Devalüasyonu ikaz eden kur, entegre olunan global sistemdeki dalgalanma, faiz, teşviklere rağmen millî kalkınmanın gerçekleştirilememiş oluşu, zamlar ve yeniden baş göstermeye başlayan enflasyon... Yeni bir sene ve Türkiye yine kronikleşmiş meselelere hâlen çözüm bulamamış vaziyette...
2007 Ocak ayında mülk satışının serbest bırakılması ve 2012 senesindeyse toprak satışında üst sınırın 3,5 hektardan 30 hektara çıkarılmasıyla beraber, Türkiye ekonomisi, yabancıya satılan toprak ve mülklerden elde edilen gelirle dönmeye devam ediyor. Buna mukabil mülk ve toprak satışından elde edilen sermaye bir türlü yatırıma dönüşerek ülke ekonomisinin kalkınmasına ve para tedavülüne katkı sağlamıyor.
Para, iç piyasada üretilen mal ve hizmet üzerinden hakiki bir şekilde devri daim yapmadığı takdirde, iş kalkınmadan çıkıp istatistikî verileri kalkındırmaya dönüyor. Son yıllarda gelişmekte olduğu iddia edilen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve ardından bu gruba dahil olan Güney Afrika, Meksika ve Türkiye, bilhassa Amerikan ekonomisinin sunî de olsa ilkbahara girmesiyle beraber gerçekleşen ilk global sarsıntıda darmadağın oldu. Çin, bakiyenin büyüklüğü dolayısıyla bu sarsıntıları diğerleri kadar hissetmese de, işi istatistik rakamlarını köpürtmek olan diğer ülkelerin ekonomileri altüst olmuş vaziyette. Türkiye ise tapu satışlarından elde edilen kayıt dışı döviz girişi üzerinden orta ve uzun vadede sürdürülemez bir şekilde diğerlerine nisbetle daha iyi(!) görünüyor.
***
Türkiye’de son yıllarda devletin doğrudan dahli olanlar haricindeki neredeyse tüm yatırımların inşaat sektöründe gerçekleştiği bilinen bir durum... İnşaat sektöründeki yatırımlar, meydana getirdikleri sunî tedavül sürati ve istatistikleri köpürtüşleri dolayısıyla, demokrasi ile idare edilen memleketlerde iktidarda olanlar açısından adeta bir can simidi olarak görülür. Oysa ki neredeyse 2 bin kalem sektörün ve binlerce kişinin istihdamını sağlayan inşaat sektörünün meydana getirdiği devri daim sunidir. Kapitalizm bu suniliği hakikate tahvil edebilmek için her ne kadar “hızlı tüketim” manyaklığını pompalıyorsa da, uzun vadede inşaat sektörüne dayanan bir ekonomik sistemden bahsetmek mümkün olabilir mi? Normal şartlarda Türkiye gibi servetin hâlen devlet eliyle dağıtılmaya ve paylaştırılmaya devam edildiği memleketlerde, inşaat sektörü, yatırımcıların ellerindeki sermaye birikimini çoğaltmak ve bunun üzerinden de esaslı yatırımları gerçekleştirmenin vesilesi olacak bir finansman modeli olarak kullanılabilir ancak... Oysa ki bizde tam tersine, sanayici adam bile fabrikasını yıkıp arsasına AVM yahut iki üç tane blok dikip satmanın peşindeyse, demek ki çok daha büyük bir sorun var.
***
Bir kere en başta iktisadın psikoloji ve sosyolojiyle son derece açık olan münasebeti ve bu münasebetten doğan son derece nazik ahenk tam mânâsıyla idrak edilmelidir. Şahsiyeti sistemli bir şekilde deforme edilerek gayr-ı ciddi, kurnaz, üç kağıtçı, fırsatçı, lakayt hâle getirilmiş bir toplum, tabiî bir şekilde ailesi, çevresi, cemiyeti ve devleti için değil, kendi küçük menfaatlerinin istikametinde koşacak ve tabiî olarak “hap yap, para kap” cinsi işlere soyunacaktır. Türkiye’de de elindeki sermaye birikimi ne olursa olsun sermayedarlar aynı hesabın peşindedirler; en küçük bir riske girilmeyen, düşük yatırımlı, getirisi garanti, kafa maliyeti olmayan distribütörlük, hizmet ve hızlı tüketim sektörüne yönelik yatırımlar gibi.
İktidar, 13 sene sonra bu vaziyeti yeni yeni idrak ederek çeşitli teşvikler vermek suretiyle bir kalkınma hamlesi planlıyorsa da, kalkınmanın “jenisini/dehasını” millete üfleyemediği ve milletin sistemli bir şekilde tahrib edilen şahsiyetini, yine sistemli bir şekilde tamir etmeye yönelik politikalar izlemediği için, bu kalkınma akamete uğramaya mahkûmdur. Günümüzün ekonomik ve sosyo-psikolojik şartları içinde birileri NİÇİN zahmete girsin, çileye talib olsun ki? İnsanımız devletine, milletine ve hattâ ne yazık ki çoğu kereler kendisine bile en küçük bir aidiyet duyguyla bağlı değil, İNANMIYOR. İnanmadığı için de, eline geçirdiği artık üç beş ne ise, günübirlik hazza dayalı bir hayat sürmeyi, elbette ki çileye, ıstıraba ve zahmete tercih ediyor. Çünkü bir insanın çilesini çekeceği, ıstırabını duyacağı, zahmetine katlanacağı şey, bugünkü ekonomik hayat içinde yok; o ruhî sahada… Bilhassa Batı adamı bu noktada başını taşlara vursa yeridir, alınıp satılabilecek bir meta da değil bu ruh!
İnsan, “aşkın/müteal” bir varlığa, fikre yahut kendisinden aşkın olduğuna yine kendini ikna ettiği hiç olmazsa bir odun parçasına inanmaya mecburdur. İnsanın fıtratı, aslı İslâm’da olan inanmaya meyilli. Allah’a inanıyorsa zaten sorun yok, onun yerine başka şeyler koyuyorsa da en azından hayat sürmek için kendisinden aşkın bir sebebi var demektir; fakat ya kendi kendine tapıyorsa? İşte asıl mesele belki de burada başlıyor. Mukaddesatı olmayan, kendinden ve konforundan başka hiçbir şey tanımayan insanların yaşadığı toplumlarda, beşerî müesseselerin hiçbirisi kurulamaz ve bu müesseselere nisbetle son derece geniş bir çerçeve çizen kanunlar dâhilinde hayvanlar gibi yaşayan bir toplum doğar; “AHLÂK OLUŞMAZ.” İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, müesseseleşmenin olmamasıyla alâkalı olarak “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında şöyle demişti hatırlarsanız:
- “Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir. Sonra yaptırım hâline getirirsin, müesseseler oluşur. Eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı, akıl “niçin”lerle yaklaşır ve fikir meydana gelir. Fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir.
İbda Hikemiyatı’ndan öğrendiğimiz bir diğer husus ise Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını insanlığın, bir yönüyle, yeniden beşerî müesseseleri kurmak adına verdiğidir. Hadi Batılı toplumları ayrı tutalım; bizim gibi din, ruh, şahsiyet, ahlâk, cemiyet ve nizam bakımından budana budana cüce bir yılbaşı ağacına döndürülmüş ve üzerine kıyafet olarak ağaç süsü bile olmayacak şeyler geçirilmiş bir millet, içinde bulunduğu bu zilletten kurtulmadan insanî faaliyet şubelerinin hangi birinde verimli olabilir ki? Ya bu çınar tam mânâsıyla kurutulacak ve tarihe karışacak; ya da yeniden filizlenmesinin yolları aranacak. Üçüncü bir yol yok! Türkiye, devlet olarak “amfibik” kurbağalar gibi bir öyle bir böyle güvenilmez bir portre çizmeye devam ettiği müddetçe bunların hepsi hayâl tabiî...
***
Plastisite üzerindeki kemmî köpürüşlerin tıpkı bir sabun köpüğü gibi esen ilk yelde uçup gideceğinin şuurunda olarak; iktisat ve diğer beşerî verim sahalarını meydana getiren tüm enstrümanları, tek bir idealin şefliğinde, değişen zaman ve mekânda her dâim tekâmül ve keyfiyet ölçüsü içinde çalacak senfoni nerede? Bu bütüncül şuur kuşanılmadıkça, ne kadar teşvik verilirse verilsin, büyük bir fırının ağzına atılan oduna doymadığı gibi bu cemiyette kendisine verilen desteğe hiçbir zaman doymayacak ve günün sonunda pişmiş aşla değil, bolca külle başbaşa kalacağız.
Dönüp dolaşıp her mesele gelir şu sorunun önünde durur: BU DALGALI DENİZLERDE MEMLEKET GEMİSİNE İÇİNDEKİLERLE BERABER KUMANDA EDEBİLECEK FİKİR VE ONA BAĞLI DAVA AHLÂKI NEREDE?
Bu soruya doğru cevabı vermedikçe, yapılanlar istikametsiz gezinmekten ibarettir ki maazallah işin içinde kayalığa toslayıp batmakta var… 

Baran Dergisi 469. Sayı