İBDA Külliyatında sıkça kullanılan Hazret-i Ali (K.A.V)’ye ait bir hakikat: “Parça bütünün habercisidir.” 

Empirizm de dâhil tüm felsefî akım veya ekollerin en büyük handikaplarından biri, kendi doğrusunu merkeze alarak onu genelleştirmek istemesidir. Halbuki, “parça hakikatler” ancak ve ancak “bütünün habercisi” olabilirler; asla “bütünün kendisi” olamazlar. Bütün bir batı felsefesi tarihine muhteva zenginliği kazandıran tüm felsefî akım veya ekollerin hemen hepsinde geçerli olan bir hakikat vardır ki o da şu: “Bütünden bağımsız”, daha doğrusu “bütünden habersiz” bir şekilde “parça hakikatler” üzerinde derinleşmek ve bunun tabii neticesi olarak da giderek “bütünden uzaklaşmak.” Bu çerçeveden olarak; 
Denilebilir ki, Empirizmin kurucu iradesi olarak bilinen John Locke’un felsefe dünyasına kazandırdığı “boş levha” mânâsına “tabula rasa” kavramı her şeyden evvel “yerinde doğrunun genelleştirilmesi”ne tekabül eden bir noktadadır. Kanaatim o dur ki, “tabula rasa”, yani “boş levha” kavramı “yerinde doğrunun genelleştirilmesi” esprisine kurban edilemeyecek kadar mühim bir kavram olarak yeni bir okumaya tâbi tutulmalıdır.

Evet, doğrudur; insan, zihnî olarak “boş bir levha” olarak dünyaya gelir ve bu “boş levha” veya “zihin”, tecrübe ile dolar veya doldurulur. Ama buna rağmen yine de insanda doğuştan gelen birçok bilgi mevcuttur. Meselâ yeni doğan bir çocukta ağlamak, gülmek, hapşırmak, hareket etmek, annesinin memesine meyletmek, def-i hacet vs. gibi bilgiler öğrenilerek veya tecrübe edilerek elde edilmiş bilgilerden değildir. Diğer taraftan, yeni öğrenilen bilgilerin insan zihni tarafından kabulü, her şeyden evvel o bilgileri kabul edecek bir istidat veya “potansiyel bilgi”yi de beraberinde getirmesi gerekir ki bu mevzu, kadim kültürler tarafından büyük ölçüde vüzuha kavuşturulmuştur. Meselâ, eski Yunan kültürünün üç büyük kafa adamından biri olan Eflâtun’un “ideler âlemi” fikri, bu mevzuda çok önemli bir yere sahibtir. Eflâtun’un “ideler âlemi” teorisinin en önemli argümanlarından birinin “hatırlama” olduğunu hatırlatmaya gerek yok sanırım.

Not: “Eflâtun, tümel, zorunlu, ezelî ve ebedî olan ideaları bilginin konusu olarak kabul edince, ortaya büyük bir güçlük çıkmaktadır. Şöyle ki; ona göre bilgi, idealar adını verdiği soyut gerçeklerin bilgisidir. Bu genel kavramlar (idealar), duyu deneyi ile bilinemediğine, zamanın dışında olan ezelî ve ebedî soyut gerçeklikler olduğuna göre, zaman ve mekânın dışında ezelî ve ebedî varlık olan ideaları, zaman ve mekânın içinde olan sonlu varlık insan nasıl bilebilecek? Eflâtun bu problemi çözmek ve idealar bilgisinin duyu deneyinden önce ve ondan bağımsız (a priori) bir bilgi olduğunu göstermek için, bilginin hatırlama olduğunu öne sürer. Ruh, insanı meydana getiren bileşenlerin ölümsüz olanıdır ve insan bedenine girmeden önce, idealar dünyası ile tanışmıştır. Bu dünyaya gelmeden önce bulunduğu dünyada gerçek bilgiye sahip olan ruh, bir bedene hapsolununca da bu bilgiyi unutmuştur. İşte gerçek bilgi, ruhun bu dünyaya gelmeden önce sahip olduğu idealar bilgisini hatırlamasıdır.”1 

Locke’un “boş levha” mânâsına “tabula rasa” kavramı bizim açımızdan çok önemli bir kavramdır, dedik. İBDA Mimarı’nın “Abdülhakîm Koltuğu” sembolü, Locke’un “tabula rasa” kavramını bizim açımızdan oldukça anlamlı kılmaktadır. Hiç şüphesiz ki, “Abdülhakîm Koltuğu” sembolü yerini, değerini ve izahını İslâm tasavvufu karşısında Batı tefekkürünü hesaba çeken “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın teklif ettiği “İslâma Muhatab Anlayış” çerçevesinde bulur. Tasavvuf kültüründe tecrübenin önemi dikkate alındığında, Locke’un “boş levha” kavramının hakikatinin nerede düğümlü olduğu çok rahatlıkla görülebilir. İBDA Mimarı, ömrü boyunca bütün yapıp ettiklerini “Abdülhakîm Koltuğu”ndaki “delik”in doldurulmasına hasretmiştir, denilebilir. 

Locke’un “boş levha” kavramına farklı açılardan yaklaşmak mümkün gözükmektedir. Kanaatim odur ki, Locke “tabula rasa” kavramını İslâm kültürünün ana / temel kaynaklarından biri olan hadîs ilminden devşirmiştir.

Hadîs meâli: “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5).

İslâm kültüründe bir çocuğun doğar doğmaz kulağına kendi isminin zikredilmesi ve bunun hemen akabinde de Ezan-ı Muhammedi’nin okunması, “tabula rasa” mevzuunun ruhunu ele veriyor olması bakımından ziyadesiyle anlamlı, anlamlı olduğu kadar da önemli olsa gerek.

Bir önceki yazımızda üzerinde durduğumuz veçhile, 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan John Locke’a göre insan zihni doğuştan boş bir levha gibidir. John Locke bu levha için Latincede boş levha anlamına gelen “tabula rasa” kavramını kullanmıştır. Zaman geçtikçe bu boş levha deneyim veya tecrübelerle, diğer bir ifadeyle de öğrenilen yeni bilgilerle dolar veya doldurulur.

İnsan hayatındaki tek yol göstericinin akıl olduğuna inanan Locke, modern felsefe dünyasında özgür düşüncenin yılmaz savunucusu olarak takdim edilir. Locke’a göre insan, tek yol gösterici olarak beliren aklı sayesinde her türlü gelenek ve otorite baskısından kurtulabilir.  

“Mutlak hâkimiyet” düşüncesini kökünden sarsan Locke, liberalizmin öncülüğünü yapan ilk düşünür olarak tarihe geçmiştir. Locke, savunduğu özgürlük, eşitlik ve güçlerin paylaşımı görüşleriyle İngiltere’nin siyasal yapılanmasına yaptığı etki kadar Fransız ve Amerikan devrimlerinin de alt yapısını hazırlayan filozof olarak bilinir. Nitekim 1215 tarihli Magna Carta Libertatum’a karşın yetkilerini kısıtlamaya yanaşmayan kralın yetkilerinin kısıtlanmasına yol açan 1689 tarihli Haklar Yasası (Bill of Rights) John Locke’un düşüncelerine dayanan bir düzenleme olarak tarihe geçmiştir.”2

“Tabula rasa” görüşü Locke’u, her şeyin doğuştan belli olduğunu savunan kaderci filozoflardan ayırır. Hemen söylemekte fayda var; aslında kader, çok çetrefilli bir mevzudur. Bu mevzuda İslâm, diğer bir ifadeyle de “Doğru yol” mânâsına “Orta yol” anlayışını temsil eden “Ehl-i Sünnet” çizgi, kader meselesinde söylenmesi gereken hemen her şeyi söylemiştir. Özetlersek; “insan ne yaparsa yapsın, yaptığı her şey kaderdir” hükmüne varmıştır. Locke’a göre her insan, boş bir levha olarak dünyaya gelir ve sonrasında dünyayı gözleyerek veya gözlemleyerek öğrenir. Locke’un bu noktada göremediği şey nedir? Bir kere, “görmek” denilen şey nedir, buna bakmak lazım. “Görmek”, “bakmak” mıdır? “Görmek”, “bakmak” değildir elbet. “Görmek” insanî, “bakmak” ise hayvanîdir. Diğer taraftan “görmek”, “bilmek” ile eş anlamlıdır. “Görmek” veya “bilmek”, “gördüğünü bilmek” şeklinde tecelli ettiyse eğer, işin içine “insana bildiren olmasaydı hiçbir şey bilemeyecekti” hakikati girer. Dogmalara, daha doğrusu “peşin fikir” olarak da adlandırabileceğimiz “temel kabul”lere tamamen kapalı olan Locke, insan haklarını kendince yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakkı olarak kayıt altına alır. Bu arada, “dogma” kavramını “dog” kelimesi üzerinden yeni bir değerlendirmeye tâbi tutmak lazım gelir diye düşünüyorum. Her şeyden evvel, “doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen, olduğu gibi benimsenen ve bir öğretinin ya da ülkünün dayanağı yapılan sav” veya “bir felsefe okulunca benimsenen ve doğru diye öne sürülen öğreti” mânâsında olan “dogma”, Fransızca kökenli bir kelimedir. İngilizce kökenli bir kelime olan “dog” ise, “köpek” mânâsınadır. İslâm tasavvufunda “köpek”, nefsin sureti olarak bilinir ki “dogma” mefhumu ile de ilişkilendirilebilir gözükmektedir. “Köpek”in it, “it”in ise id olarak okunabilirliği dikkate alındığında, “dog” ve de “dogma”nın “içgüdü” üzerinden nefs ile olan ilişkisi daha bir ayan olur. “Dogma” mefhumu aslında “nefs” ile ilişkili bir bilgi, diğer bir ifadeyle de nefsanî bir bilgidir. Bilindiği üzere nefs, Allah’ı “Rabb” olarak kabul etmez ve Allah’a “Sen sensin, ben de ben!” diyerek kendisini ilahlaştırır. Demek ki dogma denilen mefhum, Rabbanî veya İlâhî olan bir bilgi ile ilgili değil, onun karşısında konuşlanan nefs ile ilgili bir bilgiyi ifade eder. Bu mevzuyu bu şekil ele almamızın tek bir sebebi var ve o da, meselâ İslâm düşmanlığı yapan bilumum nefs abidelerinin İslâm’ı “dogma” olarak lanse etmeye kalkışmalarından ötürüdür ki aslında içinde bulundukları durum, “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” durumuna denk gelir. Ahbes’e lanet! 

John Locke, bugüne sarkan yönüyle kendince özgürlüğün sınırını çok bilinen bir tanımla şu şekil çizmiştir: “Bir kişinin özgürlüğünün alanı, başkasının özgürlük alanının sınırında biter.”

Locke’a göre, hakların korunmasının bağımsız yargıya bırakılması ne kadar önemliyse yasaların hazırlanmasının halkın seçtiği temsilcilerden oluşan yasama organına yani parlamentoya bırakılması da o kadar önemlidir. Bu iki organın yanında yer alacak olan yürütme erki yani hükümet, parlamentonun çıkardığı yasaları uygulamanın yanı sıra uluslararası antlaşmaların yapılmasından, savaşa ve barışa karar verilmesinden de sorumlu olmalıdır. Özetle parlamento yasaları yapmalı, hükümet bu yasalara dayanarak uygulamayı yürütmeli, yargı organı da hükümetin uygulamalarının parlamentonun çıkardığı yasalara uygun olup olmadığını denetlemelidir. Bu anlatımıyla Locke, aslında modern dünyaya yön veren güçler ayrımı ilkesini tasvir etmiştir.3

Thomas Hobbes, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek elde toplanmasının (Leviathan) ülke için iyi olacağını savunmuş, buna karşılık çağdaşı John Locke, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrılmasının yani mutlak gücün sınırlanmasının yararlı olacağını öne sürmüştür.

İki İngiliz filozofu John Locke ve Thomas Hobbes’un ortaya attığı görüşler dünden bugüne gündemde kalmaya devam etmektedir. Batı dünyası ağırlıklı olarak John Locke’un güçler ayrımı ilkesi çerçevesinde düzenlemeler içindeyken, doğu dünyası her iki görüşe uygun deneyimler arasında gidip gelmektedir.

En ilginç ülkeler ise görünürde güçler ayrımı ilkesine uygun düzenlemeler içinde olduğu halde uygulamada güçlerin birliği sistemiyle yönetilenler. Bu ülkeler, tabula rasayı doldursalar da silip temizliyorlar. İkide bir beyaz sayfa açma çağrıları da muhtemelen bundan kaynaklanıyor.4

Netice-i kelam: “Tabula rasa: Boş levha” çerçevesinde söylersek; gerek doğu ve batı üzerinden güçler ayırımını önceleyen demokrasi ve gücün tek merkezde toplanmasını önceleyen mutlakiyetçi yönetim biçimlerinin Büyük Doğu idealinin müşahhas zeminine taalluk eden Başyücelik Devleti’nde cem edilmesi ve gerekse “hatırlama” üzerinden ruh ve “tecrübe” üzerinden bedenin külli ruhda cem edilmesini mündemiç “Üç Işık” sırrının “Abdülhakîm Koltuğu” sembolünde ayan olması, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın niçin “Beşer zekâsının sekreteri” olarak belirdiğini daha bir ayan kılmaktadır.
 
 

Dipnotlar
1)https://arastirmax.com/en/system/files/dergiler/37298/makaleler/2/12/arastirmax-eflatunun-bilgi-gorusu.pdf
2)https://www.academia.edu/21618125/Muhafazak%C3%A2r_D%C3%BC%C5%9F%C3%BCnce_Dergisi_Birey_Say%C4%B1_32
3)http://www.mahfiegilmez.com/2017/02/tabula-rasa.html
4)http://www.mahfiegilmez.com/2017/02/tabula-rasa.html



Baran Dergisi 658. sayı