Şöhretli adıyla “Kumandan” olarak da bilinen sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun kimliği aslında çok kapsamlı… Bir dünya görüşüyle karşımıza çıkan mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun fikirleri, kimliğimizle yakından alakalı… Bundan dolayı “Kumandan kimdir?” sorusu, “ben kimim?” sorusuyla irtibatlı… “Ben kimim?” demek ise, “ölüm nedir?” demeyle eş anlâmlı… Demek ki, mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu vasıtasıyla, hayatı ve ölümü yorumlayan bir dünya görüşünden, eşya ve hâdiselere bakış tarzımızdan bahsediyoruz… Hayatı anlayıp yorumlayabilmek için, eşya ve hâdiseler karşısındaki tavrımız için, bize her ân lâzım olan pusula değerindeki fikirler…

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun vasıflarına bir göz atalım önce: Kumandan… Mütefekkir… Hâkim… İlm-i ledün sahibi… Fâkih… Mübdî… Çağımızın İslâm diyalektiği, İslâm hikemiyatı, İslâm metedolojisi ve İslâm stratejisi kurucu… Vâris ve Mehdi… Zâhir ve bâtın Ehli…Tevil ve Tâbir Ehli… Kelam ve Mânâ Toplayıcısı… İslâm’a Muhatab anlayışın örgüleştiricisi… Tarih-Hâl- İstikbâl muhasebecisi… Aksiyon cephesi örgüleştiricisi… İslâm siyaseti, İslâm iktisadı, İslâm estetiği ve ahlâk davasının ölçülerini verici… Kısaca: Yeni zaman ve mekân meseleleri ve çözümleri, yani topyekûn bir dünya görüşü sahibi…

Şimdi bu vasıfların fonksiyonları üzerinde duralım:

İslâm hikemiyatı bilinmezse, “İslâm, sınıfsız bir toplumdur.”, “İslâm, ilim ve akla uygundur!”, “İslâm felsefesi” gibi saçmalıklara düşülür… İslâm hikemiyatı ve diyalektiği, aynı zamanda  İslâm itikadının korunması demektir; İslâmî ölçülere doğru bakabilmenin “ölçülendirme ölçüleri” demektir.

İslâm diyalektiği bilinmezse, çağın yeni meselelerine karşı diyalektik geliştiremeyiz ve böylece İslâm’ı eşya ve hâdiseler zemininde yürütemeyiz… İslâm diyalektiği bilinmezse, İslâmî hikmetler donuk ve ölü klişeler halinde kalır, onlara hayatiyet kazandıran İslâm diyalektiğidir. Meselâ: İmâm-ı Gazâli Hazretleri, öncelikle devrinin ilmiye sınıfına yüklenmiştir, devrinin fıkıhçılarını yerden yere vurmuştur…İmâm- Gazâli Hazretlerinin zuhur ettiği devirde, İslâm’ın ruhunu ve özünü kaybedip, işi malûmatfuruşluğa döken ilmiye sınıfı, İslâm’ın önünde en büyük engel olmuştu.İmâm- Gazâli Hazretleri büyük bir feraset ve üstün bir diyalektikle bunu görmüş ve bozulan ilmiye sınıfına saldırmış ve onları imha ederek İslâm’ın önünü açmış ve getirdiği sistemle de İslâm anlayışını yenilemiştir. Bu bir İslâm diyalektiği bilmenin neticesidir; çünkü İslâm’ı kurtarmak ancak böyle bir yolla mümkün olmuştur. Başka bir misal: Ebussuud Efendi de Müslümanların temiz anlayışını ifsad eden ve İslâm için bir tehlike olan Şiiliğe karşı verdiği öncü fetvalarla ferasetli ve diyalektikli davranmış, kuru malûmatçı ve ezberci ulemanın üstüne çıkarak İslâm’ı kurtarmıştır; büyük bir ileri görüşlülükle ve üstün bir diyalektikle, “Şiilere kâfir demeyenler bile kâfirdir.” diye fetva vermişti… Öncelikleri hesaplama, ileri görüşlülük, fikrin tertibi (diyalektik) İslâm siyaseti… İslâm binasını koruyucu “fâkih” ancak böyle olur…

Türkiye’de İslâmcı hareketin başlatıcısı Büyük Doğu Mimarı Mütefekkir Necip Fazıl’dır; hareketin sistemini kuran, dâvânın aşkını, vecdini, estetiğini, diyalektiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretlendiren, hedeflendiren, istikametlendiren O’dur, İslâm’a muhatap anlayışın “nasıl”ını çerçeveleyen O’dur… İBDA Diyalektiği adlı eserinin tahkiminde mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise şöyle diyor:

“Bu eser… Büyük Doğu Mimarının elimize tutuşturduğu reçete üzerinde, İslâm fikir ve aksiyonunu tezgâhlamanın ana kalıbıdır.

Bu eser… İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarıdır.”

Fıkıh… bir şeyin hakikatine nüfuz etme… Kendisine hüküm taallûk eden gizli bir mânâya vakıf olma, bilme…

Istılahta ise fıkıh; “insanın amel cihetiyle lehine ve aleyhine olan şer’î hükümleri bir meleke halinde bilmesi” demektir. Diğer bir tabire göre fıkıh; “ameliyata, yani ibadet, ukûbât ve muamelâta müteallik şer’î hükümleri mufassal delilleriyle bilmek”ten ibarettir…

İslâm’ın dışında kalan fikirler, İslâm’a uygun fikirler… Reddedeceğimiz ve kabul edeceğimiz fikirler… “Her fikir, zıddını dışarıda bırakmanın diyalektiğidir” aynı zamanda…İmâm- Gazâli Hazretleri “fıkh”ın anlayış mânâsına geldiğinin altını çizmiştir… “İslâm’a muhatap anlayış” davası… Demek ki, BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışı, bizim lehimize ve aleyhimize olan şer’î hükümleri bilmemiz için gerekli “ilmi” halimizdir.

İlim, “ilmihâl” bilmektir… “Hâl”in ilmi?.. Zamanın meselelerine İslâm’ı tatbik edebilmenin ilmi… Onunla yürüyeceğimiz bir görüş (rey), bir anlayış (fıkıh), bir sistem… Yürüyen-hareketli bir anlayıştan bahsettik; demek ki, “hâl”in ilmi ancak İslâm diyalektiğini bilmekle mümkün… Malûm; diyalektik, hareketlidir.

Fıkıhçı jandarmadır; İslâm binasının içine onu imha edecekleri sokmaz… İşte İBDA Diyalektiği de budur; “fıkıh”ın yürüyen hâli de böyle olur… Yoksa ezbere ölçü tekerlemeciliği ve kuru kalıp bilgilerinin klişeler halinde tekrarı ile değil… Zamanın ihtiyaçlarına göre fetva vermek, İslâm diyalektiğini bilmekle mümkün ancak… Tıpkı zamanın İslâm diyalektiğini bilenİmâm- Gazâli Hazretleri, Ebussuud Efendi ve diğer gerçek ulemasının verdiği fetvalar gibi… Zamanlarında, İslâm anlayışını yürütmüşler, zıtlarından ayırmışlar, tehlikelerden-sapıklıklardan korumuşlar…

Zamanın ihtiyaçlarına ve yeni çıkan meselelere göre fetva-yorum verme zaruretinden -ki, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tevil ve Tâbir Ehli” olduğunu söylemiştik- dolayı sonraki ulemanın fetvası, önceki ulemadan daha geçerlidir. Çünkü “hâl”e en yakın ve uygun olanı onlardır ve geçmişi de içlerinde barındırmaktadır. “Zamanın sahibi” meselesi… Mehdi meselesi… Keza İmâm- Gazâli Hazretlerinin İslâm’a muhatap anlayışı da, zamane fıkıhçılarını yerden yere vurarak ve zamane sapıklarını bir bir temizleyerek billurlaşmıştır…İmâm- Gazâli Hazretleri en başta, devrinin donuklaşan fıkıhçılarına karşı çıkmış ve ayrık otlarını İslâm arsasından temizleyerek zamanın sorunlarını çözmüştür…İmâm- Gazâli Hazretlerinin tavrı, İslâm diyalektiğini bilmenin ve ilmi de ona göre sıralamanın usulü, metodudur… Kısaca söylersek, İslâm diyalektiği bilinmedi mi, İslâm güme gitti demektir, ölçüler ağızlarda ölü bilgiler hâline geldi, demektir. Demek ki, sadece ilim yeterli olmuyor, ilmin de muradı olan, İslâm diyalektiği, hikemiyatı, siyaseti ve bâtını gerekiyor; İslâm’a muhatap anlayış gerekiyor…

Bütün ilimlerin sultanı fıkıhtır… Hem zâhiri, hem bâtıni tarafı olması gerek fıkıhçının… Bâtın tarafı görenler üst tabaka… Daha sonra reyleriyle iştirakte bulunanlar… Sonra anlayanlar… Anlayanı anlayanlar… Taklid edenler… Herkes yerini bilmeli önce…

“Fıkıhçı, jandarmadır” dedik… Fıkıhçı, İslâm binasını bütün tehlikelerden korur… İslâm binasının bütün “iç” ve “dış” tehditlerden, bütün bidat-ayrılık tohumlarından, “doğru yol-kurtuluş yolu” anlayışı sapmalarından korur…

Dini değiştirmeye, bozmaya, reforme etmeye çalışan, hak mezhepleri tanımaz müçtehid taslakları, beşinci kol gibi çalışan din yıkıcılarıdır, din kisvesi altında dini yıkmaya çalışan, İslâm düşmanı mihraklara hizmet veren ve dinini dünyalık için satan mevki ve koltuk heveslileridir. Kuru akılcı ve dini içten yıkıcı bu reformist ve mezhepsiz grubun en haz etmediği ve en düşman oldukları yol, BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışının “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin çerçevelediği yoludur…

BD-İBDA İslâma muhatap anlayışı, “Sünnet ve Cemaat Ehli” yolunun çağımızdaki zinciridir; birbirine eklenen halkalar hâlindeki “Fırka-ı Naciye-Kurtuluş Yolu” çizgisinin son halkasıdır. Büyük Fâkih İmâm-ı Azam Ebu Hanife’nin özlü tarifiyle fıkıh, “kişinin lehte ve aleyhte olan şeyleri fehmetmesi (anlaması)” olduğuna göre, “Kurtuluş Yolu” çizgisi üzerinde lehimize ve aleyhimize olanları belirten BD-İBDA İslâma Muhatap Anlayışı’nı kavramamız, dinî bir vecibe olarak karşımıza çıkar… “İslâma muhatap anlayış” olmazsa, lafta “Kurtuluş Yolu” bağlısı oluruz ve “Sünnet ve Cemaat Ehli”ne eklenen halka olamayız… “Ehl-i Sünnet” olduğunu söyleyip küfre çeşni olan gruplar buna misâldir…

İtikâdi ve ameli mezhepler “Hak Mezhepler” olarak billurlaşmıştır, itikadî ve amelî mezhepler sağlam bir şekilde çerçevelenmiştir; dolayısıyla  yeni bir içtihada gerek yoktur… Çağımızda İslâm’ın tekrar yeşertilmesi, mütefekkirler-fâkihler eliyle olabilecektir ancak… Muhatap anlayışın yenilenmesi; diyalektik, estetik, ahlâk, siyaset vesair mevzuların küllî bir bakışla ölçülendirilmesi, İslâm’ın hakikatine nisbetle yorumlanması ve bunun sistematiğinin kurulması…

Dinî ölçüler kıyamete kadar bâkidir; ilâhî koruma altındadır. Fakat sual ve mesele şudur: Ölçüler yerli yerinde, ama ölçülere bakan göz nerede?.. İslâm, ama hangi İslâm?.. 73 Fırka var, “Kurtuluş Yolu” hangisi?.. Her müslümanın cevabını araması gereken soru… Çağımızdaki Müslümanların asıl sorunu “İslâma Muhatap Anlayış” zaruretinin idrak edilip bunun özümsenmesidir… İslâm tek, fakat akıl sayısınca yol çok; Doğru Yol hangisi?.. Tekrar edersek, çağımızda Müslümanın asıl soru ve sorunu budur…

Her çağda değişik karakterde olan küfür-bid’at propagandasını etkisiz hâle getirecek ve ölçüleri ölçülerin istediği şekilde yorumlayacak “ölçülendirme ölçüleri” lâzım bize, yüzyıl İslâm diyalektiği lâzım bize… İşte İBDA Mimarı mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da burada devreye giriyor ve BD-İBDA İslâma muhatap anlayış sistemiyle jandarma görevini yerine getiriyor; fâkihlik görevini yerine getiriyor. İşte gerçek ulema da bu “anlayış” çerçevesinde doğar…

Fıkıhçı jandarmadır; eline alınca kitabı meselenin nereden geldiğini görüp, yerini gösterir. Çağımızın yeni meseleleri için BD-İBDA Külliyatı da reçete mahiyetinde başvurulacak kaynaktır, bakılacak mahaldir… İBDA, bakılan yer olmuştur, başkasına bakacak değiliz! İBDA mihrakının boy ölçüsünü aziz tutup, ölçünün de ondan olduğunu bilmek zorundayız… Telkinle alınanı tahkikle bulmak, zevken ve tahkîken idrak etmek…

“Bakılacak yer”in önemi açısından Hyman Rıckover’in şu sözünü aktarmak istiyorum: “Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur.”

Her çağın karakteri ayrı ve ulemasının da çağın gerekli işleriyle uğraşması şart… Gerçek ulemanın, yaşadığı çağın fikrî, siyasî, asker vs. mevzu ve meseleleriyle uğraşması şart… Böyle bir işi de, çağın meselelerinin karmaşıklığına ve iç içe girmiş olmasına nazaran “küllî bir anlayışa” sahip olanlar yapabilir… İşin ruhunu ve özünü anlamayan ve “ilm-i fıkıh”ın kışrında kalan ezberciler, “kitap yüklü merkep” tarifine girer ancak; gerçek ulema sınıfına girmez.

İslâm arsasının yeşertilmesi, ancak “küllî bir anlayışa” sahip olanlarca yapılabilir… Çağının mevzu ve meselelerini İslâmî anlayış çerçevesinde çözen ve sistem çapında ortaya koyan, fikirle fiili meczeden fakîh-mütefekkirden bahsediyoruz, İlm-i ledün sahibi zattan bahsediyoruz, lâ dinî mevzuları bile dine nisbet edenden; her şeyi “Tevhid sırrı”nda toplayan “ifrat halde tecrit” sahibinden, “mehd” vasıflı marifet sahibinden bahsediyoruz… “Kelam ve mânâ toplayıcısı” zattan bahsediyoruz… İslâm tasavvufu önünde Batı tefekkürünü hesaba çekip sıçrama tahtası yapandan, aklın da hakkını vererek ruhu tekrar tahtına oturtandan bahsediyoruz… Gerçek ilmiye sınıfı da bu anlayış çerçevesinde doğar, bu anlayış çevresinde yerini bulur… Gerçek ulemanın vasfı bu; yoksa bizdeki goygoycuya ulemadan, fıkıh ölçülerini kuru kuruya geveleyen cahiller sürüsünden, “emsile-bina” okutmaktan, “icarı seleme…” bahislerini ezberlemekten başka bir meseleye kafası basmayan ve kendini de “ulema” zanneden garibanlardan bahsetmiyoruz…

İlm-i ledün… Marifet… Allah’tan ilham yoluyla mânâlar devşirme… Yeni fikir ve İlhamlara gebe olmak… Sürekli yeniliği içinde eşya ve hadiseleri zapt ve teshir görevini ilm-i ledün sahibi fâkih Salih Mirzabeyoğlu yerine getiriyor; benzersiz fikriyatıyla, sistematik düşüncesiyle, çağımızın “iç” ve “dış” meselelerine çözümler getiren diyalektiği, siyaseti ve stratejisi ile… Küfre galebe çalmasının yol ve vasıtalarıdır bunlar… Mütefekkir… Fâkih… Müteferris (anlayışlı)… Müteveffik (üstün)…

Şeriatın kaynağından istinbatı (hüküm çıkarmayı) meleke haline getirmiş kişi; fâkih bu… Olmayanı ortaya çıkaran, istinbat… Gizli ilmi ortaya çıkaran; dindeki gizlilikleri ortaya çıkaran… İcmâl yollu (toplu) olan marifeti tafsile getiren ve nazariyattan zaruriyata çıkaran… İslâma muhatap anlayışı yenileyen … Bâtın ilimde yeni bir anlayış… Ledün ilmi oluyor, üveysî de denir… Fâkihlerin ledün ilmi var… “Bâtın hissesiyle zahirde” gerçekleşebileceği gibi, “zahir hissiyle bâtında” da gerçekleşebilir. Birinciye İmâm-ı Azam Hazretleri, ikinciye İmâm-ı Rabbânî Hazretleri misal… İmâm-ı Rabbânî Hazretleri fâkih ve müçtehid… Fakat İmâm-ı Rabbânî Hazretleri yeni bir mezhep kurmuyor, yenileyiciliğini Hanefî mezhebi üzerine bina ediyor; anlayışı yeniliyor, mezhebi yenilemeye gerek yok… O zamana kadar her şey “vahdet-i vücut”la çözülüyordu, ikinci bin yenileyici İmâm-ı Rabbânî Hazretleri geliyor, “vahdet-i vücut”u “vahdet-i şuhut” olarak yorumluyor, yeniliyor…

Gizlilikleri araştıran ve ortaya çıkaran, yani istinbat eden denince Salih Mirzabeyoğlu’nun bir başka ismi olan “Hafiye” çağrışım yapıyor… Rüyaların izinde, tabirlerin peşinde sevgilisi Ufuk’u (Necip Fazıl) arayan Hafiye’nin Ufuk’un “sana bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin!”dediği yazısını buluşu… Ve o yazıdan kimliğini ışıldatan ve çağımızın bir çok meselesine ışık tutan yepyeni eserler doğuyor; “İstikbâl İslâmındır”ın “nasıl” ve “niçin”i, ruhî roman 6 ciltlik “Tilki Günlüğü”vs. vs.

Yüzyıl İslâm diyalektiği kurucusu mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu şöyle diyor “Necip Fazılla Baş başa” adlı eserinde: “İmân, diyalektiklerin çelmesine takılmama davasıdır.” Bir çok insan, basit hadiselerde bile, imanını güçlendireceğine diyalektiklerin çelmesine takılır kalır. Sistem çapındaki “İslâma muhatap anlayış”, çağın çeşitli fitne ve fesat fikirleri karşısında imanımızı, itikadımızı, amelimizi her şeyimizi koruyandır. Düşünceler üzerinde dondurucu kutup rüzgarları ve kavurucu sahra çölleri eserken; idrakler iğdiş edilmeye, İslâm anlayışı çeşitli şer mihrakları tarafından bulandırılmaya çalışılırken, sistem çapındaki bu anlayışı, yani BD-İBDA İslâma muhatap anlayışını kuşanmamız dinî bir şarttır, fıkhî ve itikadî bir şarttır. Çünkü iş itikadımıza kadar gelip dayanmaktadır. Öyle ki, “İslâm, ilim ve akla uygundur!” demek, “İslâm liberalizm” demek, “İslâm sosyalizmi” demek, “ılımlı İslâm” demek, iman ve itikadımız tehlike altında demektir; diyalektiklerin çelmesini takılıp, imanımız gitti, demektir. Demek ki, İslâma muhatap anlayış ve bunun diyalektik ölçüleri olmadı mı, diyalektiklerin çelmesine takılıp, imanımıza kadar tehlike altına gireriz…

Kur’an ve Hadis’te bulunmayan meseleler hakkında sahabî içtihatta bulunurken “muhatap anlayış” tecelli ediyor; sahabilerin ardından gelenler için de “muhatap anlayış”, “olması gereken” oluyor… Birbirine eklenen halkalar hâlinde Doğru Yol anlayışının tecellisi, İslâm’ın yen zaman ve mekân tecellilerinde yürümesi, pıhtılaşması, billurlaşması… Her neslin Ümmetlik bilincinin tecellisi, eşya ve hadiseler zeminine İslâmın Tatbik Fikri… “İslâma Muhatap Anlayış” bu…

İBDA, Mutlak Fikre nisbetle Vasıta Sistemidir, Tatbik Fikridir; yani kulun memuriyeti gereği hazırlanmış yeni bir dildir… Her dünya görüşü yeni bir dildir ve dili belirler… Yeni bir dünya görüşünün anlamı ise derhal anlaşılmaz. Bu yeni dilin vokabülerini (sözlüğünü) ve sentaksını (söz dizimini) öğrendikten sonra anlayabiliriz ancak… İlmihalimiz bunu öğrenmek olmalı… Zamanımızda bize lazım olan fikirler, bütün hâlinde bu dünya görüşünün içinde mevcut; lehimize ve aleyhimize olan şeyler, dost ve düşman kutupları… Hayatı ıskalamak istemiyorsak, sakat ve sapkın anlayışlara düşmek istemiyorsak, Kurtuluş Yolu çizgisinden zerrece ayrılmak istemiyorsak, ilm-i ledün sahibi fâkih-mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu ve fikirlerini tanımak, tanımlamak ve bünyeleştirmek zorundayız…

İBDA Diyalektiğinden, “muhakeme usulü prensiplerimiz”: “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık, Müdahalecilik.”  

Muhtevası ve birbiriyle irtibatı bir dünya görüşünün diliyle doldurulmuş “muhakeme usulü prensiplerimiz”i başlıklar halinde verdikten sonra, böylesi prensiplerden ve sistemli düşünceden uzak uyduruk ulemanın sakat akıl yürütmesine bir misal: İlahiyatçı bir sapık “likör caizdir!” diyor… Halbuki bir bidon suya iki damla sidik damlatılırsa içmezsin, ikrah gelir… Müminin haramdan kaçışı böyledir!.. Gerçek fâkih’in İslâmî tahassüs ve tefekkürü böyledir; İslâm binasına en ufak bir pisliği sokmaz!..       

Fâkih için, Arapça bilmek de şart değil, müfessir ya da muhaddis olmak da şart değil… “Küllî bir anlayış”a sahip olması yeter idrak ve irfan ehli olması yeter… Marifetullaha sahip olandan, işin özünü kavrayandan, kalıp bilgisi beklenmez… İlmin satırlarda değil, sadırlarda (göğüslerde) olduğunu ve ilmin edep demek olduğunu biliyoruz… Davanın aşkı, vecdi, diyalektiği, estetiği, dost ve düşman kutupları işaretlenmeden, “ölçülendirme ölçüleri” billurlaşmadan nasıl edep şartı yerine gelir?İmâm- Gazâli Hazretlerine soruyorlar: “Fıkıh için ne kadar hadis bilmeli?”… “Bilmeyi bilecek kadar” diye cevaplıyorİmâm- Gazâli Hazretleri… Malûmatfuruşluktan, kitap yüklü merkeplikten, ölçüleri papağanvarî tekrarlamaktan bahsetmiyoruz; “küllî bir anlayış”tan, çağın meselelerine karşı İslâm diyalektiğini sıralamaktan, öncelikleri tesbit etmekten illeti ve marazı tedavi etmekten bahsediyoruz…

Amerika’nın “ılımlı İslâm” projesine uyanları haklı olarak “hainlikle” suçlayan Pakistanlı âlim Yusuf el Kardavî, “yeni bir fıkıh gerek” diyor… İşte İBDA Mimarı mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu yaptığı da bu, yeni bir “fıkıh” ve bunun eşya ve hadiselere tatbiki… Fikir, aksiyon ve sanat mihrakı mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, benzersiz fikriyatıyla İslâm fıkhına da canlılık getiriyor, çağının mes’ulü ve şahidi olarak… Bu mevzu o kadar mühim; çünkü  “İslâm olma” ile “İslâm fıkhı” aynı şey demek…

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, hiçbir mevzu ve meseleye arkasını dönmüyor, diyalektiğinin ve fikrinin pençesine alamayacağı hiçbir mevzu yok; çağın karmaşık meselelerine ve ruhlarda kamaşmaya yol açacak propagandalar ve “zihin yönlendirme” çabalarına karşı İslâm’ın Doğru Yol anlayışını billurlaştırması, örgüleştirmesi… Zihinlerdeki bulanıklığın giderilmesi ve İslâm’ın berrak anlayışının yerleştirilmesi… İslâm binası “iç” ve “dış” tehditlerden en çok ancak böyle korunabilir ve İslâmî diriliş ancak böyle sağlanabilir. Uyduruk ulemanın, sahte sofinin, sözde müçtehid ve yenileyicinin ve ucuz siyasetinin gayret(!) ve çabalarıyla (!) değil… Düşmanın “zihin yönlendirme” planlarına alet olan ferasetsiz, dirayetsiz, hikmetsiz, siyasetsiz, ilimsiz, edepsiz sözde ulema, İslâm binasını korumaz ancak yıkar. İslâm’ın hakikatine nisbetle “zihin yönlendirme” de ancak “İslâma muhatap anlayış”la olur; düşmanın “zihin yönlendirme” çabaları da ancak böyle boşa çıkarılır… Faydalı zarurî varken, faydasız kolayda gezen ve İslâm’ı nefsinde ve çirkef ağızlarında karartan sözde ve uyduruk ilmiye (!) sınıfı, İslâm’ı güçlendirmez ve İslâma hizmet etmez. Bilakis İslâm’dan nemalanıp post derdinde olanlar, İslâm’ın öncelikle imha sınıfındadır.

Uyduruk ulema, zâlim sultan karşısında hakkı söylemediği gibi, küfre devamlı hoşgörü mesajı gönderir; gaza ve cihadın faziletlerinden hiç bahsetmez. Ki, Allah Resulü, 27 gazaya katılmış ve 60’dan fazla çeteyi sağa sola göndermişken; şehidlik en üstün mertebe olarak gösterilmişken… Hepsi birbirinden sapık ve müçtehid taslağı olan bu güruh, İslâm binasının temellerini oymaya bakar, İslâm binasının içine fitne fesat tohumları ekmeye bakar…

Uyduruk ulema, İslâm’ın baştanbaşa samimiyet olduğunu bilmez, “din edeptir, edep ise hadlere riayettir” ölçüsünü bilmez… “İslâm kalbin yolu” olduğunu ve kuru akılla gidenlerin küfre düşeceğini bilmez… İslâm “sır idrakı” ve imanın da “zevken idrak” olduğunu bilmez… “Faydasız ilimden Allah’a sığınmayı” bilmez… İslâm’ın “kaal” değil “hâl” olduğunu bilmez… “Bir hadis bilmiş olan, bütün hadisleri bilmiş gibidir!” hadisinden hiç anlamaz…

“Fıkh”ın bugün bilinen anlamının gerçek anlamından uzak olduğuna dikkat çekmek istiyoruz. Haliyle “ilm-i fıkıh”ın da, gerçek fonksiyonundan uzak olduğunu belirtiyoruz. Bu mevzu, fâkih Salih Mirzabeyoğlu’nun “Sahabilerin Rolü  ve Mânâsı” adlı eserinde,İmâm- Gazâli Hazretlerinden şöyle gösteriyor:

“Bugün kim “Fürû-u fıkıh”ın inceliklerini bilir ve onlarla fazla meşgul olursa, ona “fâkih” derler. Halbuki Birinci Asırda ahiret yolu ve “nefsin afetlerinin incelikleri bilgileriyle” amelleri bozan şeyleri (anlayış ve itikadı bozan) bilmeye, dünyalığa kıymet vermeyip ahiret nimetlerine bağlanmağa ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına “Fıkıh ilmi” denirdi. Nitekim Allah, şu ayette bunu açıkça göstermektedir:

-“Dinde fâkih olup, kavim ve kabileleri döndüğü zaman, onları korkutmaları için.”

Korkutmak kendisiyle mümkün olan; işte bu, fıkıhtır… Yoksa fıkıh, “tâlak, itak, li’an, selem ve icare” meselelerini bilmek değildir; çünkü bu meselelerle ne çekindirme ve ne de korkutma olur. Belki yalnız bunlarla uğraşmak, kalbin korkusunu azaltır ve kalbi karartır; nitekim sadece bunlarla uğraşanlarda gördüğümüz gibi… Bu gibiler hakkında Allah şöyle buyuruyor:

-“Onlar için kalbler var ki, o kalblerle anlamazlar.”

Buradaki “fıkıh” kelimesinden, “fetvaları anlamazlar” değil, “imânın ne demek olduğunu anlamazlar” mânâsı murat edilmiştir… “Fıkıh” ve “fehm-anlayış” kelimesi, lûgatta bir mânâdadır. Araplar arasında eski ve yeni şivelerde ikisi de bir mânâda konuşulur:

-“Bu ise, anlayışlı bir kavim olmadıklarındandır.”(59- Haşr:3)

Allah’tan korkularının azlığı ve insanların saldırılarını büyütmeleri, fıkıh azlıklarına hâvâle ediliyor. Bak bakalım, bunların fakih olmamaları, fetvaların çeşitlerini bilmedikleri için mi, yoksa bizim anlattığımızı bilmedikleri için midir?.. Peygamber Efendimiz kendisini ziyarete gelen bir cemaat hakkında fıkıh meselelerini değil, imân, ahlâk ve amel esaslarını öğretmelerini ve iyi hasletlerini anlatmaları üzerine (“biz böyle iyiyiz, şöyle iyiyiz” dememişler, hasletlerini anlatınca o mânâ çıkıyor), “alimdirler, hakîmdirler, fâkihdirler!” buyurmuştur; halbuki bunların hiç biri diğer mânâda fıkıh meselelerini bilmezlerdi. Zührî Kabilesinden İbrahim oğlu Sâd’a (R.A), “Hangi şehir halkı fâkihdir?”, “Allah’tan daha çok korkan” diye cevap vermekle, fıkhın neticesine işaret etmiştir… Çünkü ilmin bâtınî neticesi fetva hükümleri değil takvadır.”

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere, “anlayış” mânâsına gelen “fıkıh” geniş bir kavramdır ve “ilm-i fıkıh”ı da kapsamaktadır. “Fıkh”ın geniş mânâsı ve bu mânâ sahibinin (fâkih) temin ettiği fıkıh usûlü… Çağımızın “fâkih”ini işaretledikten ve İslâm’ın jandarmalık görevinin altını çizdikten sonra, “fâkih”in getirdiği “fıkıh usûl”"nü bilmek şartından bahsedebiliriz. İsterseniz buna “ideolojik eğitim” de diyebilirsiniz; çağımızda ihtilâlin hem gayesi, hem vasıtası olan “ideolocya” olmazsa olmaz bir şart olarak karşımıza çıkmaktadır… Çünkü daha önce vurguladığımız gibi, “İslâm fıkhı” ile “İslâm olma” aynı mânâya gelmektedir. Öyle ya, neye inanıyorsan, hangi fikir ve sistemi benimsiyorsan, o demeksin… Selâmet, yani “felâh-kurtuluş” ise ancak Doğru Yol anlayışıyla mümkün…

Demek ki, BD-İBDA İslâma muhatap anlayışını ezbere kuru kuru bilmek değil, onunla yürüyeceğimiz bir fikir sistemi olarak şuurlaştırmak, bünyeleştirmek, bayraklaştırmak gerekiyor. “Dinci” tanımlamasını niye reddediyoruz; çünkü İslâm bayraklaştırılacak, şuurlaştırılacak, özümlenecek bir inanç sistemidir, meslek eki gibi yanında taşınacak, malûmatfuruşluk edilerek satılacak bir meta değildir. Dini bilgileri  pazarlayan ve bazı ucuz marifetlerle avamın çenesini düşüren bir “hoca, âlim, şeyh vs.” anlayışı yoktur bizde… “İlmiyle âmil olmayanlar helâktadır” ölçüsünü biliyoruz. İslâm’ı bir meta olarak kullananlar din satandır ve bu mânâda “dinci”dir ve asla dindar değildir… Üstad’ın “din işbortacısı” tâbirinde olduğu gibi…

“İslâma muhatap anlayış” sistemi kuşanılmadan yeni bir ilmiye sınıfı doğmayacağından bahsettik… Yeni bir muhatap anlayış olmazsa, ancak eski bilgilerin kuru tekrarı sözkonusu olur, yeni mevzu ve meselelerin yorumlanması ve tatbiki sözkonusu olamaz… Arapça bilmekle de ulema olunamayacağından bahsettik. İslâmi kaynaklara bir oryantalistin de vukufiyeti olabileceği gibi, her Arapça bilen müfessir yada fâkih olamaz… Zayıf hadisler kullandı diye İmam-ı Gazalî Hazretlerini eleştiren mezhepsiz ve bir o kadar da müçtehid taslağı olan sapıklar din yıkıcılar sınıfındadır. Biraz Arapça bilen ve eline Kur’anı  alan ahkam kesmeye başladı mı oradan uzaklaşmalıdır. 

Bizdeki sözde ilmiye sınıfı onbaşı kültürlü ve bir o kadar da edepsiz… Laik rejimin ilahiyat mamulü kuru akılcı ve mezhepsiz  bu güruh, televizyon ve gazetelerde de boy gösterirler, edepsizce ayet ve hadislere el atarlar… Din büyüklerinin eserlerine el atmanın şu sekiz şartından da habersizdirler… Salih Mirzabeyoğlu KÖKLER adlı eserinde bu şartları şöyle veriyor:

-(Din büyüklerinin eserlerine el atmak, onları Türkçe’ye çevirmek, yani sahiplerinin ruhaniyetine bürünüp kendilerini Türkçe konuşmaya davet etmek cüretini gösterebilmek için şarttır: İlim nizamı, hikmet mizacı, üstün idrak ve intikal melekesi, zevk ve incelik mizacı, aşk ve edep tab’ı, haşyet ve hürmet ürpertisi, lisan ve üslûp ustalığı… Artık düşünün Kur’an ve hadise el atabilmek için insanda daha neler olmak lâzım, neler!)

Adam ilimden kaçmak için fıkıhçı oluyor… Anlamadığı için gidiyor, anladığı için değil… İşin kolayını bulmuş, adam ilimden kaçmak için atlıyor kaynağa, ayet ve hadisleri keyfine göre sıralıyor… İmam-ı Gazalî Hazretlerini sevmezler, çünkü böyle bir tefekkür cehdi yok, Batın Yolu-Kurtuluş Yolu çilesi yok adamlarda; ne ilimleri var, ne amelleri… Batıda sosyal ilimlere zeki olanlar, teknik ilimlere standart kafalar gider… Bizde tam tersi… Ne kadar vasıf dışı adam varsa İslâmî ilme gidiyor…

İslâm siyasetini bilmek de çok mühim… Çünkü İslâm, siyasî önderliğine kavuşmadan güçlenemez ve iktidara gelemez… Zahir ve Batın  Ehli Şeyh Edebali, beylik sırası olmamasına rağmen Osman Gazi’yi Osmanlı Beyliğine getirmek için ileri görüşlü siyasî bir çaba göstermiştir. Keza İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de iktidarı devirmiş ve yenisini kurmuş tam bir inkılâpçı idi. İslâm gayesi ve faydasının nerede olduğunu bilmek ve buna uygun siyaset izlemek gerçek ulemanın görevidir. İşkence görmesine rağmen “Kur’an mahluktur!” demeyen İmam-ı Ahmed bin Hanbel’i, Yavuz Sultan Selim’in saygıyla arkasından gittiği Şeyh-ül İslam İbn-i Kemal Efendi, sultanı mahkemede ayağa kalkmaya davet eden Molla Fenari gerçek ulemaya misaldir…

Siyaset, “fikri hayata geçirmenin manivelası ve sisteme bağlı bir şube” olduğuna göre, sisteme (BD-İBDA İslâma Muhatap Anlayış) bağlı siyasetten bahsediyoruz… Aksi taktirde başkalarının siyasetinin figüranı olma sözkonusu; sisteme bağlı siyasetimiz olmadığı zaman ne kadar karşı olsak da sonuçta düşmanlarımıza hizmet sözkonusu… İBDA fikir sisteminin her şeyden önce bir “şuur süzgeci” oluşturduğunu belirtelim, düşmanın diliyle değil, kendi dünya görüşümüzün diliyle hadiseleri yorumlamak için… İBDA Mimarı, davanın aksiyon cephesini örgüleştirdiği: “İdeolocya ve İhtilâl” adlı eserinde, sisteme muhalif de olsa “şuur süzgeci” oluşturmayan hareketlerin sisteme yarayacağına şöyle işaret ediyor:

“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir “şuur” terkibi ifade eden sistem olmadan da “şuur”un kendisini belirleyen unsurları eleştirmesiyle, giderek kendi “yapı ve biçimini” eleştirmekle o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısaca: Şuurun kendini eleştirmesi de, eleştirdiği süzgeçten geçmektir…”

İslâm siyasetini bilmek dedik… “Sisteme bağlı siyaset”… Tatbik Fikri (sistem) olmadan, tatbike dair yapılanlar bir mânâ ifade etmez… İslâm’ı ayakta tutacak ve güçlendirecek bir siyasî çizgi için, en küçük çaplarda bile doğru politika öneren “İslâma Muhatap Anlayış” sistemi gerek… “Sisteme bağlı siyaset” dedik… Fâkih, bu mânâda siyaseti bilen ve belirleyendir…

İslâm siyasetini bilmeyen, İslâm binasının içine onu imha edecekleri sokar… İslâm siyasetini bilme ile İslâm fıkhını bilme arasında yakın ilişki var; sisteme bağlı siyaset şartından dolayı… Demek ki, küllî (bütüncül) anlayışa sahip olmayan veya böyle bir anlayışa tâbi olmayanlar, İslâm’ın siyasetini güdemez ve dolayısıyla İslâm binasının içine onu imha edecekleri sokar… Günümüzde, İslâm siyasetini bilmedikleri için, İslâmı yıkıcı faaliyetlere (siyasetler) alet olan samimi Müslümanlar buna misâldir… Demek ki, sadece samimiyet yetmiyor, Tatbik Fikri ve bunun siyasi bilinci gerek, “şuur süzgeci” gerek… Toplumun genel fikir çerçevesine “Büyük Doğu”yu yerleştirmek gerek… Unutulmamalıdır ki, Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerinin sebebi siyasî önderliğini bulmalarıdır; o siyasî önder de Teoderl Helzt’dir.

Siyasî sürece müdahale eden ve düşmanın taktiklerini boşa çıkaran Fâkih’in, “değiştim, dönüştüm!” diyen bir Başbakan hakkındaki fetvasını bir misâl niyetiyle ve yorumsuz olarak verelim:

“Mürteddir ve mürted demeyen de mel’undur!”

Fâkih, dünyada küfür ile imân arasında cereyan eden savaştan çok iyi anlar ve savaşı global olarak yönetir; Fâkih savaşçıdır haliyle… Savaştan anlamayan bir fâkih, İslâm binasına “iç”ten ve “dış”tan yapılan saldırıları nasıl bertaraf eder; küfre nasıl galebe çalar? Fâkih, öncelikle psikolojik savaştan çok iyi anlar ve hatta psikolojik savaşı bizzat yönetir… Çünkü Büyük İslâm siyasetini ve Büyük İslâm stratejisini kuran ve yöneten kişi fâkihtir… Tarihte İslâm ordularını perde gerisinden veya açıktan yöneten bu şahıslardır; hem Bâtın hem Zâhir Ehli olan büyük ulemadır… Sultanların arkasında böyle güçler vardır; “İstanbul’u fethet!” diye Fatih Sultan Mehmet’e komut veren Akşemsettin Hazretleri gibi… Anadolu’yu fethe çıkan ve güçlü bir Bizans ordusuyla karşılaşmak üzere olan Sultan Alparslan’a, Fâkih imam Ebu Yusuf’un tavsiyeleri ve bunun gibi bir çok misal, fâkihin Büyük İslâm stratejisinin uygulayıcısı olduğunu gösterir. 21. yüzyılın yeni savaş tekniğini kuran ve yürüten Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, antiemperyalist mücadelenin merkezinde olması, ta Güney Amerika’da Müslüman olmuş bir gerilla liderinin “Salih Mirzabeyoğlu 72 milletin en güçlü beyni” demesi boşuna değil!.. İBDA’nın savaşla siyaseti, siyasetle fikri birleştiren bir dile sahip olması boşuna değil!.. Çağımızda ihtilâlin gayesi olan ideolocyanın aynı zamanda ihtilâlin vasıtası olması ve müstakil “Oluş Tekniği” bahsi boşuna değil!.. “Harekete fikrin damgasını vurma” şartı boşuna değil!.. Sistemden hareketle hareketin sistemini kurmak boşuna değil!.. “Kendinden zuhur diyalektiği” ve benzersiz cepheleşme modeli boşuna değil!..

İkinci Bin Yılın yenileyicisi büyük fâkih İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin bir savaşçı olduğunu belirtelim…Viyana kapılarına kadar giden “Yeniçeri” ordusunun isim babası Hacı Bayram-ı Veli’dir… Osmanlı sultanlarının bir çoğunun Zâhir ve Bâtın Ehli olduğunu söyleyebiliriz… Uzağa gitmeye ne hacet! Resûller Resûlü buyurmadı mı: “Ben Savaş Peygamberiyim!” O’nun vârisi fâkih başka türlü nasıl olur?

Fâkih’in diyalektik davası gibi ahlâk davasını da hallettiğini söyleyelim… Ahlâk davası, ideolocyayla iç içe… Kendisinden doğduğu fikri daha ileriye zuhur ettiren işletici sıfat, ahlâk…İnsanın eşya ve hadiseler karşısındaki tavrı, ahlâk… “Ben yüce ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim!” buyuran Allah Resûlü ve O’nun tamamladığı ahlâkî bütünlüğü, devrinde temsil eden fâkihin ahlâk davasını halletmesi… Nerede kılıç çalınacak, nerede kerem gösterilecek?..

İnsanın bâriz vasfı şuurdur ve insanı hayvandan ayıran, ahlâkî keyfiyet belirten davranışlarıdır… Ahlâkî ölçülerin hakikati ne, nasıl bir ahlâk, hangi dünya görüşünün ahlâkı? Ölçüler yerli yerinde, fakat ona bakan göz nerede? Ahlâkî ölçülerin billurlaşması için “ölçülendirme ölçüleri” şart… “İslâm’a Muhatap Anlayış” ve bunun diyalektik ve ahlâk şartı…

Resûlü’nün ahlâkını Kur’an’da öven Allah’ın, “kerîm ahlâk” değil de, “azîm bir ahlâk” şeklinde ifade etmesi, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kumandan” vasfının da sebebini kapsayacak izahını İslâm Büyüklerinden gösterelim:

“Ahlâk,iyilik sıfatı olarak umumiyetle “kerem” tabiriyle anılır ve “kerîm ahlâk” şeklinde ifade edilir. Böyleyken, Allah’ın Sevgilisine ait ahlâkı “azîm” diye anmasının bir sebebi olmak lâzımdır. Sebep şudur ki, “kerem” mevcut olup bu kadarı O’nun ahlâkını belirtmez. Mü’minlere karşı gayet merhametli ve şefkatli bir ahlâk taşıyan Allah’ın Resûlü, kafirlere büyük şiddet ve heybetiyle korku veriyor, gözlerine korkunç görünüyordu. Bu yüzden O’nun ahlâkı, her noktayı kuşatıcı olarak “azîm” diye ifadelendirildi.”

BD-İBDA fikir ve aksiyon mihrakının Kumandan’ı Salih Mirzabeyoğlu, Allah’sız çağa vurulan bir yumruk, kula kulluğa karşı, Allah’a kulluğa bir çağrı… Tarihin akışını tersine çevirecek bir fikir ve aksiyon… Maddeciliğe karşı ruhun intikamını alacağı, sömürüye karşı adaletin yeryüzünde yayılacağı bir düzen için, dünya nizamı İBDA…Sömürgeciler ve onların işbirlikçileri bir tarafta, hakça ve adaletçe bir bölüşüm ve paylaşım diğer tarafta…Dünya kaynaklarını barbarca sömüren mutlu azınlığa karşı, gelir dağılımındaki korkunç dengesizliğe karşı bir isyan… Müslüman ülkelerin ve tüm sömürülen ülkelerin kanını emenlere karşı alın teri ve emeğin hakkı için isyan… BD-İBDA tarihi de, 1919’larda Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin Anadolu’daki emperyalist paylaşımcılara karşı verilen mücadeleye desteği ile başlar ve “gayesine ermemiş savaş bitmemiştir” diyerek Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun bayraktarlığı ile devam eder… Tâ 1975’lerdeki GÖLGE dergisinin ihtilâlci sesiyle şöyle diyordu Kumandan Mirzabeyoğlu:

“Ey karaya bulanmış çağ

ey marcoslar doğuran çağ

-İnsanı gerçeğe yaban kılınmış-

tutuşturduk buradan da meş’alelerimizi

yüzün ağartmaya geldik”

Geçen zaman zarfında, Filipinlerin eski diktatörü gibi nice Marcos’ların devrildiğini ve nice İslâmî zuhurların devleştiğini gördük ve görmeye de devam edeceğiz inşallah!..

Yüzde yüz yerli bir hareket İBDA, Anadolu topraklarında yeşeren… Yüzyılımızda kıtalar arası olarak Büyük İslâm İnkılâbının dayanak noktası olarak Anadolu’yu gören, oradan İslâm âlemine, oradan tüm dünyaya sıçrayacak bir aksiyon… Islahatçı değil, inkılâpçı… Muvazaacılığa uzak, tam bir devrimcilik, “ya hep, ya hiç!” çizgisi… Şeriatten kıl feda etmeyen istikamet çizgisi…Şeriat bütününden zerre fedâ etmeyen Kurtuluş Yolu çizgisi… “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; BD-İBDA, İslâmiyetin emir subaylığı… Kim ki pazarlıksız olarak, Allah ve Resûlü diyorsa, o bizden, biz de ondanız… İBDA davası baştanbaşa budur: “Ne uzlaşma, ne teslim, ne hiçlik/ Yalnız Mutlak Fikir’de birlik.”

BD-İBDA Fikriyatı, İslâm’ın özü demek olan cihat emrini nasıl yerine getireceğimizin, çağımızda İslâmcı harekete nasıl katılacağımızın sistemi, siyaseti ve hareketidir. İnsanî oluş ve memuriyetimizin, yâni Kendinden Zuhur’umuzun vasıta  sistemi olan İslâm’a Muhatap Anlayışla, Müslümanların parçalanmış hayat tablolarını bütünlemek… Bütün dünya Müslümanlarının yerini ve hâl izâhını bulacağı bir şemsiye BD-İBDA fikir ve aksiyon mihrakı. Yüzyıl diyalektiği, yüzyıl fikriyatı söz konusu, çünkü; İslâm çağı doğuyor ve İBDA fikir ve aksiyon mihrakı bunu teori ve pratikte hazırlayandır…