Empirizmin en önemli kavramlarından biri, hatta başlıcası olan “tabula rasa”, Latince’de “boş, üzerine hiç bir şey yazılmamış levha” mânâsınadır.“Deneyci bilgi kuramı ile psikolojide, duyuların dış nesnelere tepki göstermesi sonucunda ‘idea’ların ortaya çıkmasından önce zihnin durumu”nu ifade eden “tabula rasa”, “insan beyni veya zihninin deney veya tecrübeden önce, üzerine hiçbir şey yazılmamış bir levhadan farksız olduğunu belirtmek için deneyci filozoflar tarafından sıkça kullanılmaktadır. Bilindiği üzere, deneyci ve duyumcu öğretilerde, bilen öznede doğuştan kavramlar ve önsel (1) denilen “temel kabul”e taalluk eden bilgiler yoktur; her bilgi yalnızca dıştan gelen duyu izlenimlerinden meydana gelir. Kısa ve öz söylemek gerekirse, aslında “tabula rasa”, her türlü deney veya tecrübeden evvel ruhun bedenle buluşması anını veya durumunu yani bizzat nefse taalluk eden durumu ifade eden bir kavram olarak da okunabilir, anlamlandırılabilir.

Not:Zihnin boş bir levha (tabula rasa) olduğu üzerinden topyekûn dünyaya dayatılan Empirizm, günümüz teknik ve teknolojinin emrinde homongolosa çevrilen insanoğluna ne tür bir katkı sunmuştur acaba? İBDA Mimarı tarafından “asrın istihbaratı” şeklinde ifşa edilen telegram özelinde söylersek, meselâ zihin kontrolü veya yönlendirmesi istikametinde şekillendirilmek istenen insanoğluna ne tür bir kazanım sağlamıştır? Doğru söylemek gerekirse, Empirizmin insanlığa kazandırdığı(!) kaybettirdiklerinin yanında devede kulak bile değildir. Sırf telegram çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde dahi, insanoğlunu ne büyük bir tehlikenin beklediği çok açıktır. İnsan türünün tehlikede olduğuna dair spekülatif değerlendirmelerin gerçek olup olmaması bir yana, bunun mevzusu dahi ürkütücü! Milenyum’un başlangıcından bu yana, yani 2000’li yılların başlangıcından bu yana bizzat kendisine tatbik edilmesi hasebiyle, Telegramın Şaman kültürü ile doğrudan ilişkisine dikkat çeken İBDA Mimarı, “Telegram” isimli bir eser kaleme almış olup, tüm insanlığa böyle bir tehlikeden nasıl korunabileceğinin yol ve yöntemini göstermekle kalmamış, kurtuluşun açık adresini de topyekûn insanlığa teklif etmiştir. Robot yerine insanın robotlaştırılması mevzuuna dikkat çeken İBDA Mimarı, meselâ insanın robotlaştırılması veya mankurtlaştırılması her ne kadar zihnin “tabula rasa” ön kabulü üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutulmamış ise de, zihnin boş bir levha hâline getirilmek istenmesi, yani mevcut bilgilerin sıfırlanmasının ardından istenilen bilgilerin boş levhaya yerleştirilmek istenmesi çabası, ne demek istediğimizi daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. İster zihnî bilgilerin boşaltılarak yeni bilgilerin yüklenilmesi şeklinde olsun, isterse zihnin boş bir levha olarak değerlendirilmesi neticesinde tecrübe ile yeni ve taze bilgilerle donatılması şeklinde olsun, fark etmez, aslında bütün mesele, kanaatimce, zihne yüklenilmesi gereken bilgi veya bilgilerin ne olduğu veya ne olması gerektiği meselesidir. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, İBDA Diyalektiği’nin temel argümanlarından biri olan “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” terkibi hükmünden hareketle denilebilir ki, tecrübe ile elde edilen bilgi veya bilgilerin doğruluğunun test edilebilmesi dahi, boş olan zihnin ne tür bir bilgiyle doldurulması gerektiğine dair bir bilgiyi de zorunlu kılar, ayrı mesele!.  

Notun notu:Birinci Dünya Savaşı şartlarında Yahudi-İngiliz ve İkinci Dünya Savaşı şartlarında ise Yahudi-Amerikan ortaklığı-taşeronluğu üzerinden dünyanın köküne kibrit suyu dökenler bugün, Üçüncü Dünya Savaşı şartlarında Yahudi-Çin ortaklığı üzerinden yine dünyanın köküne kibrit suyu dökmeye hazırlanıyorlar. Kim ki bu oyunu görmez ve şartların getirdikleriyle birlikte buna teşne olur ve insanlığı direnişe davet etmez, cümle alemin köküne kibrit suyu dökmek bütün bir insanlığa vacib olur. Gerek Rusya, gerek Amerika ve gerekse Asya ve Kıta Avrupası ülkeleri bu tehlikeyi tez zamanda görmeli ve bunun çaresini “İstikbâl İslamındır” müjdesinde aramalıdır. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın varlığından dolayı, sırf böyle bir müjdeye yataklık ettiği için Türkiye en önemli ülkedir. “Put Adam”, nam-ı diğer “Ahbes-i Lain”in baştacı edildiği bir ülke olarak değil, mânâya yataklık eden, yani Anadolu topraklarında konuşlanmış olduğundan dolayıdır ki, tarih sahnesinde “Devlet-i Ebed Müddet” mânâsı çerçevesinde “Başyücelik Devleti”ne evrilmiş yeni bir ülke olarak Türkiye, dünyanın horozu veya istinad noktası olarak kabul edilebilir, edilmelidir. Bu yeni ve benzersiz duruma Osmanlı Hanedanlığının fedakârlığı üzerinden Allah’ın bir bahşişi mi dersiniz, yoksa ayağını bastığı yere “dünyanın merkezi” yakıştırması yapan Nasreddin Hoca’nın bir kerameti mi dersiniz, yoksa “yiğit düştüğü yerden kalkar” diyen Üstad Necip Fazıl’ın bir kerameti mi dersiniz, onu bilemem, amma velâkin ortada bir keramet olduğu çok açıktır ve bu kerametin mahiyeti at gözlüğünden değil, atın (Burak!) mânâsını temsil eden İBDA gözlüğünden bakmayı gerektirmektedir. Daha ne söyleyelim, sokağa çıkıp ey millet hepiniz illetsiniz, size İBDA reçetesini kullanmanızı salık veriyorum, aksi takdirde hepiniz gidicisiniz mi dememiz lazım? Gerekirse bunu da deriz.

17. ve 18. yüzyıllarda sistemli bir düşünce olarak felsefe tarihinde kendisine yer edinen Empirizmin ana vatanı İngiltere’dir. İngiliz filozoflarından John Locke (1632-1704), George Berkeley (1685-1753), David Hume (1711-1776), Stuart Mill (1806-1873) ve Herbert Spencer (1820-1904) gibi isimler Empirizmin başlıca aktörlerindendir. Fransa’da E. Condillac (1715-1780) ise daha çok “duyumculuk” üzerine yoğunlaşmıştır.

Not:Empirist anlayışı duyumculuğa (sensualizm) indirgeyen ve Locke’un bilgi anlayışındaki dış deneyi bilgilerin tek ve mutlak kaynağı haline getiren Condillac, bütün insan düşüncesini duyumla temellendirmeye çalışmıştır. (Görüşlerini mermer bir heykel örneği ile açıklamaya çalışmıştır.)H. Spencer ise, deneyci anlayışı evrimcilikle birleştirmeye çalışmıştır. Spencer’e göre insan, tüm hayatı boyunca yaptığı deneylerle kazandığı deneyimleri, kalıtım yoluyla kazandıklarıyla birleştirerek gelecek nesillere aktarır. Spencer, empirizmi, türlerin yapmış olduğu deneyler toplamı olarak da yorumlamıştır.

Yukarıda ismi zikredilen filozoflardan sadece üçü üzerinde yoğunlaşmayı yeğliyoruz: Locke, Hume ve Berkeley. Çünkü dünden bugüne Empirizm bu üç isim üzerinden şekillendirilmiştir. 

Daha evvel söylendiği üzere, J. Locke’a göre, insan zihninde bulunan tüm düşüncelerin kaynağı deney veya tecrübedir. Hayat içinde gözlemler ve deneylerle kazanılan bilgiler zihni doldurur. Locke’a göre deney iki aşamalı olarak gerçekleşmektedir.Bunlardan biri, dış deneye tekabül eden düşünme veya duyumlama, diğeri ise duyu organları yoluyla edinilen izlenimlerdir.Yani, düşünme üzerinden duyu verileri işlenerek yargılar biçiminde bilgiye dönüştürülmektedir.

D. Hume’a göre, insan zihninde önce duyumlama yoluyla oluşan “izlenimler” vardır. İzlenimlerden de düşünceler oluşur. İzlenimler, duyumlarla oluştuğu için canlı ve dinamik tasarımlardır. Düşünceler ise izlenimlere dayanır. İzlenimler, severken, nefret ederken algılanan canlı duyumlardır. Düşünceler ise bu canlı duyumların canlılığını kaybetmiş kopyalarıdır. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, Hume nedensellik (2) ilkesini kabul etmez. Ona göre doğadaki hiçbir olayda nedensellik ilişkisi yoktur. Olaylar kendi başına oluşur. Hiçbir şeyin başka bir şeyle ilişkisi olamaz. Biz, olayları ardarda gördüğümüz için onlar arasında nedensellik olduğunu, birinin neden, diğerinin ise sonuç, olduğunu belirtmekteyiz.Hume’un bu yorumu “nedensellik ilkesi” üzerine bir kuşkunun doğmasına yol açmıştır. Eleştirici felsefenin kurucu iradesi olarak beliren Alman düşünür İmmanuel Kant ise Hume’un bu görüşünden etkilenerek “Hume, beni dogmatik uykumdan uyandırdı” demiştir. İngiliz Empirizminin hemen ardından Kant merkezli Alman İdealizmi üzerinde yoğunlaşacağımızdan bu mevzuya burada nokta koyalım.

Not:Empirizm her ne kadar John Locke ve diğer İngiliz filozoflar üzerinden şekillendirilmiş ise de, ilk empiristlerin bunlar olduğu söylenemez. Çünkü bilinen mânâda ilk empiristler eski Yunan’da varlık göstermişlerdir. Meselâ Eski Yunan felsefesinde duyularımızın bildirdiği duyumları esas alan ve bunları “gerçek bilgiler” olarak kabul eden Protagoras ve Demokritos, ilk empiristlerden kabul edilir. Bu düşünürlere göre bizim için var olan ancak duyduğumuz şeylerdir, duymadığımız şeyler ise bizim için yok hükmündedir. Her kişinin bilebileceği kendi duyumu olduğuna göre ne kadar insan varsa o kadar da gerçek var demektir. Tedaisi, “Herkesin hakikati kendine”... Yine bu düşünürlere göre, duyularımız dışında başka bilgi edinemeyeceğimiz için ilk nedenleri araştırmak boşunadır. 

Evet; “Herkesin hakikati kendine!”; peki, “Hakikatin hakikati kimde?” sorusuna verilecek cevab nerede? Bu sorunun cevabı, “tabula rasa: boş levha” mevzuunda ziyadesiyle önemli bir soru olsa gerektir. İnsan zihni bilgi çöplüğü olarak değerlendirilmeyecekse eğer, “tabula rasa” muhakkak ki belirli bir ruh ve fikir çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmelidir.    

Empirizmin en büyük özelliği, kurgulardan kaçınması ve deney veya tecrübe ile kendisini sınırlamasıdır. Daha evvel söylendiği üzere empiristler, sezgiye dayanan bilgiyi reddetmiş, bilginin deney ve tecrübelere dayandığını savunmuşlardır. Sezgiye dayanan bilgiyi reddeden empiristler ne ilginçtir ki içgüdüye dayanan bilgileri aynı kararlılıkla reddetmemişlerdir. Yani, içimizde doğuştan var olan duygu, düşünce ve iradî harekete taalluk eden birtakım eğilimlerin varlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
 

Dipnotlar
 1-(Bilginin kaynağı meselesinde) Akılda tecrübe öncesi, doğuştan ve kendiliğinden var olup doğruluğu apaçık olan, apriori.
2-Sebebi neticesine, illet (neden)i illetten doğan şeye bağlayan nisbet ve bağ. Bu ilkeye göre her olgu ve hadise bir illet veya sebepten doğar, sebebsiz hiçbir şey meydana gelmez, aynı şartlar altında aynı sebebler aynı neticeleri doğurur.



Baran Dergisi 661. Sayı