Lügatçemizin son bölümünü takdim ediyoruz.
(…)
Nâkib-i imaret: Nekabet, şereflilik, ululuk mânâsına gelir. Vakıfta nâkib, “yardımcı” mânâsında kullanılmıştır.
Narh: Satılık bir şey için belirlenen tavan fiyattır.
Nâzır-ı Vakf: Nâzır, görüp gözeten demektir. Mütevellinin, vakıf mülklerinin kullanımı hakkındaki tasarruflarına nezaret eden ve yaptığı işleri denetleyen kişi veya kuruluştur. Bu kişi veya kuruluş, doğrudan vâkıf ya da kadı tarafından atanabilir. Eğer bir vakıfta nâzırlık kurumu varsa, nâzır olan kişi mütevelli olamaz; yani doğrudan idarede bulunamaz. Abbasilerde, Selçuklularda, Osmanlılarda ve tarihteki diğer İslâm ülkelerinde sıkça uygulanan bir yöntemdir. Osmanlı’da genellikle bu makam, bilhassa gelirleri Mekke ve Medine’ye tahsis olunmuş sultan vakıfları ile diğer saray efradının vakıfları söz konusu olduğunda şeyhülislama tevdi olunurdu. Bu vakıfların sayıları binleri bulabilmekteydi. Nâzırlar, vakıflardan vakfiyelerde belirtilen miktarda maaş alırlardı. Bazı İslâm ülkelerinde mütevelli için “nâzır” unvanı da denir.
Nekkât: Hayır kurumlarında vazife görenlerin iş saatlerine uyup uymadıklarını takib edip puantajlarını tutan, gelmeyenleri uyaran kişi. Puantör.
Nıkz-ı vakf: Vakfın enkazı. Vakfın aslından sayılır.
Nukûd-ı mevkûfe: Vakfolunan paralardır. Vakfolunacak malın akar olması icâb ettiği hâlde örf ve teâmüle binâen para vakfı da caiz görülmüştür. Meselâ, bir kimse 10.000 lira vakfedip bu parayı üçüncü kişilere borç vererek elde edilen rıbhtan falan mektebin talebesinden fakir olanlara senede birer kat elbise yaptırılmasını şart eylese bu vakıf, nukûd (para) vakfı olur. Osmanlı’da bilhassa Kanuni devrinden itibaren çokça uygulanan ve ilerideki İslâm finans sistemi için büyük çözümler barındıran bir vakıf çeşidi. Üzerinde etraflıca duracağız.
Nüzûl anil-vazife: Mütevelli, câbi gibi cihet (vazife) sahiblerinin başkalarına tevcih edilmek üzere üzerlerindeki cihetten vaz geçmeleridir.
Örf: iyi âdet mânâsınadır. İşte de, sözde de kullanılır: Âdet iyi ve kötü olabilir; fakat örf daima iyi olan iş ve sözdür.
Örf-i belde gediği: Bir arsadan bir çeşit daimi yararlanma hakkıdır. Mesela, İzmir ve Bursa gibi şehir ve kasabalar dâhilinde bazı mülk arsalar üzerinde bina yapıp ağaç dikmek ve bunların o yerde kalması mukabilinde arsa sahiplerine seneden seneye muayyen bir ücret vermek üzere ihdas edilen yararlanma hakkına örf-i belde gediği denmiştir.
Paftos gediği: Şehir ve kasaba haricindeki bir kısım arazilerden daimî surette yararlanma hakkıdır. Şehir ve kasaba haricinde bazı arazi üzerine bina yapıp ağaç ve bağ dikmek ve bunların belli bir süreliğine durması mukabilinde yer sahiplerine her sene muayyen bir ücret vermek, paftos gediğine misaldir.
Rehn-i kavî: Kıymeti, borç miktarı veya daha az olan ve kişinin aldığı borcu ödeyememesi, yani temerrüt durumunda borcu ödemeye yeterli rehindir. Menkul veya gayrimenkul olabilir.
Rakabe: Aslında “boyun” demektir. Bir şeyin zatına ve maddî varlığına da rakabe denir.
Rakabe etmek: Bir vakfın gelirini vakfın asıl sermayesine eklemek...
Reşîd: Din ve dünya işlerine vâkıf olup malını şeriat ve akla aykırı cihetlere sarftan çekinen kimse…
Rey-i vakf: Rey, ziyâde ve nemâ demektir. Bu bakımdan vakfın galle ve varidâtına rey-i vakf denir.
Rıbh: Ticaretten hâsıl olan kazanç, fayda…
Rıbh-ı mülzem: Hukukî bir muamele ile borç haline getirilen rıbh...
Ribât: Bağlamak mânâsına gelen Arabça “RBT” fiil kökünden isimdir. Sınır ve derbentlerde düşmanın tecavüzünden memleketi muhafaza için hazır ve âmâde olmak mânâsınadır. Bu münasebetle sınır ve derbentlerdeki asker ve mücahidlerin ikamet ettikleri kışla ve tekyelere (dayanak noktaları, tekke) ribât denmiştir. Bir de at sürüsüne ribât denir.
Rusûm-i örfiyye: Şer’î vergiler gibi olmayıp hükümdar tarafından alınması emredilen veya ödenmesi örf ve âdet cümlesinden olan resimlerdir. Çift bozan akçesi gibi…
Rusûm-i şer’iyye: Öşür gibi şer’an alınması caiz olan vergilere denir.
Rüşd: Salâh ve hüsnü tasarruf...
Sadaka: Sevap için hiçbir beklentisi olmadan fakirlere karşılıksız verilen maldır. Hizmet mukabili olmayarak fukaraya verilen mallar da sadaka sayılır. İvazsız (karşılıksız) olarak zenginlere verilen mal ise hibe ve hediye diye adlandırılır.
Sadaka-i mevkûfe: Vakıf tasarrufu için kullanılan açık ve anlaşılır lâfızlardan biridir. “Vakfettim, habs eyledim” denileceği gibi, “sadaka-i mevkûfe kıldım” da denebilir ve bu sözle vakıf varlık bulur.
Sadaka-i müebbede: Sadaka-i mevkûfe gibi elfâz-ı vakıftandır.
Sadri-sadriye: Lügatte birçok mânâlara gelen ve bu meyanda göğüs anlamı da taşıyan “sadr” kelimesinin nisbet sığasıdır. Çocuğa babaya nisbetinde sulbî, sulbiye dendiği gibi anaya nisbetinde sadrî ve sadriye de denir. Vakfiyelerde, meselâ, “sulbî oğlum falan ve sulbiye kızım filan”; kadın ise “sadrî oğlum falan ve sadriye kızım filan” ifadeleri sıkça geçer.
Sakk: Farsça “çek” kelimesinden Arabçaya alınmıştır. Vurmak anlamındadır. Yazılı şeye denir. Istılahta ise hâkim tarafından tanzim olunan ilâm ve hüccetlere denir. Bundan bahseden ilme, ilm-i sakk denmektedir. Bundan başka, halk arasında alınıp verilen senet ve vesikalara ve bunların lâfız ve ibaresine de sakk denir. Çoğulu “sukûk”tur.
Salih: Kötü bir hâl ile bilinmeyen, doğru, afif ve iyiliği kötülüğüne galip kimsedir. Çoğulu sulehâdır. Vâkıf, vazifelerden birini sulehâdan bir kimseye şart etmiş ise ancak bu vasıfları haiz olan birini kastetmiş demektir.
Sanat: Arapça sun’, güzel işlemek mânâsınadır. Her sun’ ameldir, fakat her amel sun’ değildir. Çünkü amel iyi veya kötü fiile denir. Hâlbuki sanatta kötü iş olmaz. Sanat, güzel iş yapmak anlamına gelir.
Sandukî: Veznedar.
Sebet: Delil ve hüccet demektir. Halk arasında deyim olmuş “senedi ve sebeti yok” sözü, delili ve hücceti yok mânâsına gelir.
Sened: Güvenilip dayanılan şey. Vesika. Örfen gerek dışarıda gerekse kadı huzurunda akid ve kabul gibi muamelelere dair yazılan vesikalara denir. Borç senedi, satış senedi, hibe senedi gibi… Aynı şekilde kadı tarafından yazılan ilâm ve hüccetlere de denir ki, senedât-ı şer’iyye tabiri bu mânâya yöneliktir.
Sıla: İhsan ve iyilik demektir. Vakıflardan hizmet mukabili olmayarak bahşedilen menfaatler sıla kabilindendir.
Sicil: Aslında mahkemede vakaların, ahidlerin, hükümlerin vs. kaydedildiği büyük defter... Sonraları ilâm ve hüccetlerin kaydına mahsus defter için de bu ismi kullanmak örf olmuştur.
Sikaye-sükaye: İnsan ve hayvanların su içmeleri için vakf olunan kuyu, çeşme, havuz gibi yer demektir. Mekke-i Mükerreme’de hacılara zemzem dağıtılmasına sikayet hizmeti ve bu hizmeti gören kimseye de Kâbe Sakası denir.
Süfur: Sefr kelimesinin çoğuludur. Sefrin anlamlarından birisi, devletlerin hudutlarıdır. Buralarda şekavet, hırsızlık ve kaçakçılık gibi haller ile izinsiz içerden dışarıya ve dışardan içeriye girip çıkmaya engel olmak üzere karakollar bırakılır. Bir de sefr, eşkıyanın geçit mahallerine karşılık gelir ve gerektiğinde buralara da karakol kurulur.
Sürre: Para kesesi demektir. Osmanlı Devleti’nde Hilâfet makamından her sene Haremeyn yani Mekke ve Medine fukara ve ulemâsına gönderilen paraya da sürre denirdi. Bu paralar Sürre Emini adı verilen bir kişinin muhafazasında ve Sürre Alayı namıyla sevk olunurdu.
Şeâir-i vakf: Bulunmamaları vakfın çalışamaması sonucunu doğuran hayrat hizmetlileri ile diğer ihtiyaçlardır. Mescidlerde imam, hatib, müezzin ve tenvirat; hastanelerde hekim, hasta bakıcı ve hastanenin idaresi için gereken alet, edevat, ilâç, vs.
Şerâit-i istibdâl: İstibdâlin (değişimin) geçerli olması için lazım gelen kayıt ve şartlardır. Vakıf akarının faydalanılamaz bir hâle gelmesi veya varidâtının masrafını karşılamaması, hâkimin izni ve hükümdarın müsaadesi, bedel olarak alınacak akarın mahal ve mevkiinin vakıf akarın mahal ve mevkiinden şeref ve rağbetçe düşük olmaması ve nakit ile istibdâlde hile bulunmaması gibi hususlardır.
Şerâit-i vakf: Vâkıfın vakfına müteallik arzularını ifade eden beyanlardır. Vâkıfın şartları, vakfettiği malların nasıl idare olunacağına, varidâtın tahsis şekillerine ve vakfını kimlerin idare edeceklerine teallûk eder.
Tahsisat: Bir şeyi yalnız bir hususa hasr ve tayin etmeye tahsis, bunun çoğuluna da tahsisat denir.
Tahsisat kabilinden vakıf: Hazine arazisinden irsâdî bir şekilde vakf edilmiş yerlerdir. İki türü vardır: Tahsisi sahih vakıflar ve tahsisi gayri sahih vakıflar. Bu vakıflar, İslâm devletlerinde kimi zaman büyük sıkıntılara yol açmışlar ve bazen de hepten iptal edilmişlerdir. Osmanlı toprak sistemine büyük yük getiren bu vakıfları, Fatih Sultan Mehmed’in vakıftan saymayıp ortadan kaldırdığı bilinmektedir. İrsâdî vakıf da denen bu türü, ileride geniş bir şekilde ele alacağız.
Tapu: İtaat ve kayıt altına alınmak anlamına gelen Türkçe kökenli bir kelime. Istılahta, arazinin bir kişi tarafından üzerine alınması karşılığında peşin alınan paraya ve memur tarafından verilen senede denk gelir.
Taviz bedeli: Taviz, karşılık ve bir şeyin mukabili demektir. Vakıf ıstılahında ise mukataalı ve icâreteynli gayrimenkullerin, mutasarrıflarına temliki mukabilinde alınacak bedel anlamına gelir.
Teâmül: Âdetin eş anlamlısıdır. “Şu cins menkullerin vakfı müteâmeldir” dendiğinde ahali arasında bunları vakfetmek âdettir demek istenir.
Teberrû: Verilmesi vâcib olmayan bir şeyi diğer bir kimseye terk ve ihsan etmektir. Hibe, sadaka, hediye ve ibâhaya şâmildir.
Tebzir: İnsanın malını icâb eden yerlerin dışına harcamasıdır. Tebzir yersiz harcama anlamına gelirken, israf gereğinden fazla harcama demektir.
Temessuk: Sıkıca hıfz etmek ve sığınmak mânâsınadır. Saklanmaları ve alacaklara dayanak olmaları hasebiyle senetlere temessük denir.
Temettû: Kâr ve kazanç demektir. Akarât-ı mevkûfenin icarı ve hasılatının satılması sûretiyle temin edilen ve üçüncü şahıslara borç verilen vakıf paraların rıbhından elde edilen kâr ve menfaate karşılık gelir.
Tesbîl: Vakfetmek.
Tescil: Bir ilâm veya hüccetin mahkeme sicil defterine ve resmiyet verilmek istenilen bir şeyin özel defterine işlenmesine denir. Vakfın varlık bulmasına dair hükme de tescil denir.
Tescil-i istibdâl: Feshi kabil ve bozulmamak için istibdâlin doğru ve gerekli olduğuna mahkemenin karar vermesi...
Tescil-i vakf: Hâkimin bir vakfın lüzumu (bağlayıcılığı) ile hükmetmesi...
Tevsi-i intikalli gedik: Resmen verilip intikali vasiyet edilen ve bu suretle kiracılarının mirasçılarına intikal eden icâreteynli vakıf gedikler...
Tulû-i galle: Vakıf gelirinin husûle gelmesi demektir ki vakfına göre değişir. Ziraî alanlardaki vakıf gelirlerinin zamanını hasat işlemleri belirlerken, sadece icâreden gelen gelirlerin vaktini sözleşmeler tayin eder.
Umûr-ı tevliyet: Vakfa ait olup mütevelli tarafından görülmesi gereken işlerdir. Vakfın malını muhafaza, hüsnü idare, tamire muhtaç binaları tamir, vakfın gelirlerini vâkıfın şartı mucibince sarf, vakıf mallara hariçten vukû bulacak tecavüzü men ve icabı halinde vakfın leh ve aleyhinde dâva ve muayyen müddetlerde alâkalı makamlara hesab verme, mütevelliye ait vazifelerdendir.
Ücret-i müeccele: Ertelenmiş ücret demektir. Ücreti muaccele mukabili ve icâre-i müeccelenin eş anlamlısıdır.
Ünsa: Dişi demektir. Çoğulu inastır. Vakfiyelerde evlâd-ı zükûr ve evlâd-ı inâs, evlâd-ı evlâd-ı zükûr ve evlâd-ı evlâd-ı inas tabirlerine çokça rastlanır. Lisan kaidelerine göre bunların doğru tefsir edilmesi ve anlaşılması lâzımdır. Lisan kaideleri bilinmediğinden vâkıfların maksadı ve lisan kaideleri aksine yorumlar yapılabilmektedir.
Usrûbi: Kurşuncu demektir. Vakıf binalar ve kubbeler için lâzım olan kurşunlan döküp hazırlayan kimseye denir.
Vakf-ı ebnâiyye: Vakfın idaresi veya gelirleri vâkıfın oğullarına, oğullarının oğullarına şart kılınmış vakıftır. Sadece erkek çocuklarına şart kılınmış olmakla zürrî vakıftan ayrılır.
Vakf-ı ehli: Evlâd, evlâd-ı evlâd, akraba ve hısımları vs. gibi kişilere şart koşulmuş vakıflardır. Karşıtı hayrî vakıftır. Câmi, Mescid, Mekteb, Medrese, Hastane, Kütübhane, fakirlere meşrut ve benzeri vakıflar “hayrî vakıf”tır.
Vakf-ı fuzulî: Bir kimsenin mâlik olmadığı bir şeyi sahibinin izni olmaksızın bir cihete vakf etmesidir.
Vakf-ı meriz: Kişinin ölüm döşeğinde vakıf yapmasıdır.
Vakf-ı mevkuf: Vakf olunan şeyin vakfı demektir ki geçerli değildir. Meselâ, icâreteynli vakıflar kim tarafından vakfedilmiş ise onun vakfıdır.
Vakf-ı gayri sahih: Şartlarını taşımayan vakıftır.
Vakf-ı gayrilazım: Vâkıf, hâkim veya vâkıfın mirasçıları tarafından feshi imkân dâhilinde bulunan, bağlayıcı olmayan vakıflardır. Sahibi bulunduğu bir hanı vakfedip henüz mütevelliye teslim etmeden fakirleşen ve onun gelirine muhtaç duruma düşen bir kimsenin bu vakıftan vazgeçmek için hâkime müracaatla onu feshettirmesi bu vaziyete bir misaldir.
Vakf-ı lâzım: Feshi kabil olmayan, vâkıf veya hâkim tarafından bir kere yapıldıktan sonra feshi caiz ve mümkün olmayan vakıf türü... Bağlayıcı vakıf… İslâm’da vakıf bir kere tesis olunduktan sonra onun feshi aslında mümkün değildir. Bu durumu mümkün gören ve vakfın vâkıfın mülkiyetinden çıkmadığı görüşünü savunan müçtehidler bulunsa da (mesela İmam-ı Azam Hz.), icmâ, vakfın feshinin mümkün olmadığı yönündedir. Zaten cami, mescid, darülaceze vb. vakıfların feshi gerçekte de mümkün değildir. Bunların kullanım gayesinin değiştirilmesi de caiz değildir.
Vakf-ı muallak: Bir şarta bağlı olarak yapılan vakıf. Aslında böyle bir vakıf sahih değildir. “Şu işim olursa şu malım vakfolsun” diyen kişinin o işinin gerçekleşmesine bağlı yaptığı vakıftır.
Vakf-ı muzâf: Gelecek zamana bağlı vakıf. Vakfın müneccez, yani derhal yerine gelmesi şart olduğundan vakf-ı muzaf sahih değildir.
Vakf-ı müneccez: Bir şarta bağlı ve ileri bir zamana atılı olmayıp derhal hüküm ifade eden vakıf.
Vakf-ı müretteb: Şartlarında tertibe delâlet bulunan vakıf. “Vakfın gallesini veya tevliyetini evlâdıma sonra evlâd-ı evlâdıma batnen bâde batnin, neslen bâde neslin şart ediyorum” gibi bir suretle yapılan vakıftır. Bu kabil vakıfta tertibe riâyet olunur.
Vakf-ı müşa’: Hisse-i şayialı vakıf. Yani, müşterek bir malın her bir cüzüne sirayet eden hisseli vakıftır. Şuyû gerek başlangıçta gerek sonradan arız olsun vakfın sıhhatine mani olmaz.
Vakf-ı müşterek: İki, üç veya daha fazla kişi tarafından tesis olunan vakıf.
Vakf-ı müteâref: Cevazı teamül icabından olan vakıf. Vakıfta ebediyet şart olduğundan vakf olunan malın akarının bulunması da şarttır. Menkulün vakfı sahih değildir. Fakat bir memlekette menkul vakf edilmesi örf ve âdet halinde bulunmuş ise menkulün (mesela paranın) vakfı da sahih olur.
Vakf-ı sahih: Aslen ve vasfen meşrû olan vakıf. Bir vakfın dinen ve örfen sahib olması gereken tüm şartlarına sahib bulunan vakıf.
Vakfiye: Vakfın kuruluş gayesinin, nasıl idare olunacağının, kimlerin yararlanacağının, sahib olduğu mülklerin listesinin, ne kadar paranın kime verileceğinin vs. kesin ifadelerle yazıldığı vakıf tüzüğü. Bu evrak, elbette şeriata uygun olduğu sürece, “nass” hükmündedir; ülkenin ya da o bölgenin vaziyetinde ya da vakfiyede belirtilen şartlardan biri veya birkaçının o an için uygulanmasının imkânsız olduğu durumlarda kadı (hâkim) kararıyla değiştirilebilir. Yoksa vakfiye şartlarında en ufak bir değişiklik dahi yapılamaz. Bir vakfiye hemen hemen şu şekildedir: 1) Allaha hamd ve sena ve vakfın ecir ve sevabı hakkında varid olan âyet ve hadisler.  2) Vakf olunan mallar. 3) Vakf olunan malların nasıl idare olunacağı. 4) Varidatın sarf yeri. 5) Vakfın kimler tarafından idare olunacağı. 6) Hâkimin vakfın sıhhat ve lüzumu ile alakalı hükmü. Nihayet tarih ve balâsında hâkimin mührü. Tapu dairesi ve vakıflar arşivinde birçok vakfiye bulunmaktadır. Bunlardan bazıları altun yaldızlıdır.
Vakfiyyet: Bir ayn vakf olunduğunda, kişinin şahsî tasarrufundan tamamen çıkarılmış hale gelmektedir. Buna vakfiyyet denir.
Vakf-ı alel âmme: Âmmenin yâni hem zenginlerin hem fukaranın faydalanması için tesis olunan vakıftır. Câmi, mescid, makber, mekteb, medrese, hastane, çeşme, köprü gibi…
Vakf-ı lissebil: Vakf-ı alel âmme.
Vakıf: Faydası insanlara âit olmak üzere bir ayn malı Allah’ın mülkü kılarak temlik ve temellükten ebediyen men etmektir
Vâkıf: Sadece Allah rızasını kazanmak maksadıyla sahibi bulunduğu bir mülkü halkın (hatta hayvanların) yararlanması için ebediyen alım satımdan alıkoyarak tahsis eden kimse. Mülkün cinsi önemli değildir. İnsanlara faydalı olabilecek şer’en kullanımı caiz ve tükenmeyen her şey olabilir.
Vakıftan rücû: Yapılan vakıftan vaz geçerek feshetmek. Vakf-ı gayr-i lâzımda (bağlayıcı olmayan vakıf) rücû mümkün olduğu gibi vasiyet yoluyla yapılan vakıftan da geri dönülebilir; tıpkı vasiyet yapanın sağlığında kavlen veya fiilen vasiyetinden dönmesi gibi.
Vakıfta şart-ı bâtıl: Şer’î hükümlere uygun olmayan şarttır ki bununla amel olunmaz. Meselâ vâkıf, vakfı hakkında mütevellinin hıyaneti hissedilse dahi muhasebesine bakılmaması veya hıyaneti gerçekleşse dahi tevliyetten azlolunmamasını şart etse bu şart bâtıldır.
Vakıf gedik: Kiracısı tarafından usulüne uygun olarak vakf edilen veya bir vakfa tahvil edilen gediktir.
Vessâle: Lügatte bir şeyi diğerine ulaştırmak, onunla birleştirmek mânâsına gelen “VSL” kökünden isimdir. İki vakfı birleştirmek için yazılan vesikaya denir. Meselâ, bir şahıs bir vakıf yaptıktan sonra diğer bir vakıf yapıp evvelki vakfına ilhak etse bu hususta yazılan vakfiye ve vesikalara “vessâle” denir.
Vazife: Bir hizmetin karşılığı olarak vakfın gelirinden verilen maaş ve aylıklar için kullanılır. Bu da iki kısma ayrılır: A) Görülen hizmetin karşılığı olup ücret cinsinden olan vazife… B) Herhangi bir hizmet karşılığı olmayan vazife. Böyle bir durumda bunun “meşrutun leh”ine bakılır. Eğer meşrutun leh olan kişi ya da kişiler, malî bakımdan zengin kimseler ise bu, ikram olarak kabul edilir. Şayet meşrutun leh fakir ise bu, sadaka olarak kabul edilir. Bilhassa kişinin kendi nesebine şart koşulmuş “zürrî” vakıflarda, bu “ikram” durumu neredeyse kuraldır.
Vazife-i şagire: Boşalmış, münhal olmuş hizmet demektir. İmamet, hitabet, muallimlik, tabiblik gibi zarurî hizmetler münhal olunca hemen doldurulur. Vakfın gelirlerinin izin vermediği durumlarda, boşalan ve gereklilik arz etmeyen hizmetlerden tasarruf cihetine gidilir.
Vekilharç: Hastane, yatılı okul gibi kurumlarda gerekli eşya ve erzakı satın alıp tedarik eden kimse.
Veled-i hadîs: Vakıftan sonra doğan çocuk. Vakfiyeye göre şarta dâhil olur veya olmaz. Meselâ, vâkıf “vakfımın gallesini çocuklarıma ve bunlar öldükten sonra fukaraya şart ettim” dese vakıf zamanında mevcut olan ve sonradan dünyaya gelen çocukları gelirden pay almaya hak kazanırlar.
Veled-i sülbî: Bir adamın öz çocuğu.
Vesika: Güvenilecek şey mânâsınadır. İtimada şayan olan her çeşit senet ve evraka ve bu meyanda ilâm ve hüccete, hulâsa bir hükme dayanak olabilecek her türlü yazılı delile vesika denir.
Vird: Başka mânâlara da gelen vird, vakfiyelerde genelde her gece Kur’ân’dan okunan cüz anlamındadır. Bazı vakfiyelerde, “mübarek gecelerde ruhuma hediye edilmek üzere evrad okunacak ve okuyana da ayda şu kadar akçe verilecektir” diye şart konulurdu.
Zamm-ı mütevelli: Gerektiğinde mütevelliye yardım etmek üzere kadının bir kişiyi ataması. Zammı mütevelli, büyük ve işi çok vakıflarda uygulanan bir yöntemdi.
Zevâid: Vakfın gelirleri meşrutun-lehlere verildikten sonra artan demektir. Bazı fıkıh kitaplarında örfen hizmet mukabili olmayarak vakfın gelirinden salâh ve ilim sahibi fakirlere verilen şey diye beyan olunmuşsa da bizde bu mânâda kullanılmamaktadır.
 Zeyl-i vakfiyye: Mahfuz bırakılan salahiyete istinaden bir vakfın aslına veya şartlarına veya ilâveten yapılan vakıfla alakalı vakfiyenin altına vâkıf tarafından konulan açıklamalar.
Zürrî vakıf: Zürriyete şart kılınmış vakıflar.

Baran Dergisi 464. Sayı