125 bin insanın kaldıramayacağı 125 bin tonluk bir uçağı, bugün sadece tek bir insan, teknolojik icatlar ve çeşitli yöntemler vasıtasıyla kolayca kaldırabilmektedir. Hakikaten de “teknoloji’nin nimetleri” dediğimiz keşif ve icatlar bugün evvele nazaran bazı hususlarda çarpıcı boyutlara ulaşmıştır. Bu inkâr edilemez bir gerçektir ve kimsenin de ileri-geri davasında keşif ve icada karşı bir hazımsızlığı olamaz, olmamalı da zaten… Tabii bu nimetin bazı külfetleri de vardır ve başta verdiğimiz misâle nazaran istihdam meselesine dair bir problem; 125 bin tonluk bu kütleyi kaldırmak için gerekli olan tek ferdi, 125 bin kişilik kalabalığın arasından çekip aldığımızda geriye kalan 124.999 kişinin ne yapacağı meselesidir?

Günümüzde teknolojik gelişmeler her sahada eskiye nisbetle katlanarak yenileniyor ve “gelişme” olarak nitelenen “ilerleme” buna nisbetle değerlendirildiğinden ileri-geri davası teknolojik yenilikler üzerinden nisbetlendiriliyor… Esasen sanayi bakımından kuvvetli devletlerin hâkim olduğu bir dünya düzeni içinde ister istemez onların vazettiği tanımlamalar içerisinden konuşmak zorunda kalıyoruz; çünkü düzeni belirleyen kavramını getirir yahut kavramını getiren düzenini kurar!

Elbette Sanayinin bu denli baskın olduğu çağımızda tabii ki teknolojik aletler ve yenilikler “ilerleme” dediğimiz bu gidişatın mühim bir nisbeti olacaktır. Yeni eskiyi, ileri geriyi def edip reddeder ve bütün bu deverandan doğan basınç kuvveti toplumların dönüşümünü sağlar; fakat ya bütün bu basınç, hızlı ilerlemeden ötürü ortaya çıkan bu aşırı ısınma, bu ısınmayı ortaya çıkaran enerjinin nisbetli dağılımı yapılmaz ve elde edilen bütün kuvvet-enerji ilerleme adına bütünüyle teknolojik denilen aletlere yoğunlaştırılırsa ne olur? Cevabı da bir suâldir: “ilerleme” ne kadar ileri gidebilmiştir?

Evet, insanlığın geldiği nokta ve günümüzdeki teknoloji bağımlılığına kıyasla değer unsurunun, technos, yani techne-yapma’nın logos-bilgi’nin de önüne geçerek neyi, niçin ve nasıl yaptığının ehemmiyetini kaybederek sadece hazza dayalı bir techne-yapma anlayışına dönüşmesi… Süreklilik arz eden bir tavırla aşırı tüketim zaafını boyuna doyurmak için tecnne! “Düşünmek yapmak” olduğuna ve bugün techne-yapma, logos’un, düşünmenin önüne geçtiğine göre, “ilerleme” dediğimiz kavrama atfedilen anlam, düşünmek-yapmak birlikteliği içindeki uyum ve kıvamı kaybetmiş, sadece ve boyuna yapmak noktasında sıkışıp kalmıştır. Yaptığımız koca koca binalara küstahça ve hangi dinden olursa olsun ellerini açtığı tarafa saygısızca “gökdelen” ismini konduran bugünkü teknolojik medeniyetin o küstah dili gökdelenlerin dibindeki tinercileri, metamfetamin bağımlılarını ortadan kaldıracak bir icat, bir “techne” bulamamış ve dahası, gökdelenlerin budalalığına eş bir kibir zaafından ötürü de insanlığın ruh inhitatı bakımından böyle derin bir zaafı olduğunu halen de kavrayamamıştır. “Kavramak” idraka mütealik bir fehm-anlayış olduğundan maada, biraz evvel söylediğimiz “yapmak”ın düşünmeden ayrılığı bahsine dikkat ediniz!.. Endüstri-sanayi sanattır da, bu işin ruhu yoksa bu nasıl bir sanattır? Cennetmekân Ulu Hakan’ın açtığı şu mektep ismi bile başlı başına bu mevzuya dâir bir fikir vermeli: Sanayi-i Nefise-Güzel Sanatlar…

 Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun misâliyle, olmayan uzvun jimnastik yaparak çıkamayacağına nazaran söyleyelim, bugünkü ilerleme dediğimiz vahamet derecesindeki gidişat da olmayan ruhunu boyuna teknolojik alet yapmakla var etme çabasına düşmüştür yahut dönüşmüştür…

Nasıl jimnastik için antrenman ve aşırı tekrar lüzumludur ve boyuna antrenman nasıl olmayan uzvu yerine getirmezse, boyuna teknolojik aletler yapmak da insanlığın ilerlerken gerilemesine sebep olmayı durduramayacaktır! En başta, bir kere Adetullah böyle…
Fakat şunu da unutmayalım; insanlığın böylesine bir handikap içinde kaybettiği ruhunu habire teknolojik üretimde arıyor oluşu da, yani buhranına sebeb mevzuun bizzat kendisi- bu mevzuun ana sebebinin de ruhî çaba olmasına nazaran- ruhçuluğun, ufuk çizgisi Allahçılık olan ruhçuluğun hücceti değil mi? Tersine harika, işte budur!
 
Bir Cimnastik Dehası: Nadia Komaneçi
“Teknoloji” denilince hatırıma ilk gelen isimlerden biri her nasılsa Nadia Komaneçi’dir… Nadia Komaneçi ve Teknoloji mi? Evet, girişte bahsettiğimiz üzere bu “teknoloji”yi “ilerleme” yahut ilerleme-gerileme davası olarak da okuyabilirsiniz…
Onun şampiyon olduğu devri hatırlamaya yaşım müsait olmadığına ve benim çocukluğumdaki TRT’nin spor programlarından ismi hatırımda kaldığına göre, devrinden sonra ve daha sonra hep ismi zikredilmiş olsa gerek; birazcık araştırıp bakınız, bugün bile “Jimnastik” denilince uzaktan-yakından bazı spor müsabakalarıyla seyir zevki bakımından olsa dahi iştigal etmiş olanların birçoğu bu ismi ya hatırlayacaklar, ya bileceklerdir… Tabii Şener Şen’in bir filmde kullandığı enfes satış tekniğindeki “İngiltere kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pele, Bakkenbauer, kaleci Mayer, Brigette Bardot, Nadya Komaneçi!” deyişinden ötürü bu ismi bilenlerin sayısı az çıkmayacaktır da, bugünkü teknolojinin -dünya çapında- tesiri zamanına göre malum “radyonun resimlisi” aletle bize ulaşan bu kolay, hazırlop bilgi’nin, bilme’den çok bizi herhangi bir şey hakkında sadece malumat sahibi yaptığını, böylesi bir bilgi hakkında malumatımız olduğu için arama çabasından uzak kalabildiğimizi de unutmayalım! İnsanın bilmediğini arayamayacağını, bildiğini arayabileceğini bilebilirsek, bu manadan olmak üzere bilme’yi kavrayış biçimimizin umumiyetle sakat olduğunun notunu da şuraya ekleyivermiş oluruz…

Rumen Jimnastikçi Nadia Elena Comăneci… Nadya Komaneçi Romanya’da dünyaya gelmiştir. Altı yaşında jimnastik sporuna başlamış, henüz sekizindeyken Romanya Ulusal Şampiyonası’nda on üçüncü olmuş, çok değil bir sene sonra aynı organizasyonda rahatlıkla birinci gelerek yıldız bir sporcu olacağını ispat etmiştir. On yaşında uluslararası bir organizasyona katılan Nadya Komaneçi, Yugoslavya-Romanya arasında düzenlenen turnuvada birinci gelmiş ve ilk altın madalyasını almıştır. Sonrasında ise –on bir yaşında- Macaristan, Polonya, İtalya gibi ülkelerde düzenlenen tüm jimnastik organizasyonlarında altın madalya alınca Avrupa çapında yıldız bir sporcu olmuştur…

Nadya Komaneçi’nin asıl başarısı ve yazımızın mevzuuna dâir hususiyeti ise 1976 Montreal Yaz Olimpiyatları’nda gösterdiği performans olmuştur. Onu Times’e kapak yapacak ve 1975 ve 1976 yıllarında dünyada yılın atleti yapacak, Olimpiyatlar tarihinin en genç şampiyon olan sporcusu unvanını kazandıracak, Laureus Dünya Spor Akademisi tarafından “dünya çapında tanınan en büyük jimnastikçi” yapacak şey, daha evvel kimsenin başarmadığı ve bugüne kadar da rekorunun kırılamadığı bir puan yüksekliğini elde etmesi olacaktı… 

1976’da Montreal’de düzenlenen Yaz Olimpiyatları’nda Nadya Komaneçi öyle pürüzsüz bir performans sergiledi ki, puan verecek olan bütün jüri, hazır bulunan seyirciler ve TV spikerleri dâhil bütün canlı yayını takip edenler şaştı kaldı. Yapması gereken hareketleri tam anlamıyla büsbütün yaptığı gibi, üstüne üstlük bunları yaparken hiçbir zorlanma alameti göstermeden hepsini zarif bir biçimde yapıvermişti… Jüri kararını açıkladı ve açıklanan puanlama Perfect ten-10 tam puandı! Puanlama skorboarda yansıdığında işte o “şey” olmuş ve o güne kadar jimnastikte 10 tam puan sadece prosedür icabı olduğundan ve böylesi bir dereceye ulaşılmasına ihtimal dahi verilmemesinden ötürü skorboarda yansıyan rakam 1.00’dı… Evet, Nadya Komaniçi insanlar tarafından, insana sınır biçen bu mekanik aletin sınırını aşmıştı! Bu hâdise dünya çapında öyle etkili oldu ki meşhur saat markası Swatch yıllar sonra 1996’da, düzenli olarak ve sınırlı sayıda çıkarttığı “olympic special” serisinin çıkan saatlerinde 7 adet 10 tam puana ithafen 7 adet 1.00 yazdı…

Bana kalırsa Komaneçi’ye on tam puanı kazandıran şey, sadece atletik hareketleri tastamam yapması değil aynı zamanda bu hareketlere bir ruh katarak jüri dâhil herkesi büyülemiş olması, işin kaba taraflarının çok ötesinde mevzuyu zevk sınırlarına getirmesiydi.
Bugün her sahada teknolojinin en son, en yeni, en hızlı, en dayanıklı vb. imkânlarına sahipken, dünya çapına nisbetle Nadya Komaneçi çapında sporcu çıkmamaktadır! Evet Nadya Komaneçi gibi sahasının dehası kimseler nadirdir de, en iyi ayakkabılar, en pahalı stadyumlar, en büyük spor kompleksleri vesairin olduğu bir dünyada sadece tabelayı -o da zorla- doldurmak için değil hakikaten zevk adına ve mesleğine aşık, ruhunu katabilen kaç sporcu yetiştirebilmiştir şu ilerleyen dünya? Spor sahasını misâl alalım da diğerleri payına düşeni oradan görsün; son yıllarda türeyen organik meyve-sebze pazarları yani evvelde kalan üretim şekline doğru geriye dönüş ne haldir o hâlde?

Yukarıda söylediğimi tekraren hatırlatayım:
Teknoloji” denilince hatrıma ilk gelen isim her nasılsa Nadya Komaneçi’dir… Nadia Komaneçi ve Teknoloji mi? Evet, girişte bahsettiğimiz üzere bu “teknoloji”yi “ilerleme” yahut ilerleme-gerileme davası olarak da okuyabilirsiniz… Dünya nasıl bir yandan hergün Picasso’nun tablolarıyla dolup taşıyorsa diğer yandan da Mimar Sinan’ın başka büyük zevk sahibi adamların hünerleriyle dolup taşmakta, bugünkü medeniyetimiz ise maalesef kısır bir dâire içerisinde mekanik hareketlerle budala budala fezadan aşağıya bakmaktadır… İşte Nadya Komaneçi gibi sahasının zirvesi isimler, hem teknik hem de ruh bakımından çıtayı öyle yukarı çekmişlerdir ki, kendisini ileri sayanlar bugünkü bütün keşif ve icatlara mukabil, gerideki bu ilerinin bir anda arkasında kalakalmışlardır. 
Teknolojik aletlerin dünya çapında şuursuzca kullanılışı, daha da ilerlemesi gereken dünyayı her gün biraz daha geriletmekte ve biz geri’yi ileri saydıkça da ruh ve makine arasındaki uyumsuzluktan doğan ruhsuzluğumuz, bu sebepten de eskiye nisbetle başarısızlığımız artmaktadır. Ruh, intikamını mı almaktadır? 

Baran Dergisi 610. Sayı