Yoğun gündem münasebetiyle iki sayıdır yayınlayamadığımız iktisad yazılarına, İslâm iktisadı bahsiyle devam ediyoruz. Yazı dizimize başlayalı 8 ay olduğundan biraz hatırlatma yapmayı uygun gördük: İlk birkaç fasılda iktisadın tarifini ve belli başlı terminolojisini verdikten sonra iktisad tarihine bir göz atmıştık. Bundan maksadımız, iktisad bahislerinin ve iktisadî sorunların Batı’daki görünüşlerini ve bu sorunların onlar tarafından nasıl anlaşıldıklarını okurlarla paylaşmaktı. Kapitalizm, Sosyalizm, Marksizm, Klasik Liberalizm, Neo-liberalizm gibi akımların teferruat unsurlarından ziyade aslî cihetlerine eğildik. Her birinin, içinde yaşadıkları cemiyete “adalet ve saadet” getirmek isteyen mütefekkirlerin, ilim adamlarının gayretlerinin neticesi olmasına rağmen elde çıpa vazifesi görecek bir üst norm olmadığında tam bir keşmekeşin yaşandığını müşahade ettik. Bilhassa klasik iktisadçıların, “liberal” kapitalizm İngiltere’yi kasıp kavurur, insanları perişan eder ve kıta Avrupa’sına atlama istidadı gösterirken, olan biteni meşrulaştırma, elde “olması gereken” bir ahlâk nosyonu olmayınca var olanı idealize etme şeklindeki müptezelliklerine dikkat çektik. İktisadı ahlâktan ve devletten ayırdıklarını sanırken aslında tam aksine koyu bir devletçi ve ahlâkçı olduklarını idrak edemeyen Malthus, Say ve Ricardo’nun Avrupa düşünce ve siyasî tarihinde ne denli derin tesirler bıraktığını göstermeye çalıştık. Marksizm’in, Kapitalizm’in dehşetli saldırısına aynı dehşetle karşılık veren düşman kardeşi olduğunu, ancak bir tarafıyla Kapitalizm’e göre çok daha masum ve haklı olduğunu da gördük. Hülasa Marksizm’in 20. Asrın başlarında sergilediği başarının Kapitalizm’in kitleleri içine soktuğu hercümerç kadar, hatta ondan daha fazla, insanların adalete duydukları hasret olduğunu, iktisadın, tüm diğer beşerî faaliyetler gibi tamamen psikolojik-ruhî sâiklerin tesiriyle vücud bulduğunu gösterdik. İnsanlardaki adalet hissinin tüm sosyolojik dönüşümlerdeki en muharrik kuvvet olduğunu belirtirken, bu hissi hiçbir beşerî ideolojinin tatmin edemeyeceğini bilhassa ifade etmemiz lazım. Özellikle bir iktisad tarihçisi ve düşünür olan Karl Polanyi üzerinden 18. Asrın son çeyreğinden 20. Asrın ilk çeyreğine kadar yaklaşık 150 yıl dünyayı idare eden bir müesses nizamın varlığını ve bunda Yahudilerin rolünü ele aldık. Para, uluslar arası siyasi düzen ve güç dengesi, sözümona kendi kurallarına göre işleyen piyasa ve liberal devlet üzerine bina olunan bu müesses nizamın aslî denge unsurunu Rothshild gibi büyük bankerlerin sağladığını söyler Polanyi. Komplo teorisi olarak itham edilegelmiş Yahudi parmağı meselesini, kendisi de bir Yahudi olan Polanyi öyle bariz bir şekilde ortaya koymakta ve bu dönemin çerçevesini öylesine tutarlı bir tarzda çizmektedir ki, gerçekten takdire şayan…

Nihayet en son olarak da İslâm iktisadı başlığıyla İbda Fikriyatı’nda iktisad mevzuunun mahiyetini anlama gayreti içine girdik. Tam burada, İbda’nın mânâ ve ehemmiyeti de ortaya çıkmaktadır. Meselenin tam anlaşılabilmesi için tekrar da olsa bazı hususları zikretmemiz icâb etmektedir. Bilhassa mezheblerin tartışma konusu yapılıp savunanların bile hakikatini tam anlamadığı bir vasatta bu hususlar kanaatimizce önemlidir.

Asrımızın İslâm’a muhatab anlayışı İbda, dinin ana kaynaklarının yanı sıra Müslümanların 14 asırlık birikimi ile günümüz insanı arasındaki irtibatı kurmakta, bir bütün halinde İslâmî aslın tebellür ettiği vasıta sistemi, yani “görünüşü” oluşturmaktadır. O sebebten, İslâm iktisadı demek, aynı zamanda İbda iktisadı demektir. İslâm, temelini (merkezini-ana kaynağını) nass olarak Kur’an ve Sünnetin (yani Resûlullah (SAV) Efendimiz) ve peygamber harici/sıradan beşer olarak da “O’nun terbiye ettiği mükemmel-örnek nesil” Ashab-ı Kiram’ın oluşturduğu dindir; aynı zamanda, her İslâm neslinin, hatta her Müslüman ferdin mezkûr merkeze perçinli, ama aynı zamanda onun üstünü örten bir zar hüviyetiyle eklendiği dindir. Bu merkezî daire kapanmıştır; teşrînin ana kaynakları tüm azametiyle kapalı bir bütün olarak ortadadır. Bu üç kaynağın, her biri İbda’nın “şahsiyetçilik” ilkesinin misalleri olan müçtehidler ve anlayış sahibi insanlar vasıtasıyla, olmuş ya da olabilecek durumlara-hadiselere tatbiki ise, hiçbir zaman bitmemiştir ve bitmeyecektir. Mezhebler bu şekilde ve kaçınılmaz olarak boy göstermişlerdir. İslâm dini, mutlak hakikati onun muradı istikametinde açan ve teşkilatlandıran mezheblerde tecessüm etmiştir diyebiliriz. Aynı cevherin farklı ve hakikate mutabık kalma nasibine sahib gözler tarafından görülmesidir her bir mezheb ve İslâm’ın tam bir temsili salahiyetini haizdir. Mezhebin içinde bulunduğunda, kendiliğinden İslâm dairesinin içinde bulunuyorsun demektir. Mezheblerin telfiki (birleştirilmesi) de bundan dolayı haramdır. Eğer yapılırsa, bu da yeni ama batıl bir mezhebten öte bir şey olmayacaktır. Tarikatler, itikadî mezhebler yine aynı şekilde, İbda’nın “suretler olmasaydı manalar tecelliye gelmezdi” hikmetinin isbatçısı halinde, kaçınılmaz olarak ortaya çıkmışlardır. Zira kişi, Müslüman olmakla, başta ana kaynaklar ve onu devrine kadar getirenler olmak üzere kendinden önceki silsileye bağlı kalmak kaydıyla, kendi anlayışı doğrultusunda ve kendi aklı kadar muhatab olduğu çerçeve içindeki İslâm’ı anlama, yorumlama ve tatbik ehliyet ve istidadındadır. “Taklit ehli” dediğimiz kahir ekseriyet için bile vaziyet böyledir. Yalnız bu ehliyetin, kişideki Allah vergisi istidadın derecesi tarafından tayin edilmesi gerektiği de aşikârdır. Aslolan istidaddır ve ilim bu istidadı açığa çıkarmaktan başka bir iş yapmaz. İstidadın Allah tarafından bahşedildiği, kesbî değil vehbî olduğu malumdur. Avamdan havasa yükseldikçe bu mesele daha belirginleşir ve herkesin kendine ait bir görüşünün bulunması mukadder hale gelir. Bu ayrılıkların odaklandıkları mecralar da mezheb şeklinde katılaşır. Yani görüş ayrılıkları, bu görüş ayrılıklarının belli mecralarda odaklanması ve mecraların her birinde dinin katılaşması hem gerekli hem de kaçınılmazdır. İbda Mimarı’nın sıklıkla verdiği çekirdek ve o çekirdekten çıkan, onu yaşatan ve aynı kökten dalları olan ağaç misali, aslında tastamam İslâm’ı tasvir etmektedir. Çerçeve mutlaktır, değiştirilemez; lakin eşya ve hadiselerin yeniliğinde (yenilik de her nesil değişimiyle kaçınılmaz) bu mutlak çerçeveye bakış-anlayışın yenilenmesi lazım gelir. İbda’nın “O değil, ondan; bu yüzden de o” hikmeti ile anladığımız mesele… Bu söylediklerimizin mukadder neticesi ise şudur: Tüm açılımlarıyla İbda, “İslâm değil, İslâm’dan; işte bu yüzden de İslâm, İslâm’ın tezahürü”… Bu her yönüyle önemli bir mevzu, lakin bizim açımızdan bilhassa iktisad bahsiyle alakalı ayrı bir önem taşıyor. İbda Hikemiyatı’nın satıhtaki verilenlerle değil, derinlerdeki gerçek sâiklerle varoluşu irtibatlandıran diyalektiğinin, üzerine eğildiğimiz iktisad bahsinde geçmişte ve günümüzde yaşanan sorunlara tatmin edici cevaplar verdiğine şahit olmaktayız. İbda Hikemiyatı, mekanizmayı temin ettikten sonra terkibî hükümler halinde tüm branşlardaki ipuçlarını önümüze koymaktadır. Hadise, bunları irtibatlandırmayı bilmekte.

İslâm iktisadının da asrımızdaki tezahürü olan BD-İbda iktisad görüşünün temel yaklaşımı, diğer tüm bahislerde olduğu gibi, ruhçudur; her mevzuyu, her işi maddenin ötesine, ruha, son tahlilde müteâl olan Mutlak Varlık’a bağlama anlamına gelir ruhçuluk. Batılı iktisadçıların da son bir asırdır kabul ettiği iktisadın psikolojiden ayrılamayacağı gerçeği, aslında meselenin sadece bir kısmına ışık tutuyor. Burada da psikoloji, bir fonksiyon olarak görülüp araçsallaştırılıyor ve insana hizmetten ziyade insanın iktisada ve onun “kazananlarına” hizmeti hedefleniyor. Hâlbuki hayatın anlamı yoksa kazanmanın, geçimin, yemenin ve barınmanın, hülasa iktisadın da yok. Bütün o laf kalabalığının altında yatan hakikat bundan ibaret. Anlamı, sadece kendinden ibaret olmayan, tükenmeyen bir kaynakta bulma zaruretinden kaynaklı itici güç, iktisadın da içinde olduğu bütün ahlâkî örgünün temelini oluşturmaktadır.

Baran Dergisi 550. Sayı