Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, “Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor” tesbitinden bir çok sefer bahsetmiştik. Peki, şartlar yalnız Türkiye’yi mi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor, yoksa herkes tarihî misyonuna göre kendisine yeniden bir rol ararken Türkiye’ye düşen rol de tarihî misyonunun gereği mi? Bu suali yanıtlamadan evvel, dünyaya şöyle bir göz atalım, neler olup bitiyor bakalım ve sorumuzu da yanıtlayalım.
Brexit 
Birleşik Krallığın Avrupa Birliği’nden ayrılması birkaç senedir Avrupa gündeminin üst sıralarında yer alan başlıklardan biriydi. 23 Haziran tarihinde seçmenin %75’inin katılımıyla gerçekleşen referandumda, %52 oy oranı ile ayrılma kararı alındı. Böylelikle 1 Ocak 1973’te Birleşik Krallığın eski adı Avrupa Ekonomik Topluluğu olan Avrupa Birliği’ne dâhil olmasıyla başlayan birliktelik, nihayete ermiş oldu. Birleşik Krallık, AB üyesi olmasına rağmen para birimi ortaklığı olan Euro bölgesinde yer almıyor, vize noktasında da Schengen yerine de Common Travel Area politikasını izliyordu.
 
Demokrasi Artık Tartışılıyor
Yapılan referandumda %52 oy oranıyla ‘AB’den ayrılma’ (Brexit) kararı çıktı ama bu sonuç, ülkede ağırlıklı olarak genç nüfusunun iradesinin dışında bir karardı.

Zira İngiliz araştırma şirketi YouGov’un anketine göre, 18-24 yaş arası seçmenin %75’i oyunu, ‘AB’de Kal’ kampanyasına verdi.

İngiltere’de genellikle 65 üstü ve emeklilerin yaşadığı bölgelerde ise ‘AB’den Ayrıl’ (Brexit) oyları öne çıktı.
Lord Ashcroft anketine göre, ‘AB’de Kalalım’ oyu verenlerin oranı 24-34 yaş aralığında %62, 35-44 yaş aralığında %52 oldu.

Seçmen yaşı ilerledikçe de ‘AB’den ayrılalım’ oy oranında artış görüldü.

65 yaş ve üstünün yüzde 60’ı Brexit’e oy verdi.

Yaş aralığı 45-54 olan seçmenlerin %56’sı AB’de kalmaktan, %44’ü de ayrılmaktan yana oy kullandı.
65 yaş ve üstü seçmenlerin ise %60’ı Brexit’e, %40’ı da ‘AB’de kalmaya’ oy verdi.

Sonuçların açıklanmasıyla gençler tepkilerini önce sosyal medyada göstermeye başladı, daha sonra da Londra’da parlamento binası Westminster önünde ve Başbakanlık binasında toplanan gençler kararı protesto için gösteriler düzenledi.

Bu oylamayla beraber, bilhassa AB’de kalmak isteyen genç seçmenin “demokrasi”yi sorgulamaya başlamış olması da, dünya açısından son derece ehemmiyetli bir gelişme olarak karşımızda duruyor.

Brexit’in İlk Akisleri
Oylama sonuçlarının netleşmesinin hemen ardından kameraların karşısına geçen Birleşik Krallık’ın Başbakanı David Cameron istifa kararı aldı.

Birleşik Krallık’ın kullandığı para birimi olan Sterlin, 1985’ten sonraki en düşük seviyeyi gördü.

ABD, Londra’yı, birlikten ayrılması hâlinde ticaret anlaşmasında sıranın sonunda yer alacağı hakkında adeta tehdit etmişti ve Brexit oylaması neticesinde bu kararının arkasında duracağını açıkladı.

Borsa açısından, Brexit’in sırf ABD Ekonomisine ilk 24 saatteki maliyeti 900 milyar doları buldu.

Avrupa Birliği içinde yaşanan ahenksizlik, Birleşik Krallık’ın ayrılma kararı almasıyla beraber iyiden iyiye ayyuka çıkmış oldu. Senelerdir bölge ülkelerine adeta dayatılmakta olan AB kriterlerinin büyüsü de böylelikle bozulmuş oldu. Bunun yanı sıra artık diğer memleketlerin de kendi kaderlerini tayin etmek üzere AB’den ayrılmak için hesaplar yapmaya başladıkları gelen bilgiler arasında.

Avrupa Birliği’ni vücuda getiren diğer parçalar ise, ayrılma kararı sonrasında Birleşik Krallık’a karşı merhametli olunmayacağını ve ayrılmanın hızlı bir şekilde gerçekleşeceği noktasında anlaştılar.

Birleşik Krallık’ı Brexit’e, AB’yi Bölünmeye Taşıyan Süreç
Avrupa’da bir birlik meydana getirme fikri, 1400’lü yıllardan beri, bilhassa da İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet, yani Müslüman Türkler tarafından fethinden beri tarihçileri, filozofları, hukukçuları ve siyasetçileri meşgul etmiş mevzulardan biriydi. Devlet-i Aliyye’nin Birinci Dünya Savaşı ile beraber yıkılması ve hemen akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı ve bunun sonucunda kurulan iki kutuplu dünya düzeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan ağır hasarla çıkan ve bir güç olarak varlığını sürdürmek isteyen Avrupa’yı birleşmek zorunda bıraktı. 500 senelik rüya, Avrupa için nihayet gerçekleşmişti; fakat birliğin etrafında temerküz ettirileceği fikir olmayınca ve birleştirici maya olarak hormonlu-sunî sosyal refah benimsenince, meydana gelen ekonomik dalgalanmalar ve sosyal refahı tehdit eden unsurlar dağıtıcı rol oynadı.

Bir diğer tarafıyla da, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünyayı iki kutuplu şekillendiren şartlar ortadan kalktı; fakat taraflar hiyerarşilerini bozmaksızın ellerindeki tüm imkânı ve tecrübeyi Müslümanlara doğrulttular. Lâmı cimi bir kenara bırakalım: Tarih kitaplarında nefretle okuduğumuz Haçlı Seferleri’nin, daha üst versiyonunu, küfrü daha birleşmiş ve enstrümanları daha çeşitli vaziyette idrak ediyoruz. İslâm Âlemi’ni Mağrip’ten Ortaasya’ya, Afrika’dan Kafkasya’ya kadar baştan sonra nizamî ve gayr-ı nizamî savaş alanı hâline getiren Batı, bugün kendi menfaatinden, kendi hükümranlığı ve hâkimiyetinden başka bir konuda ihtilâfa düşmüş değildir. Buna mukabil, Batı’nın bu tavrı, görünen o ki kendi sonunu da hazırlamaktadır. Bu bahse döneceğiz.
 
Rol Arayışı
Amerikalı diplomat Dean Acheson’ın 1962 senesinde koymuş olduğu tanı, bugün de geçerli; “Büyük Britanya bir imparatorluk kaybetti ve henüz kendisine bir rol bulamadı.” Acheson’ın bu tanısı bize hemen diğer ülkeleri de hatırlatıyor. Hakezâ Rusya’da bir imparatorluk kaybetti. Almanya’da bir imparatorluk kaybetti. Anadolu da bir imparatorluk kaybetti. Hatta Japonlar bir imparatorluk kaybettiler. Ve senelerdir kaybetmiş oldukları rollerinin yerine bir rol ikâme edebilmiş, yeni bir misyon benimseyebilmiş değiller. Bu devletler imparatorluklarını ve tarih sahnesindeki rollerini kaybederlerken, içlerinden bir tek Amerika yeni bir imparatorluk kurmak iddiasıyla yola çıktı, dünya hükümranlığına göz dikti, çağın tüm enstrümanlarını bu istikâmette sarf etti; fakat tıpkı Avrupa Birliği’nin bir türlü olmayışında olduğu gibi, etrafında temerküz edeceği bir fikir olmadığı ve Siyonizmin emrinde yalnız yıkıcı bir rol benimsediği için muvaffak olmak bir yana, ilk planda kendisinden geri kalan tüm müttefiklerini de ateşe attı.

Hani yazımızın başında sormuştuk; Şartlar yalnız Türkiye’yi mi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor, yoksa herkes tarihî misyonuna göre kendisine yeniden bir rol ararken Türkiye’ye düşen rol de kendi tarihî misyonunu üstlenmek mi?

İngiltere, AB’den ayrılmak suretiyle yeniden dizginleri eline almaya çalışıyor.

Rusya, Putin’in liderliğinde yeniden Çarlık Rusya’sı olmak yolunda adım adım ilerliyor.

Almanya, zaten Fransa ile beraber Avrupa’yı ele geçirmiş vaziyette.

Japonya, Çin ve Güney Kore ile berber çeşitli ortaklıklar kurarak yeniden bir güç hâline gelmenin hesabını yapıyor.

Peki, ya Türkiye ne yapıyor? Son on senedir hem beğenilen ve hem de beğenilmeyen icraatlarına bakacak olursak, görüldüğü üzere bir ileri bir geri yerinde sayıyor. Oysa ki saydığımız memleketlerin içinde bulundukları vaziyetlere bakacak olursak, Türkiye, diğerlerine nisbetle en büyük fırsatları elinin altında barındırmakta.
 
Bu Noktaya Nasıl Gelindi?
İmparatorluklar döneminin sömürgecilik zihniyeti sona ermedi; fakat şekil değiştirdi. Bilhassa ikinci ve üçüncü dünya ülkesi diye anılan memleketlerde dayatılan demokrasi kılıflı sömürgecilikten kaynaklanan yoksulluğun, kapitalistlerin daha fazla pazar, daha fazla kârlılık adı altında değişime uğratması, teknoloji nimetlerinin buralara da ulaşması dengeleri değiştirdi. Modern sömürge devletlerin başında yer alan işbirlikçi idarecilerle milletler arasındaki aranın açılması, Kuzey Afrika’da Arab Baharı ile neticelendi. Halk ihtilâlleri silsilesi her ne kadar milletlerin senelerdir özlemini duydukları hürriyet ve refah ortamının doğmasıyla neticelenmiş olmasa da, dünyanın statükosunu altüst etmeye yetti.

Afganistan, Irak ve ardından Arab Baharı, 2008 ekonomik krizi, göç, mülteci krizi ve diğer meselelerde, geçen zaman içinde iyiden iyiye hantallaşan Batılı müesseseler, birbirleriyle olan anlaşmazlıklar da eklenince çözüm merci olamadılar. Krizler çözümsüz kaldıkça, yeni krizler doğurdu.

İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve sonrasında kurulan milletlerarası müesseseler, bu dönemde işlevini yitirdi. Adalet başta olmak üzere bu müesseseleri doğuran kavramların içi boşaldıkça, bir yandan işlevini yitiren müesseseler bir yandan da meşruiyetini yitirdi. 

Arab Baharı ile beraber doğan mülteci sorunu, Avrupa’nın meydana getirdiği sunî refah ortamını şiddetle tehdit ederken, senelerdir Batılıların dillerine pelesenk ettiği hümanizm, özgürlük, eşitlik gibi mefhumların da birer yalan olduğunu açıkça ortaya çıkardı. 

2008 senesinde meydana gelen ekonomik kriz her ne kadar A.B.D. kaynaklı olsa da, kapitalizm ve globalizm dolayısıyla faturanın büyüğü Avrupa’ya kesildi. Olmayan para ile oynanan kumara benzeyen kapitalist ekonomik sistemde, kasanın, yani A.B.D.’nin kaybeden olmayacağı açıktı; fakat Avrupa, böylesi büyük bir hesabın kendisine kesileceğini kestirememişti; fatura geldiğinde de ne yapacağını bir türlü bilemedi. Mahkûm pozisyona düştü.

Sermayeyi elinde tutan Siyonistlerin, Avrupa’ya ard arda operasyon yaptıklarından bu sayfalarda yeri geldiğince bahsetmiştik hatırlarsanız. Alman otomotiv devlerine kesilen cezalar, dışarıda yapılan üretimden elde edilen gelirin Avrupa bankalarına uğramaması gibi operasyonlar neticesinde, AB’nin sosyal refah ortamının tehdit altında olduğunu söylemiştik. Bu da kazın bir diğer ayağı olarak karşımızda duruyor.
 
Dikkate Şayan Hususlar
Bir kere küfrü birlik olmaktan çıkaracak olan her hadise tabiî bir şekilde bizim açımızdan müsbettir.
Senelerdir Ak Parti’nin seçimleri kazanıyor olmasından dolayı demokrasi Türkiye’de tartışılır hâle gelmiş vaziyette. Hattâ Ak Parti seçmenini “çomar” diye niteleyenler türedi Türkiye’de. Bu tartışmaların kendisine demokrasi dayatılmış bir memlekette yapıldığında bir tesiri olmasa da, İngiltere gibi bir ülkede de demokrasinin tartışmaya açılmış olması son derece ehemmiyetlidir.

Maddiyata/konfora dayanan birliklerin, bir fikir etrafında temerküz ettirilememiş birliklerin, müesseselerin dağıldığı ve dağılacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Göç ve mülteci sorunu dolayısıyla, sosyal şartlarını tehlike altında gören Avrupa’da, ırkçılık dalgası her geçen gün yükselecektir.

Ortak bir paydası olmayan Avrupa’da, yakın zamanda menfaat eksenli simetrik ve asimetrik çatışmalar başlayacaktır.

Birliğin dağılmasıyla birlikte ekonomisini korumak isteyen devletler, muhtemelen ilk olarak eski sömürgelerine yöneleceklerdir. Eskiden olduğu gibi, bugün olduğu gibi bir sömürgecilik artık yapılmayacağına göre, postmodern sömürgecilik devrinin açıldığından bahsedebiliriz.

Avrupa başta olmak üzere devletlerin yeniden üretimi kendi topraklarına çekmek için çalışma şartlarını ağırlaştıracakları beklenebilir.

Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması, senelerdir sanki insanlığın varacağı nihaî zirveymiş gibi ikinci ve üçüncü dünya ülkelerine dayatılan kriterlerin büyüsünü bozmuştur. Artık milletler kendi kriterlerini aramak ve bulmak zorundadır.

Tüm bunların yanı sıra, bir diğer husus ise senelerdir devletlerin politikasızlıklarına bahane olarak kullandıkları “istikrar” argümanı artık raf ömrünü tamamlamıştır.
 
İnisiyatif Kimin Elinde?
Zannedilenin aksine, görüldüğü üzere inisiyatif Batılı devletlerin elinde değil. Avrupa’ya yapılan operasyonun arkasındaki Siyonist sermaye odaklarının da birleştirici ve istikamet gösterici şekilde bir inisiyatif sahibi değil de, yıkıcı rol üstlendikleri açık. Ahmak fil A.B.D., Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 1991 Körfez Savaşı dolayısıyla koyduğu teşhis üzere tekerinde çomak, kendi etrafında dönüp durmaktadır. İslâm Âlemi’nin içinde bulunduğu içler acısı vaziyet de ortada. Rusya Çarlık dönemine göz kırpsa da, elindeki imkânlar ve içtimâî bünyesi dolayısıyla hayallerinden uzak. Birleşik Krallık’ın kendi bünyesindeki devletleri bile bir arada tutup tutamayacağı meçhul. Almanya ve Fransa AB’nin geri kalan parçalarını bir arada tutabilmekle meşguller.

Peki Anadolu? İbda Mimarı’nın da buyurduğu üzere, şartlar en çok da Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorlarken, aynı şartlar Türkiye’ye bu misyonu zorla giydirmeye çabalarken, gününün şafağına yatanların liyakatsizliği dolayısıyla fırsatlar bir bir tepilirken; içtimâî, siyasî ve ekonomik şartlar da her geçen gün zorlaşıyor.
Şam’dan yükselen ateş kimleri yakacak, yananlardan kimler şehid, kimler leş olacak, herhâlde çok da uzun olmayan bir vadede göreceğiz.

Peki, böylesi bir manzarada, inisiyatif, dünyaya hâkim olduğunu iddia edenlerin mi elinde? Yanıt hayır olduğuna göre, hakikaten de, inisiyatif acaba kimin elinde?
 
Baran Dergisi 494. Sayı