İmam-ı Gazalî Hz., dinî ilimlerden sonra başa ahlâk ve siyaset ilimlerini alır. Ona göre siyaset/devlet ile ahlâk iç içedir. Bu görüşün menbaı da Asr-ı Saadet’te din ve devlet işlerinin aynı çerçevede görülmesi, ahlâk ile devlet idaresi anlamında siyasetin, bir merkezin birbirinden ayrılamaz iki veçhesini teşkil etmesidir.

“Gazalî’ye göre siyaset, insanı iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkın yanında yer alır. İnsan hayatı için bu dünyada belirlenmiş davranış ilkeleri gereklidir. Çünkü onlar aynı zamanda ahiret hayatına hazırlığın da bir gereğidir. Sağlam bir dünya teşkilatı ve çalışması olmadan, ahiret hayatı için de istikrar içinde çalışılamaz. Bir yerde kanun ve nizamın temin edilememesinden dolayı siyasî bir istikrarsızlık varsa, orada Allah’a hizmet edebilecek zihnî bir sükûnet de olamaz; onun için insan dünya-ahiret uyumunu kurmalıdır. Gazalî, insanın tek başına yaşayamayacağı, yani daima hemcinsine muhtaç olduğu ilkesinden hareketle, İslâmî yönetimi yani devletin gerekliliğini belirtir. Bu durum, neslin devamının şartı olduğu gibi, ihtiyaçların karşılıklı ilişkilerle temin edilmesinin de şartıdır. Fakat insanlar toplum halinde yaşarken karşılıklı ilişkiler içinde bulunacaklarından, aralarında bazı kavga ve anlaşmazlıklar da tabiî olarak çıkacaktır. Bunu önlemek için bir hukuk sistemi ve hükümet gerekli bulunduğu gibi, bu siyasî nizamı sağlayacak bilgi, basiret ve önderlik vasıflarına sahip kimselerin de bulunması gereklidir. (Harun Han Şirvanî, İslâm’da siyasî Düşünce ve İdare, s. 97)

İmam-ı Gazalî, iktisadı, “ilm-i tedbir” başlığıyla siyasetin altına koymuştur. Onun iktisad sahasındaki görüşleri, dinin emirlerinin pratiğe tatbikidir. Ona göre devletin ve ferdin İslâm ahlâkını tatbiki, aynı zamanda iktisadlı davranış anlamına gelmektedir. Hâlbuki teoride sonsuz para üretebilme imkânının olduğu, nüfusun 8 milyarı bulduğu ve müthiş bir büyüme, üretim ve tüketim hırsının yaşandığı bugünün dünyasında sanki iktisad, hukukun, yani devletin üzerine çıkmış gibi gözüküyor. Ancak bu bir illüzyon ve doğru değil. Doğru olan şu: Devletlerin de üzerinde olan uluslararası/kozmopolit bir imtiyazlı zümre mevcut ve iktisad da bu imtiyazlı zümrenin hukukuna tâbi. Yani iktisad sahası, yine bir ahlâkın (ahlâksızlık ahlâkı) ve ona bağlı hukukun (üstünlerin hukuku) hasrı içinde ve kendine ait, insanlardan bağımsız kanunları yok. Hele ki para hacmini teoride istediğiniz kadar artırmak mümkün iken… Yani kanunlar var, ama bu kanunlar insanın fıtratının gereği, tabiatın icabı kendiliğinden işleyen kanunlar değil de, üstünlerin koyup işlettiği kanunlar… Bunlar ellerinde tuttukları devlet gücü ve buna raptolunmuş para üretme imkânıyla dünya iktisadını iki dudakları arasına almış gibi gözüküyorlar. Elbette nihayetinde bu bir görüntü ve hakikati yansıtmıyor, lakin diğer taraftan iktisad bahsinin ahlâka bağlı olduğuna makro seviyede güzel bir örnek teşkil ediyor. İnsanlardaki fıtrî hasletleri, kuvvet ve zafiyetleri iyi bilen ve bunları maharetle kullanan şeytanlaşmış insanların ahlâkı…

Ahlâk ve hukuk/devlet münasebetiyle alakalı felsefî görüşlerin izleri, Sokrates’e kadar takib edilebilir. Aristo’nun başlı başına bir mesele olarak ele aldığı bu münasebet, İslâm tefekküründe yerli yerine oturmuştur. Batı felsefesindeyse, Hegel’de, devletin ahlâkın en kemal hali ve mukadder neticesi olduğu görüşü, bilhassa Prusya özelinde devletin kutsanması biçimini almıştır. Bu görüşün Alman siyasetini nasıl etkilediği, Naziler yoluyla 20. Asır dünyasına ne denli tesir ettiği malum. Hâlbuki devletin ahlâkın kemal halini temsili, kutsal devlette değil, devlet ile milletin ortak bir mefkûreyi ve ona dayalı bir yaşayış ölçülerini tam bir mutabakatla benimsemelerinde gerçekleşir.
İnsanlık tarihi boyunca devlet mekanizmasını oluşturan siyasî müesseselerin çokluğuna, topluluğun ahlâkî anlayışı kadar, devlet idaresinde makbul değerlerle (dürüstlük, adalet, hilm vb.) mücehhez idarecinin yokluğu da sebeb olmuştur. Allah’tan uzaklaşan, lakin onun kanunlarından uzaklaşması muhal olan topluluklar, daima zulüm sarmalı içinde adalet arayışlarına girmişlerdir. Halkın ileri gelenleri, adalet içinde idarenin yollarını aramış, birçok devrim, kalkışma ve ayaklanma sonucunda sayısız mekanizma kurulmuş; fakat tarih derslerinde gördüğümüz üzere, Mutlak Fikir’den neşet edenler hariç, işe yaramamıştır. Roma tarihi buna çok güzel bir misaldir.

Devletin, ahlâkın kemal hali olduğuna aksi görüşten bir örnek verebiliriz. Marks, komünist toplumda devletin yokluğunu, insanların her şeyi eşit bölüşmeye “razı” olmalarına bağlar; insanlar gönüllü olarak “ eşitlik” içinde yaşamayı kabul ettiklerinden, devletin varlığını gerektiren sorunlar da –asayiş dâhil- kendiliğinden ortadan kalkacak ve dolayısıyla devlete ihtiyaç da kalmayacaktır. Marks’ın bu “yeryüzü cenneti” hayali, ne kadar saçma olursa olsun, insanın aslına, ondaki fıtrî inanç ve adalet arzusuna delil teşkil etmesi açısından önemlidir. Herkesin ortak bir mefkûreyi gönüllü bir şekilde kabul ettiği dünya çapında bir cemiyette, devletin, her işleme müdahil varlığına gerek kalmayacağı açıktır ve Osmanlı tarihi bunun yakın bir örneğidir. Ancak Marks’ın bu husustaki fikri yanlıştır; zira “nefsin” olduğu bir yerde, devletin varlığı zaruridir. Devlet, ancak insandan nefsin kaldırıldığı cennette olmaz.
Bir süredir iktisad ve iktisadi düzen minvalinde yazılar kaleme alıyoruz. Meselenin teorik çerçevesini, tarihini, ana akımlarını ele aldık. İbda Hikemiyatı’nın temel tezlerinden olan ahlâkın hukuk ve iktisad da dahil bütün sosyal paradigmanın merkezinde bulunduğunu gördük. Gördüğümüz bu hakikatin altını ısrarla çizdik ve iktisadın ahlakın bir alt şubesi olduğunu, hemen yanı başında ahlakın diğer bir alt şubesi olan hukukun, yani devletin durduğunu ifade ettik. Bu üçü, mecburen bir mihrak etrafında bir araya gelmek durumundadır. Kaynağını, Mutlak Fikir’e bağlı tefekkürden neşet etmiş hikmetten almayınca, iktisadın, insanlara hizmet değil eziyet ettiğine herhalde kimse karşı çıkmaz diye düşünüyoruz. Hikmetten kopuk Batılı iktisad, kendine ait kuralarla işlediğini ileri süren iktisadçılar eliyle yapılanlara bir “meşruiyet” kisvesi giydirmeye çalışır. Bu arada ahlâkı yozlaştırır, insanı yabancılaştırır. İktisad, ülkemizde halen birçok “ekonomistin” sandığı ya da iddia ettiği gibi, kendi mutlak kanunları olan ve müstakil bir şekilde işleyen bir mekanizma değildir ve hiç de olmamıştır. İktisad, bir devletin (veya kural koyup uygulamaya muktedir herhangi bir yapının) hukuk düzenince şekli belirlenen ve o hukuk düzeninin içinde doğduğu medeniyet tarafından da içi doldurulan bir kap gibidir. İnsanların içtimaî yaşama zorunlulukları, içinde bulunulan çevre, ferd ve toplumların umumî ve hususî fıtrat hususiyetleri, iktisadın sabitelerini oluşturmaktadır. Hülasa iktisad, bir yönüyle insanın içtimaî (hatta bazı uç durumlarda ferdî) varlığıyla kendiliğinden ortaya çıkan, ancak diğer yönüyle de mecburen bir ahlâka istinad ihtiyacı hisseden canlı bir düzendir. Ahlâkın olmadığı yerde iktisad olmaz.

Yazı dizimiz boyunca birkaç kez açıkladık ama yeri geldiğinden bir kez daha değinmenin faydalı olacağını düşünüyoruz: Ahlâk deyince insanların aklına hemen iyi davranışlar manzumesi gelmektedir; fakat ahlâk, objektif davranış ve tutum şekillerinden ziyade, insanların kendi inanç mihraklarına istinaden, içten benimsedikleri kurallar bütünüdür; iyi-kötü tarifleri yapar, ama bu tarifler indîdir. Hem içtimaî hem ferdî ve her insan için kendine hastır. Kısacası insanların kendine nisbetle hayatlarını sürdürecekleri ve gönüllü bağlanılması zaruri olan davranış, hissediş ve tutum kurallarıdır. Bu kurallar MECBUREN olmak durumundadır. Bu mânâda ahlâksız toplum ve insan yoktur, tıpkı inançsız toplum ve insan olmayacağı gibi… Zaten bütün mesele burada düğümlenmektedir: Batılı bilimsel kafanın varlığına katiyetle inandığı, sürekli tesbite çalıştığı, insanların ferden ya da topluca davranışlarını belirleyen ve insan iradesinin üzerinde tasarruf sahibi olan “sosyolojik, psikolojik ve iktisadî kanunlar” YOKTUR. Bunun yerine her insanda gömülü, esasında bir, ama teferruatında ayrı, cemiyeti oluşturan odak noktalarında billurlaşan sabitler vardır. Ölümsüzlük ve buna bağlı tahakküm arzusu, bir düzen içinde olma ve bir üst varlığa sığınma ihtiyacı ile inanma iştiyakı, fert şahsiyetinin derinliklerinde yatan sabitlerdir. Bunlar her insanın içinde kuvva/potansiyel olarak mevcut olan, ancak çevre tesiriyle açığa çıkan hasletlerdir. Yok edilemez, ancak yönlendirilebilirler.

Bu yönlendirme işini faiz üzerinden bir dahaki yazımızda etraflıca açıklayacağız.

Baran Dergisi 562. Sayı