İrade beyanının bir vakfın tesisinin aslî unsuru olduğunu ve ancak sözle yapılabileceğini geçtiğimiz sayı ifade etmiş ve hangi ifadelerle yapılabileceğini belirtmiştik. Bu hafta da irade beyanının tamamlayan diğer hususlara temas edeceğiz.
Bir vakfın sahih kabul edilebilmesinin ön şartlarından birisi, vâkıfın bir süre tahdidi koymamasıdır. Eğer kurarken “şu müddet zarfında, şu yıla kadar” vb. ifadeler kullanırsa, vakıf geçersiz olur. Zamanla alakalı hiçbir şey söylemezse, zaten vakıf kurumu yapısı icabı ebedi kabul edildiğinden, vakfı geçerli olacaktır. Ancak yine de Hanefi fukahasına göre, vakfı kuran kişi bu yöndeki düşüncesini şahidler huzurunda açıklarken, vakıf malları için “satılamaz, miras kılınamaz ve hibe edilemez” ifadelerinden en az birisini kullanması lazım gelmektedir. Gerçi bu ifadelerden birisi olmasa bile, zaman takyidi veya zamanla alakalı hiçbir tabir kullanılmadığında da vakfın esasen tesis olunduğu kabul edilmektedir. İmam Ebu Yusuf, vakıf kurulurken vâkıfın ağzından “müebbeden” veya benzeri bir söz çıkmasa ya da herhangi bir masraf ciheti göstermese bile vakfın sahih olduğunu belirtmektedir. Çünkü ona göre zaman tahdidi olmadığından vakıf ebedi, mevkufun aleyhi de fakirlerdir.
Bu noktada bir parantez açıp bir vakıfta “ebedilik” vasfının, sadece vâkıfın irade beyanıyla değil, vakfedilmiş malın mahiyetiyle de yakından ilgili olduğunu söyleyelim. Bu meseleyi, irade beyanından sonra ele alacağımız “mevkuf” başlığı altında etraflı bir şekilde inceleyeceğiz. Şimdilik şu kadarını ifade edelim ki, yapısı gereği tükenmeye veya bozulmaya namzet hiçbir şey vakfedilemez.
İrade beyanıyla alakalı ikinci husus, vâkıfın bir gaye zikretmesinin zorunlu olup olmadığıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, İmam Ebu Yusuf bunu zorunlu görmez. Bu mevzuda İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed farklı düşünmektedirler. İşin doğrusu, Elmalılı’ya bakılırsa, Osmanlı’nın son zamanlarına kadar bu hususta Hanefi âlimleri arasında bir görüş birliği oluşmamıştır. İmam Muhammed, Ebu Yusuf’un aksine, irade açıklanırken mahiyeti itibariyle ebedi bir mevkufun aleyhin tayin edilmesinin şart olduğunu söylemektedir.
Elmalılı bu konuda şunları yazmıştır (Günümüz Türkçesiyle): “Vakfın hükmü, bir malın Allah’ın kullarının yararına Allah rızası için tahsis olunmasıdır. Menfaatin Allah’ın kullarına ait olması ya doğrudan ya da dolaylı bir yolla meydana gelmektedir. Mesela bir mescid veya imaret gibi fukaranın doyurulmasına ait bir vakıftan insanlar doğrudan istifade ederler. Fakat bir mescide, medreseye veya mektebe gelir sağlamak üzere bir varidat vakfedilirse, bu varidattan evvela o hayır müessesi, daha sonra da dolaylı olarak Allah’ın kulları faydalanır. Bundan başka bir vakfa Allah rızası için yapılan bağışlar ve sadakalar, ya bir ferdin şahsî ihtiyacını karşılamaya yönelik bir yardımdır veya içtimaî bir hacetin giderilmesine matuftur. Maksad ferdî ihtiyaçların karşılanması olarak ele alındığında vakıf, yalnız yoksulların şahsî ihtiyaçlarının karşılanmasına hasredilmiş gibi bir vaziyet doğsa da, cemiyetin umumi ihtiyaçlarını karşılamak daha makbul telakki edildiğinden, bazı vakıflardan zengin ve yoksulun eşit bir biçimde yararlanmasında herhangi bir mahzur görülmemiştir. Buradan çıkaracağımız netice, vakıflardan Allah’ın kullarından ya sadece fakir olanlar veyahut zengin-fakir fark etmeden tamamının yararlanabileceğidir. Yalnız fakirlerin faydalanacağı vakıflara zengin kişiler ancak ismen dâhil edilirler ve onlara yapılan yardım değil hediye kabul edilir. Bu yüzden vakfa ait bir harcama ciheti kurulurken zikredilmediği takdirde, bu ihtimal ortadan kalkmayacağından, vakfın sıhhatine mani olur. Mademki vakıf kurulurken bir masraf ciheti belirtilmesi gerekiyor, o halde vakfa muvafık olmak üzere, o masrafın vasfen sürekli ve ebedi olması zorunludur. Tüm bu sebeplerden dolayı İmam Muhammed bir müebbed masraf cihetine irade beyanında yer verilmesini şart koşmaktadır.” (Nazif Öztürk, Elmalılı Gözüyle Vakıflar, sh. 58)
İmam Ebu Yusuf ise, her iki halde de fakirlerin vakıftan yararlanacaklarının kesin olduğunu ifade etmektedir. Zenginler ise ancak ya ismen anılarak ya da fakir-zengin ayırmadan genele şamil kurulmuş vakıflardan (mesela mescid vakıflarından) faydalanabilirler. Dolayısıyla fakirlerin bir vakfın mevcudiyeti için varlığı kaçınılmaz bir şekilde gerekli kesim olduğuna dair herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Bu yüzden şer’î örfe göre bir vakıfta fakirlerin ayrıcalıklı bir mevkii vardır ve alenen belirtilmelerine de gerek yoktur. İnşâına yol açan bir lafız ile vakıf tesis olunursa, ilave hiçbir şey söylenmezse masraf ciheti kendiliğinden fukara olur. Zaten sosyal ihtiyaçlar icabı kurulan mescid, medrese, yol, çeşme, köprü vb. ile bunlara gelir getiren vakıflar esasen umumi vazifelere ait olduklarından, yapımlarının hazineden karşılanması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, şahsî vakıflarda asıl giderilmesi hedeflenen ferdî ihtiyaçlardır, cemiyetin genelini ilgilendiren hizmetler değildir; ferdî ihtiyaçlar da fakirlerin ihtiyaçlarıdır.Yani zenginlerin şahsî vakıflardan faydalanma ihtimali çok zayıftır. Meseleye bu noktadan bakınca İmam Ebu Yusuf’un görüşü, İmam Muhammed’inkine göre daha kuvvetli gözükmektedir.
Vakıfta gaye zikrinin gerekli olup olmadığına dair meselenin buraya kadar anlattığımız lafızla alakalı kısmından başka, vakıf gelirlerinin dağıtımına dair hususlar da vardır. Bu hususlarda da ihtilafların bulunduğunu görmekteyiz.
Bir kişi “şu arsamı oğlum falana vakfettim” dese, İmam Ebu Yusuf’a göre bu vakıf sahihtir. Vakfedilen kişinin ölümünden sonra arsanın gelirleri fakirlere sarfolunur. Ona göre genelde “vakfettim” tabiri zikredildiğinde durum bu minvaldedir. İmam Muhammed’e göreyse her iki halde de vakıf geçersizdir. Fakat kişi “şu arsam sadaka-i müebbededir” veya “sadaka- mevkûfedir” derse, her ikisinin nazarında da vakıf geçerlidir, çünkü sadaka tabiri kendiliğinden zenginleri kapsam dışına çıkarmaktadır. Dolayısıyla bir vakıf kurulurken en doğrusu vâkıfın “fukaraya vakfettim” ibaresini kullanmasıdır.
İrade beyanıyla alakalı üçüncü husus, vakfı bir şarta bağlama konusudur. Fıkıhta “tenciz” (bir tasarruf veya akdin hem meydana gelmesini hem de işleyiş tarzını gösteren uygulama), “ta’lik” (Bir vakıayı belirli bir zamana değil de gelecekte ortaya çıkması muhtemel başka bir şeye bağlama), “izafet” (Bir olayı bir şarta değil de gelecekteki belirli bir vakte bağlama) gibi terimler bulunmaktadır. Tenciz tabiri aslen ta’likin karşılığı ise de bazen sırf izafetin mukabili olarak da kullanılmaktadır. Her ta’likte bir izafet mevcutken, her izafette ta’lik yoktur. Vâkıf, irade beyanında bulunurken “vakfettim” derse tenciz, “ölürsem vakfolsun” derse ta’lik, “öldüğüm zaman vakfolsun” derse izafet meydana gelir.
Fıkıh kitablarında akidler ve şer’î tasarruflardan hangilerinin gelecekteki bir şarta bağlanmasının caiz olduğunu gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Mezkûr bölümlerde çizilen çerçeveye istinaden fıkıhtaki bu konuyla alakalı genel prensipleri şöyle sıralayabiliriz:
1.Mülkiyete yol açan tasarrufların ve ayrıca örfte yeri olmayan yeminlerin gelecekteki bir şarta bağlanması caiz değildir.
2.Tabir ve velayetlerin dinen uygun bir şarta bağlanması caizdir.
3.Bir akdin gereklerine uygun olmayan ilave kayıtlar geçersizdir.
4.İzafet kısmen ta’lik kısmen de “şart ile takyid” cinsindendir.
5.Örfte yemine bağlanması geçerli olan ıskat (hükümden düşürme, hükümsüzleştirme) ve iltizamların (gereklilik; kendine gerekli kılma) umumiyetle geriye bırakılması caizdir.
6.Bir malın değiş tokuşu, hükümsüz şart ile hükümsüz olur.
Vakıf az çok temlik anlamına geldiğinden bu prensipler ışığında vakıfta tencizin gerekliliği anlaşılır. Fakat vakıfta ta’lik caiz değildir. Fakat bir mal trampa edilmediğinden, şartın hükümsüz kalması vakfı hükümsüz bırakmaz. Vâkıfın şer’an uygun olan şartları kabul edilir. Bu yüzden vâkıfların tesis esnasında koyacakları şer’an caiz şartlara uyulması mecburidir.
Diğer taraftan vakıfta zamana izafet makbul bir şart olarak görülmemiştir. Bu yüzden böylesi izafetler, ta’lik hükmünde kalır ve geçersiz addedilir. Bu tarz bir beyanla, yani zamana bağlı kılınarak bir vakfın tesisi caiz değildir. Yalnız ölümden sonraya izafet bir nevi vasiyet sayılabileceğinden, bu tür beyanla kurulmuş vakıflar sahih kabul edilmişlerdir. Burada fiilen mevcud ve tahakkuk etmiş bir şey şart kabul edildiğinden aslında ta’lik/istikbaldeki bir şarta bağlama vardır. Ancak vukûu muhtemel değil de kesin olan böylesi bir ta’lik, bütün akidlerde tenciz (anında yürürlüğe giren) hükmündedir. Zira bu gibi ta’liklerin vakfı kuran kişi tarafından ifadesi, sadece söylediğini kuvvetlendirmekten veya “edebi bir ifadeden” ibaret kalmaktadır. Esası etkiler bir vaziyette değildir. Mesela “güneş varsa, şu malım vakıf olsun” sözü ta’lik görünümünde olsa da esasında tencizdir; çünkü güneşin varlığı tartışmaya açık bir konu değildir. Kısacası bir vakfın,kuran kişi tarafından beyanla ya anında ya da gerçekleşmesi kesin bir şarta, mesela ölümüne, bağlanarak oluşturulması caizdir.
Buraya kadar gördüğümüz şartların tamamlayıcılık vasıfları, vâkıfın kurduğu müesseseyi tanımlama arzusuna bir çerçeve sağlama yönündendir. Tanım karmaşıklaştıkça, şartlar da o nisbette karmaşık bir hal almaktadır. Vakıf bir hayır işidir; hayır işinin de sadesi makbuldür. Dolayısıyla umumiyetle tavsiye edilen, vakfın şartlarının mümkün olduğu kadar açık ve basit olmasıdır. Vakfın tarifindeki ifadelereen uygun şekilde kurulmuş bir vakıf, temelde en doğru vakıftır. Mesela sadece “şu malımı vakfedilmiş sadaka kıldım” cümlesini söylemek bile, tüm mezheblerde bir vakfın tesisi açısından yeterli bir ifadedir ve bu şekilde şer’an sahih bir vakıf kurulmuş olur.
Gelecek sayı geri kalan tamamlayıcı şartları inceleyerek irade beyanı konusunu bitireceğiz.

Baran Dergisi 482. Sayı