar, nasıl yatışır, nasıl susar, nasıl düşünür, nasıl gider, nasıl dönmez, nasıl ölür, biliyor muyuz. Biz ruhun maddesini bina edebilseydik, bu tohumun ağacını yetiştirebilseydik…”

.. şimdi demek ki, lütfen sözlerini dinlediğiniz fikir ve kalem adamı, Anadoluculuk dâvasını ve Mehmetçik tezini tam 29 yıl evvelki bir eserinde ortaya atmış.

Mehmetçiği, kardeşleri Ahmetler, Aliler, Osmanlarla beraber, Ayşesi, Fatması, Hatçesiyle, her köyün, şehadet parmağı gibi göğe yükselen müdir fikri minaresi etrafında en ileri hayata kavuşturmak…

Hamle budur, dava budur, hareket budur, inkılâp budur!

Bu da ancak, onun ruhunu üst kattaki cemiyetine, cemiyetini de onun ruhuna inandırmakla mümkündür ki, böyle bir dâva, gerçek ilerinin geri ve hâkiki gerinin ileri sanıldığı Gökseller, Gürseller, Ayseller dünyasında deli saçmasından farksızdır.

Bütün memleketi böyle delilerin doldurduğu bir tımarhane haline getirdiğimiz gün bu dava gerçekleşecektir.

Nerede o divaneler.. O ne güzel diriliş ve ne büyük ideal!..

Mehmetçiğin tarafımızdan anlaşıldığı ve bizim onca anlaşıldığımız gün bütün muvazeneler yerli yerine oturmuş demektir.

Eski Yunanın (Epigram) dedikleri kitabe şairlerinden biri, (Termopil) boğazında can veren bir avuç Yunan delikanlısı için, dünyanın en sâde, fakat en muhteşem kitabesi olan şu satırları yazmıştı:

“Yolcu! Git de Atinalılara de ki; biz burada 40 yunan delikanlısı, bize ettikleri tenbihe sadığız, uymaktayız!”

Mehmetçiğin namsız ve nişansız mezarı her abidenin üstünde ve sadece Mehmetçik ismi hiçbir (Epigram – Kitabe) ve Kelam harikasının varamayacağı seviyede. Fakat O’na bir Epigram değseydi ben şöyle yazardım:

“Yolcu! Git de yurdunda her evin kapısını yıkarcasına çal ve haber ver; beni ve kuvvetimin nereden geldiğini anladıkları gün her şeyi anlamış olacaklardır.”

İslâmın, Türk ruhuna inen kızgın bir mühür gibi dağladığı ve kalıplaştırdığı, sonra kafa kâğıtları halinde basa basa çoğalttığı ve modelleştirdiği, gerçek milliyetçilik dâvasının protoplâzma şahsiyeti Mehmetçiğe selâm olsun!..

Şimdi onu, ölüp de ölmeyenlerin gerçek hayatı içinde, yaratılıştan ve doğuştan üzerine sinmiş şehit hüviyetinde, omuzlarıma abanmış hissediyorum. Mezardan fırlamış, gömleğini paralamış, Tortum şelâlesinden daha bereketli, enerji kaynağı, kan fışkıran yarasını açmış, saçları diken diken ve gözleri şimşek şimşek, size bakıyor. Dikkatle, madde üstü bir dikkatle bakarsanız siz de görürsünüz.

Ve dudakları kıpırdıyor:

“- Ne yaparsanız yapın; benim hakikatıma kıymayın!”

Genç Adam.. işte tutunacağın ebedi Hâkikat. Gerisi palavra!..