Malum, “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” İbda’nın temel tarih tezidir. Bu bir “sabit ölçüdür”; hem zamanın maksatlılığına işaret eder hem de insanoğlunun bu dünyadaki bütün serüvenini açıklar. Lisan, ahlâk, din, gelenek, kültür, cemiyet ve tabii ferd ve benzeri olguların hepsi medeniyet tarifinin inhisarı içindedir. Ancak bir yere nisbet etmeden, mesnedsiz bir şekilde “madem vaziyet bu, geri kalandan bana ne” yaklaşımı ise, Müslüman olmanın esasına aykırı. Çünkü doğan her yeni ferd açısından, ondan öncekilerin ortaya koyduğu hakikatlerin öğrenilip hazmedilmesi gereği açıktır. Her nesil, cemiyet zincirini oluşturan bir halkadır ve inşâı lazım gelir. Bu ise ilk önce mevcud bilgi birikimini “bünyeleştirmeyle” mümkün olabilir. İnsanı, içgüdüleriyle yaşayan hayvandan ayıran en temel fark budur. İnsan mecburen bir tenkid şuurunu haizdir ve varlığını “nefy” ile, kendini “diğerlerinden” ayırarak ispatlamaktadır. Bu da her daim çevresinden aldığı ve şuurunu oluşturan bilgilere istinaden dışındakileri –bu “dışındakilere” kendi beninin objesi olan iç dünyası da dahildir- sorgulama anlamına gelmektedir. Bu sorgulama, şuurun derinliklerine yerleşmiş sabitler vasıtasıyla olur ve bu sabitlerin her insan açısından en yakîn olanı, onun “ben” bilgisidir. Meşhur “kendine bilen Rabbini bilir” hikmeti, bu “yakîn/varlığı isbata muhtaç olmayan” bilginin insanı son tahlilde Yaradan’ı kabule zorlayacağına işaret etmektedir. Zihinde o kişinin mizacına mutabık bir biçime giren muhatab kaldığı bilgi yığını, İbda Fikriyatı’nın bize öğrettiği “mânâların suretlere ihtiyacı” hikmeti mucibince sürekli şablonlar ve modeller halinde hafızada depolanır ve şuur süzgeci dediğimiz temel modeli oluştururlar.

Birkaç kez temas ettiğimiz bu meseleyi, iktisadın da içinde olduğu bütün beşerî tezahürlerin ilk insan ile beraber mevcud olduğunu hatırlatmak maksadıyla yazımızın girişine koyduk. İnsan, tarifi gereği medenîdir, ancak bu medenîliğin kaynağı onun tabii hali, biyolojisi değildir; öğrenilmiş bir medeniliktir bu. Aksi olsaydı, “malul bir hayvan” olan insanın yeryüzünde yaşaması mümkün bile değildi. İnsanın başlangıçtan itibaren medeniyet emareleri gösterdiğini, Batılı bilim dalları arasında inançsızlıkta zirveyi kimseye kaptırmayan antropologlar bile kabul etmek zorunda kalıyorlar. Zira, en basit insanların dahi organizasyon dehasına malik topluluklar halinde yaşaması bir tarafa, dediğimiz gibi, bu kadar bedenî eksiklikle insanın yeryüzünde varlığını sürdürmesi izah edilemiyor.

İnsan olmanın öğrenilmesi zorunluluğu, toplu yaşama zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Her ne kadar kendini cemiyetten tecrit etmiş ferdler olabilirse de, bunlar belli bir birikimden sonra ancak bu izolasyonu gerçekleştirebilmektedirler. Yani tek başlarına da olsalar, cemiyeti bünyelerinde her gittikleri yere taşımaktadırlar. Ferd kelimesi bile bir cemiyetin varlığını ihsas etmektedir. Hülasa, ferdler toplu ya da tek yaşasınlar, içtimaî davranış kalıpları içinde kalırlar.

Aslında ahlâk, doğrudan ferdi hedef gözetir ama içtimaî bir mahiyet arz eder; nihayetinde onun tabiî bir dalı olan iktisadın da aynı mahiyeti taşıması kaçınılmazdır. Ahlâkın, ferdin ruhuna sinmiş ve benliğini kendisiyle tanımladığı “kurallar” tarifine istinaden, doğruluğu ya da yanlışlığı ayrı bahis, ne yapıyorsa ahlâkının o olduğunu söyleyebiliriz; yani yaptığı her faaliyet –bazen şuursuz hareketleri bile- ahlâkın alanına girer. Tıpkı bunun gibi, hayatını idame için yaptığı her şey de tabii olarak iktisadın sahası içine girmektedir.

Tam bu noktada araştırmamızın seyri açısından önemli bir hususa değinmek istiyoruz. Her insanda, fıtratında gömülü canlı kalmak arzusundan kaynaklanan ama “sureti/formu” öğrenilmiş bir iktisad bilgisi mevcuddur. Hatta bir çocukta bile en iptidai haliyle vardır bu. İster ferd ister topluluk halinde olsun insanın yiyecek, içecek ve barınak ihtiyacını gidermek zorunda olmasından doğan iktisad bilgisinin, basitten karmaşığa doğru bir istikamet çizdiğini görmekteyiz. Yazı yazma, sayı sayma, kayıt tutma, mesele karmaşıklaştıkça devreye giren hadiselerdir. İktisad ve medeniyet arasındaki münasebeti bu olgulardan da izleyebiliriz.

Diğer taraftan, insanların ferden ve toplu olarak icra ettikleri ve varlıklarını idame için mecburi faaliyetlerini inceleyen ise iktisad ilmidir. Üretim, tüketim ve toplu yaşamanın en kemal hali olan, tesiri her tarafa şamil devlet müessesesinin mahiyeti, bu ilim dalının son tahlilde ana konularını oluşturmaktadır. İnsanların ihtiyaçlarının keyfiyette aynı olsa bile kemiyette çok büyük farklılıklar arz etmesinden ve nihayetinde ihtiyacın kültürel/medenî bir mahiyet belirtmesinden dolayı, devlet müessesesinin mevcudiyeti ile birlikte –ki bu da yine ilk peygamberin kurduğu devlet idi- üretim ve tüketim münasebetlerinin idareciler tarafından tahlil ve tanzim edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. İdare sanatının bir gereği olarak –o an nasıl tanımlanıyorsa tanımlansın- iktisadın en başından itibaren devlet yöneticilerinin ilgi sahasına girmesinin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.

Tabiî haliyle herkeste mevcut iktisad bilgisi ile bu bilginin incelenip cemiyetin yönetilmesini hedefleyen iktisad ilmi arasındaki fark, ahlâk ile felsefe arasındaki farka benzemektedir. Cemiyetin tabii olarak gerçekleştirdiği iktisadî davranışların kurallarını, bu davranışların arkasındaki saikleri tesbit ve akabinde bunları belli bir maksada matuf bir şekilde kullanma iktisad ilminin esasını oluşturmaktadır. Burada iktisad; psikoloji, sosyoloji, hukuk, siyaset, coğrafya, kimya, matematik, ilahiyat vb. bilimler ile ortak kümeler teşkil etmektedir. Resûlullah (SAV)’in ilimleri “tıb ve din ilimleri” diye ikiye ayıran hadisine istinaden İbda Mimarı’nın, sezgiye dayalı muhakeme neticesi bulunan bütün nazarî ve tecrübî ilimleri “adlî tıb” ana başlığı altında topladığını, dergimizde tefrika edilen Ölüm Odası-B Yedi eserini takib edenler bilirler. Gerçekten iktisad, tüm teorik ve tecrübî ilimler ile ilişkide bulunan ve dolayısıyla hepsinin ortak paydası olan bir ilim dalı. Bu yüzden İbda Mimarı’nın “adlî tıb” tabiri ile isimlendirdiği ve birbirleriyle organik ilişki içindeki ilimler külliyatının belki de en merkezî noktasını iktisad işgal etmektedir.

İncelememiz süresince kâh tabii iktisad bilgisini kâh iktisad ilmini merkeze alacağız, ama daha çok, ana temeli oluşturduğundan ve kaideler kendisinden çıkarıldığından tabii iktisadın üzerine eğileceğiz. İktisad ilmini de, kural ihdas etmiş iktisadî düşünce ekollerini incelemek için ele alacağız; verileri toplama ve yorumlama usullerini, bu usullerin, kurucularının fikrî ve ahlâkî bünyeleriyle münasebetini ve elbette bu kişilerin maksadlarını tetkik edeceğiz. Tüm bunları da, İbda’nın iktisad anlayışının arka fonunu oluşturmasını gaye edindiğimiz tezimize malzeme temini için yapacağız. Yani Batılıların iktisad ilmi nazarımızda malzeme hükmündedir. Zira iktisad, diğer tüm beşerî ilimler (psikoloji, sosyoloji vb.) gibi, izafiyeti objektifliğine ağır basan bir ilim dalı…

Mustafa Özel’den bahsimize işaret eden bir iktibas yaparak bu haftaki yazımızı tamamlayalım:

“Schumpeter ünlü eseri İktisadî Analiz Tarihi’ne iktisadî düşünce ile iktisadî analiz arasında bir ayırım yaparak başlıyor: ‘İktisadî analizin tarihi ile, insanların ekonomik olguları anlamak için gösterdikleri fikrî çabaların tarihini veya, aynı şey demek olan, iktisadî düşüncenin analitik veya bilimsel veçhelerinin tarihini kastediyorum.’ İktisadî düşünce bilimsel değil midir? Schumpeter böyle bir iddiadan çok, şunu dile getiriyor: ‘Ekonomik konulara ve özellikle bunlarla ilgili kamu politikalarına dair, herhangi bir devir ve yerde insanların kafasında dolaşan görüş ve arzuların toplamı iktisadî düşünceleri meydana getirir.’ İktisadî düşünceden iktisadî analize geçiş ise, hazırlayıcı bir takım evrelerden sonra, Adam Smith'in ünlü eseri Milletlerin Zenginliği (1776) ile başlar.”

Baran Dergisi 520. Sayı