Son bir asırdır İslâm’da reform sapkınlığının işbirlikçi rejimler vasıtasıyla dayatılması sonucunda İslâm ve onun mefhumları büyük bir saldırıya maruz kaldı. Müslümanlık “araçsallaştırıldı” ve hamaset edebiyatının bir unsuru yapılmaya çalışıldı. Bu hal aslında bütün İslâm âleminin ortak sıkıntısı, lakin halkımıza İslâm konusunda rehberlik edecek zevatın cumhuriyetin başlangıcında cebren susturulmaları ülkemiz özelinde daha farklı bir vaziyet doğuruyor. İslâm’ı öğrenme ve öğretmenin zorla yasaklandığı bir dönem yaşadı bu ülke… Bundan maksadın ne olduğunu anlamak zor olmasa gerek: İslâm’ı yok etmek, bu mümkün olmaz ise onu dönüştürmek. Anadolu insanının buna tepkisi, hayatını dünyevî ve dinî şeklinde ikiye ayırmak ve korunma/savunma refleksiyle dinî hayatını rejimin uzantılarından izole ederek “kistleştirmek” oldu. Cemaat ve tarikatların, kemiyet olarak, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyümesinin sebebi bu savunma refleksidir. İşin komik tarafı şu ki, laik rejim, düşmanı olduğu İslâm’a ve onun temsilcileri olarak arzı endam eden cemaatlere, şu veya bu sebepten –korku, oy kaygısı, sisteme eklemleme arzusu, vs.) belki Osmanlı’dan çok daha fazla tolerans göstermiştir. Belki de bunu serbestliğin getireceği yozlaşmaya çanak tutmak amacıyla yaptı. Burada meselemiz bu mevzuyu incelemek değil. Ancak bu savunma biçimi, insanımızın imanını muhafaza etmesini sağlarken, ülkedeki fikrî vasatı çoraklaştırdı. İnsanlar, korunma refleksiyle zihnen içlerine kapanmayı tercih ettiler. Netice olarak da, fikrî meselelerde algı eşiği düşük bir cemiyet haline geldik. Tartışılan konulardan bihaber, neye düşman neye dost olduğuna bilmeyen bir topluluk... İslâm’ın şiarlarını ve iman esaslarını muhafaza eden, ama bunların içlerinin boşaltılmasına karşı koyamayan büyük bir insan kitlesi… Üstad’ın ifadesiyle “Anadolu insanı hisleriyle doğru yolu bulur” ancak bulduğu yolun niye doğru olduğunu, akabinde neyin geldiğini ona gösterecek fikir mihrakına uzak kalmıştır. Bu uzak kalışta, cemaatlerden hoşgörüyü esirgemeyen laik rejim en büyük pay sahibidir. Hamaset yaptığım sanılmasın: Sadece dergi dağıttığı için “bu görüş İslâmi bir rejim kurmayı savunduğuna göre onun dergisini dağıtan da aynı şekilde düşünüyordur” mantığıyla İbda bağlılarına verilen idam cezalarını “herkese ders olsun, kimse bunlara yanaşmasın” anlayışından başka neyle izah edebiliriz? Müslüman halk ile İbda’nın buluşmasını engelleme çabası maalesef halen sürüyor, özellikle de adı İslâmcı ancak kendi reformist sapık kesimlerde.

İlk bakışta iktisad ile doğrudan bağlantılı görülmeyen bu konuya niye girdik? Geçen sayılarımızda birkaç kez reformist kesimden gelen, müçtehid imamların iktisad ile alakalı içtihadlarının günümüz meselelerine karşılık veremediği hezeyanlarından bahsetmiştik. Bu hezeyanların merkezinde bilhassa faiz meselesi vardı. Normalde faiz Batı iktisadçıları arasında dahi netameli bir konuyken, yüzyıldan uzunca bir süredir, faizin günümüz iktisadının zaruretleri kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinden faiz ile ribânın aynı şeyler olmadığı iddiasına kadar birçok argümanla ortaya çıkan ve İslâm ülkelerinde faizin serbestçe uygulanmasını savunan reformist görüşler var. Bu görüşler arasında kategorik farklılıklar bulunmasına rağmen, ortak iddiaları müçtehid imamların faiz konusundaki içtihadlarını dar tuttuğu ve elbette faizi yasaklayıp lanetleyen hadislerin uydurma olduğu… 

İbda Hikemiyatı’na göre, bütün bilim kolları edebiyatta toplanır. Zira edebiyat doğrudan lisanla alakalı, onu geliştiren ve onunla gelişen, insanların onsuz yapamayacakları temel bilim dalıdır; yani insanların onsuz düşünemeyecekleri lisanın üzerine doğrudan ve ilk elden oturan bilim dalı. Hayat dil, yani tarifler üzerine kuruludur ve her bir tarif “efradını cami, ağyarını mani” hüviyettedir. Edebiyat, lisanın kullanımında bu tariflerin yerli yerinde kalmasını, dönüşümlerinin bir hafıza birikimi içinde tedricen gerçekleşmesini sağlar. Edebiyat lisanın muhafazası için hayati önemdedir. Bu önemi reformizm meselesinde en bariz bir şekilde müşahede etmekteyiz.

Reformist sapıklar, işe, İbda Mimarı’nın “kelimelerin geliş gidişlerinden mana çıkarmak” şeklinde tavsif ettiği veçhile, Arapça mefhumların manalarını çarpıtarak başlamışlardır. Elbette Arap dilinin hakkıyla korunması hasebiyle muvaffak olamamışlarsa da, bu teşebbüslerini kesintisiz biçimde sürdürmekte, Kur’an ve sünnetteki kelime ve mefhumları sürekli olarak yeniden tanımlamaya, onlara farklı anlamlar yüklemeye çalışmışlardır. Bütün bilimlerin başının niçin edebiyat olduğuna dair herhalde son bir asırlık reformizm saldırısından daha iyi bir örnek gösterilemezdi. 

Biz de bu sebepten üzerine eğildiğimiz içtihad mefhumunun tanımını yaparak bahsimizi sürdürmek istiyoruz. Arkasından içtihadın iktisad konusunda niçin bu kadar mühim olduğu anlaşılacaktır kanaatindeyiz.

Üstad’ın içtihad bahsini çerçeveleyen ve bir çırpıda yerine koyan hükmü ile başlamamız en doğrusu olacaktır: 

«Bir konferansımda bana sordular:
- Devrimizde içtihâd kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?

Şu cevabı verdim:

- “Devrimizde ve her devirde içtihâd kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak... Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkânsıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir “imkânsız” ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil...

Cins atların atladığı, meselâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlıkarınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?.. Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?..Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihâd kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük mütefekkirler gelebilir ve bunlar asır yenileyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbâni Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilâf pürüzü yoktu.”
(…)
O halde amelde dört ve itikatta iki mezhep bir “bütün” belirtirler ve “sünnet ve cemaat ehli” yolu olarak tekleşirler…

İşte bunlardır ki, İslâm vücudunun derisinde mikropların nüfuz etmesine mâni her temizliği yerine getirmişler, hiçbir (port d’antre-giriş kapısı) bırakmamıştır, kendilerinden evvelki sapık telâkkileri yerle bir ettikleri gibi istikbale ait oluşların da nirengi noktalarını heykelleştirmişler, iyi ve kötünün mizan üssünü kurmuşlardır.

Bundan böyle içtihâd, ancak bunların kurduğu binaya yeni katlar çıkarak olabilir ki, o da içtihâd değil, şer’î tatbik ve yenileme mânâsına alınabilir.»(NFK, Doğru Yolun Sapık Kolları, sh. 100-102)

Özellikle iktisadî bahislerdeki içtihada dair genel değerlendirmemizi bu minval üzere yapacağımız belirttikten sonra TDV İslâm Ansiklopedisi’nden içtihad tabirinin anlamlarını aktaralım:

«Sözlükte “çaba göstermek, bütün gücünü kullanmak, ısrarlı olmak, zahmet çekmek” anlamındaki cehd kökünden türeyen içtihad “bir konuda elden gelen çabayı sarf etmek, bir şeyi elde edebilmek için olanca gücü harcamak” demektir. Aynı kökten türeyen cihad ve mücahede kelimeleri, mahiyetleri farklı da olsa “çaba sarf etmek” ortak anlamında içtihad kavramıyla örtüşür. Kur’an’da içtihad kelimesi geçmeyip bazı ayetlerde “cehd” ve “cühd” anılan sözlük anlamında kullanılır (el-Maide 5/53; el-En’am 6/109; et-Tevbe 9/79). Hadislerde bunun yanında içtihad, “kadı ve yöneticinin doğru hükme ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermesi” manasında kullanılmış ve bu son kullanım, kelimenin fıkıh literatüründe kazandığı terim anlamı için adeta başlangıç teşkil etmiştir. Terim olarak içtihadın. ekol (mezheb) ve fakihlerin farklı bakış açılarını ve kavramın içeriğinde zamanla görülen genişlemeyi yansıtacak şekilde birçok tanımı yapılmış olup, bunların ortak noktasını. “fakihin herhangi bir şer’î hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşabilmek için bütün gücünü harcaması” fikri teşkil eder. Tanımda “şer’î hüküm” kaydı aklî, maddî ve örfî konularda yapılan akıl yürütmeleri, “zannî bilgi” kaydı da dinin kati hükümlerini bilmeyi dışarıda tutmayı amaçlar. Şer’î hüküm, konuyla ilgili bir nas bulunduğunda onun anlaşılması ve yorumlanması suretiyle, bulunmadığında ise çeşitli metotlar işletilerek elde edileceğinden, tanımda şer’î hükmün kaynağı ve elde edilme metodu genelde yer almaz. 

İslâm’da Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünneti dinî hükümlerin aslî iki kaynağı ve belirleyicisi olmakla birlikte bunların kabulü, anlaşılması ve yorumlanması akılla mümkündür. Bu sebeple nakil ve akıl birbirini dengeleyen bir işlev ve öneme sahip olmuş, içtihad da nakil karşısında aklın bu işlevini temsil eden kavramlar arasında merkezi bir yer işgal etmiştir. Kıyas, rey, istidlal, istinbat, fıkıh gibi yakın içeriklere sahip kavramlarla birlikte içtihad, nasların lafız, mana ve bilinçli boşluklarında gizli şer’î-amelî ahkâmı ortaya çıkarmaya yönelik beşerî çabayı ifade eder. Bu çabayı gösteren kimseye müçtehid, hakkında içtihad edilen konuya da müctehedün fih denilir.» (TDV İA, İçtihad maddesi)

Son olarak yine aynı kaynaktan ve son derece önemli olan içtihad ile fetva arasındaki fark:

«İçtihad ile ifta (fetva oluşturma) ve kaza (yargı) kavramları arasındaki ilişkiye gelince, içtihad ve fıkhın nassları anlama çabasının teorik boyutu ve metodolojisiyle. ifta ve kazanın ise daha çok ulaşılan sonuçların uygulanması boyutuyla ilgili olduğu görülür. Diğer bir ifadeyle kaza ve bir yönüyle ifta, fıkıh ve içtihadın kurumsal ve resmî işleyişini ifade etmektedir. Hâkimin içtihad ehliyetine sahip bulunması arzulanan, hatta kural olarak gerekli görülen bir husus olsa da, Tabiin döneminden itibaren bu şartın gerçekleşmesi çok defa mümkün olmamıştır. Bunun için de içtihad derecesine ulaşmayan hâkimlerin tayin edilmeye başlandığı ileri dönemlerde, hukukî istikrar ve emniyeti sağlamak amacıyla, kendilerinden kabul görmüş içtihadların dışına çıkılmamaları istenmiştir. Yargılamada kanunlaştırma niteliği taşıyan yarı resmi mezhep uygulamasıyla birlikte kazaî içtihadın dar bir alanda sınırlı bir tercih faaliyetine dönüştüğü söylenebilir. Farklı içtihadlar, teorik değer bakımından birbirine eşit olmakla birlikte, istikrarın gerektirdiği durumlarda kamu otoritesinin mevcut görüşlerden birini yürürlüğe koyabileceği kabul edilmiş ve bu tercih diğer içtihadları mahkûm etme değil, tıpkı içtihadî konularda hâkimin kararının önceki ihtilafı ortadan kaldırması şeklinde anlaşılmıştır. Osmanlı hukukunda kadıların yargı birliği ve hukuk emniyeti gibi gerekçelerle belli bir mezhebe göre hüküm vermeye, hatta o mezhebin muteber kitaplarının dışına çıkmamaya mecbur tutulması da aynı sürecin devamı mahiyetindedir.» (Age)


Baran Dergisi 586. Sayı