Hayatı anlamak, mevcut içtimaî sıkıntılara sistematik bir çözüm bulmak, cemiyetin daha zenginleşip rahat yaşamasının ve ülkenin güçlenmesinin yollarını keşfetmek vb., 18. ve 19. Asır Batılı düşünürlerin çoğunun ortak meseleleridir. Münhasıran iktisad üzerine eser kaleme alanlar, bu düşünürler arasında bir alt kategori oluştururlar. İktisad üzerine yazanlar da dâhil tüm Batılı düşünürler, şu ya da bu derece cemiyetçidirler. Prensip olarak içtimai adaleti savunurlar. İş sadece bununla da kalmaz; ortak bir dil kullandıklarını da görürüz. Bu durum, her ne kadar zahirde aralarında ciddi bir mesafe olsa da, dünyayı algılayışlarında ortak bir bakış açısına sahib olduklarına işarettir. Klasik iktisadçıların en uç örneği olan Marks’ın önemi ise, hemen hiçbir iktisadî terimi ya da olguyu kendi bulmamış olmamasına rağmen bunları orijinal ve çarpıcı bir biçimde yeniden konumlandırabilmiş olmasında yatmaktadır.

Klasik iktisadçıların ve Marks’ın da içinde bulunduğu içtimaî adaletçilerin anlaştıkları nadir konulardan birisi, “değer” meselesidir. Onlara göre, değer, ferdlerin bir nesneye atfettikleri ehemmiyettir ve iktisadî açıdan bir cemiyet içinde insanların ve ihtiyaçların zıt kutublara yerleştiği denge pozisyonunun orta noktasını oluşturur. Bu yüzden mahiyet olarak içtimaîdir ve bir insan topluluğunun varlığını gerektirir.

İçtimaî sahada değerin, yakından bakıldığında, sırf ruhî/psikolojik bir mahiyet arz ettiğini görmekteyiz. Ancak münhasıran iktisad meselesiyle ilgilenenler, bahsin bu kısmında derinleşmeye hiç de istekli olmamışlar, iktisadı kişi ve kesimler arası değer alış verişlerinde zuhur eden pratik meseleler olarak telakki etmişlerdir. Teorilerini de bu minval üzere geliştirmişlerdir. Marks’ın her daim şiar edindiği “somut sorunlara somut çözümler” aforizması oldukça meşhurdur. Bu iktisadçıların ortak hususiyeti, bir ülkedeki refahın artışını “üretim”e bağlamalarıdır –ki şu anda bu anlayış tüm dünyaya hâkimdir-; geri kalan sorunlar, talî konular olarak görülmüşlerdir. Üretim artışının yol açacağı servet birikiminin istihdam ve ticaret yoluyla halk içinde –nisbeten adil- dağılacağını ve ülkeyi güçlendireceğini iddia etmişlerdir. Hâlbuki içtimaî açıdan üretim kadar, belki üretimden daha önemli mevzu, bölüşümdür. Bölüşümün kendiliğinden gerçekleştiği iddiası, hele ki devlet bir kesimin aleti haline gelmişse, bir aldatmacadan ibarettir. Bölüşümün adil olmadığı yerde de, zulmün egemen hale geleceği bir bedahettir. Yalnız, adalet, zulüm gibi kavramların “neye ve kime göre?” sorusunu doğurduğu, bunun da bu kavramların etrafında mânâlanacağı bir merkezî fikre ihtiyacı gündeme getirdiği noktada, mesele indî değerlendirmelerle geçiştirilmiştir. “Mutlu son için ülke halkının ödemesi gereken bedel” mealindeki bu değerlendirmelerin, o dönemdeki mevcut hali meşrulaştırmaya matuf olduğu açıktır. Marks bu kişileri “özürcüler” olarak suçlamaktadır, fakat kendisi de proletaryanın oluşumu için yaşanan haksızlıkları zorunlu görmektedir. Burada, iktisadî hayatın, onların iddia ettiği gibi, kendiliğinden yürüyen ve “tabiat kanunları” ile idare olunan bir yapılar bütünü olmadığını belirtmemiz lazım: Batı’nın kabaca son üç asırdır yaşadığı ve dünyaya yaşattığı bütün bir iktisadî süreci yönetenlerin bu işin aslan payını alanlar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Marks, aslan payını alanlar ve onların sair efradına yönelik yoğun eleştiriler getirirken, yine bilimsel bir söylem kullanmak kaygısıyla değer meselesini sırf maddî cihetinden ele almaya çalışmıştır.

Kısacası iktisadi doktrinler, en başta değerin ne olduğu meselesi üzerine kendilerini ikame etmektedirler. Marksizm bunun istisnası değildir. Elbette değer mevzuu da başlı başına bir tarif meselesidir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, “kime ve neye göre” sorularının cevabı, bütün bir görüş çerçevesini tayin etmektedir. Bu yüzden Fransız fizyokratlar, bütün iktisadî değer tariflerini, “artı değer-mevcut sermaye stokunu gerçekten artıran değer” kategorisi altında tetkik etmişler ve bunu, insanın ihtiyacının tartışma konusu dahi edilemeyeceği “ziraat” üzerine bina etmişlerdir. Tek gerçek “değer kaynağı” üretici topraktır; zira insanın gıda ve korunma ihtiyacı mutlaktır ve bunları bize toprak verir. Yediğimiz, giydiğimiz ve kullandığımız her şeyin nihaî kaynağının toprak olduğu hakikati bugün bile değişmemiştir. Bu yüzden onlara göre, ziraatın dışında kalan diğer tüm ürünler, gerçek değer taşıyıcı olan ziraate göre tarif edilmek durumundadır. Liberalizmin çok sevdiği meşhur “laissez faire-bırakınız yapsınlar” mottosunu ilk kullananlar bunlardır. Zira toprağın asıl olduğu, doğrudan artık değeri toprağın ürettiği bir vasatta, esas olan fiyatların düşmesidir, bunun için de rekabetin mevcudiyeti gereklidir.

Değer bahsi, diğer taraftan, bizi kendiliğinden getirip merkezî fikir konusunun önüne bırakmaktadır. Fizyokratlar, değer/artı değer meselesini ele alırken kendi bakış açılarından tutarlıdırlar ve görüşleri bu mânâda doğrudur. Doğrudur, çünkü her şeyden önce, bir nizamın tesisi için içtimaî plandaki “şeylerin” düzeninin anlaşılması icâb eder. Akabinde bu anlayışa istinaden, cemiyeti daha iyi yönetecek kuralların ihdası gelir. Yaptıkları usulen doğru, ancak esasta yanlış… Geçen sayımızda bilginin, çevresinden/kuşatandan şuurun çıkardığı form olduğunu ve mutlak bir fikrin de bu formun oluşması açısından zaruri bulunduğunu aktarmıştık. Genelde Batılı felsefecilerin ve sosyal bilimler sahasında faaliyet gösteren kişilerin zafiyetinin de, “olması gereken mutlak” yerine, mutlak ihtiyacını gidermek maksadıyla sahte mutlaklar icad etmek olduğunu belirtmiştik. Marks dâhil bütün Batılı iktisadçıların ısrarla yaptıkları bir tecrit hatası, işin esasındadır ve bu hata fizyokratlarda da görülüyor. Vaziyeti ve sıkıntıları tesbit nisbeten doğru, lakin teşhisler, mihraksız tümevarımın zafiyeti bahsinde İbda Mimarı’nın izah ettiği üzere, hatalı…

Bu noktada, meseleyi toparlamak adına bazı hususları özetleyerek vermenin uygun olacağı kanaatindeyiz. Hz. Ali’nin buyurduğu “ilim, eşyayı yerli yerine koymaktır” hikmetinin mefhum-i muhalifi, eşyayı yerli yerine koyacak bilginin zaruretidir. O olmayınca herkesin kendi doğrusunu tayin edip buna göre düzen kurma teşebbüsüne girmesi da gayet tabii olmaktadır. Düzen için merkezî fikrin gerekliliği aşikâr olduğuna göre her biri kendilerine göre bir öncelik tayin ederler. 18. Asrın İngiliz liberal kapitalistleri de, Fransız fizyokratları da esasında ülkelerinin diğer ülkelere nazaran daha gelişmiş ve daha güçlü olmalarını, bu yüzden de iktisaden sürekli bir sermaye ve üretim yoğunlaşmasını öncelemekteydiler. Hepsi akılcıydı, lakin ateist dahi olsalar Hristiyanlardı. Hristiyanlığın Avrupalı hüviyetinin temel bileşenlerinden olduğunu kabul etmekteydiler. Yani mevcut ahlâkî ve siyasî “statüko” içinde, ülkenin ve halkın daha müreffeh kılınmasını, siyaset sahnesinde söz sahibi olmasının, dolayısıyla o ülkenin bir ferdi olarak kendilerinin de daha “muktedir” olmasının yolu görmekteydiler. Bu noktadan bakıldığında, en azından kendi memleketleri adına kaygılar taşıdıklarını, kendi halklarının umumî mânâda iyiliğini istediklerini söyleyebiliriz. Öncelikleri bu olduğundan, halkın bu süreçte yaşamak durumunda kaldığı sıkıntıları da kaçınılmaz kabul etmekteydiler. Elbette burada nisbî dengenin muhafazasından taraftılar. Halkı yok edecek mikyasta bir sefalete taraf değillerdi ve bunu akılcı da bulmuyorlardı. Elbette burada vazife devlete düşmekteydi. İktisadî gelişmenin motoru olarak telakki ettikleri sermaye temerküzünden doğacak içtimai buhranları devletin tolere etmesi gerekmekteydi. Bunun için de malî tedbirler almak suretiyle bir kısım telafi düzenlemeleri gerçekleştirebilir, buna kaynak olarak da, mesela Ricardo’ya göre, rantiye kesiminin gelirlerine fazladan yüklenecek vergileri kullanabilirdi. Velhasıl, mevcut gidişatta düzeltmeler yapılabilirdi, ancak ana istikamet doğruydu. Zira iktisadın kendine ait tabiat kanunları gibi kanunları vardı ve bir ülkenin kalkınmasının yolu, bu kurallara riayetle mümkündü. Fransız felsefeci Denis Collin’in deyişiyle “Newton’un yerçekimi kanununun iktisaddaki dengini aradılar; nihayet ‘herkesin kendi çıkarını düşündüğü’ kanununda karar kıldılar.” O yüzden kâr güdüsü, bütün teorinin merkezini oluşturmaktaydı. Sermayedarlar ancak bu şekilde harekete geçip üretimi artırabilirlerdi. Refahın kaynağı, üretim artışıydı, bölüşüm tali bir meseleydi ve piyasa tarafından sağlanabilirdi. Üretimin artırılması için gerekirse dünyanın diğer ülkeleri kendileri tarafından sömürgeleştirilebilir ve böylece ucuz hammadde ve rekabete kapalı pazar elde edebilirlerdi. Bu onların en tabii hakkıydı. Yani sömürgecilik, onların bakış açısıyla bir zulüm değil, dünyayı medenileştirecek Batılı toplumların kalkınmasını sağlayacağından, son tahlilde sömürülen ülkeler açısından bir “lütuftu.” Bizim gibi ülkelerin “mandacı aydınlarında” halen bu zihniyetin yansımalarını görmek mümkündür.

Yazılarımızda iktisadın şu ana kadar teknik kısımlarına çok girmedik. Doğrusu teknik kısımlar, iktisad bahsinin aslı değiştirmeyen ayrıntısı gibi durmaktadır. Hadisenin özü, yukarda kısaca aktarmaya çalıştığımız bakış açısıdır, merkezî fikirdir. Batılı klasik iktisadçıların, temel iktisad anlayışlarının “doğal”, olması gereken anlayış olduğu iddialarıdır. Marks bu “doğallık” iddiasına büyük bir hışımla saldırmakta ve sömürünün doğal olduğu nasıl iddia edilebilir sorusunu haklı olarak sormaktadır. Paranın mübadele aracı olmaktan çıkıp sermaye haline dönüştüğünü söylemektedir. Ona göre para hâkimiyeti, muhtelif spekülasyonlarla bir avuç insanın elinde toplanmaktadır ve bu hiç de doğal değildir. Ama diğer taraftan, insanların hırslarının doğal olduğunu ve biriktirmenin bu hırsın neticesi olduğunu da eklemektedir. Bu da Marks’ta çokça müşahade ettiğimiz, merkezî fikirle çözüm önerileri arasındaki tutarsızlıklardan birisidir. 20. Asır felsefecilerinden Karl Polanyi de Kapitalizmin doğallığı hususunda Marks’a benzer görüşler serdetmektedir. Kısacası Kapitalizmin tabuları olan faiz, borsa, finansman, sonsuz üretim-tüketim döngüsü, serbest rekabet ve inovasyon, aslında, dünya çapında sürdürülen sömürü düzenini maskelemeyle vazifeli 20. Asır iktisadçılarının karmaşıklaştırarak evire çevire kullandıkları tabirlerden ibarettir. Mevlüt Koç’un hadiseyi bir çırpıda özetleyen “yanlışlar kendi doğrularını üretir” tesbitinin dünyayı esir almış örnekleridir.

Baran Dergisi 537. Sayı