Lisan, varlığı bilinir kılmak demektir. Varlık, lisanla idrak edilir. Kelimelerle varlıkları tarif eder ve algılarız. Çocuk, dünyaya öğrenme istidadı ile donanmış bir halde gelir; istidad öğrenmenin zemini (yani mekânı), öğrenme de istidadın herhangi bir istikamette ve zaman içinde gerçekleşme sürecidir. Temelini istidadın oluşturduğu bu karşılıklı münasebet ancak lisan ile tezahür eder. Lisan Ahmed Arvasî’nin deyimiyle insan zekâsının “kendi üstüne katlanmasını” sağlayan kritik eşiktir. İbda Hikemiyetı’nın merkezî prensiplerinden “suret olmasaydı mânâ ebediyen tecelliye gelmezdi” hakikatinin en önemli yansımasının lisan olduğu açıktır. Her şeyi “ben ve diğerleri” şeklinde tasnif eden insan beninin bu eleştirel yaklaşımını sağlayan lisandır. İman ve tezahürü ahlâk da lisana bağımlıdır. Özetle İbda Mimarı’nın dediği gibi “dil, insan demektir.”
Vakfın da dâhil olduğu tüm insanî oluşların lisan olmadan kurulamayacağı bir bedahet; ancak bizi bu satırları yazmaya bir tedai itti: Vakfın üzerine bina edileceği malların vasıf ve sınırlarının kesin olması gerekmektedir, tıpkı lisandaki kelimelerin mânâyı aktarabilmek adına sınırları belirgin bir şekilde bir araya getirilmesinin zorunlu olması gibi… Canlının içe doğru müphemleşip, maddeye doğru kesafet kazandıkça müşahhaslaşmak zorunda kalmasını andırıyor bu vaziyet. Vakfın mânâsı, onu kuran ve yürütenlerin Allah’tan başka kimsenin bilmediği kalbindeki niyetlerine bağlı, yani son derece müphem iken, görüntüsünün azamî hadlerde belirgin olması lazım gelmektedir.
Ahmed Akgündüz’e göre, vakfedilecek malın taşıması gereken hususiyetlerden birisi de, sonradan meydana gelebilecek anlaşmazlıkları önleyecek kadar bilinip tanınmasının zaruri oluşudur. Bilinmeyen, tarif edilmemiş, sınırları çizilmemiş bir mal üzerinde tasarrufta bulunmak esasında mümkün de değildir. Bundan dolayı bir şahsın kendi mülkünden rastgele bir şeyi vakfetmesi de caiz değildir. (A. Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 193) Mesela, “‘meyve bahçemden beş-on ağacı’ veya ‘çiftliğimden birkaç dönümü’ vakfettim” gibi bir beyanla vakıf tesis olunamaz.
Vakfın konusunun bilinmesi muhtelif biçimlerde olabilir. Miktarının belirlenmesi ya da meşhur ise isminin zikredilmesi yeterlidir. Hatta gayrimenkuller umumiyetle ismen bilindiklerinden, ismen vakfedilmeleri yaygın bir uygulamadır ve doğrudur. Ancak meşhur değillerse, sınırlarının tarifi gerekir. Günümüzde tapular son derece dakik olduklarından, artık bu işlem sorun olmaktan çıkmıştır. Şayet gayrimenkulün hududu ile iddia edilen arasında bir uyuşmazlık söz konusu olursa, hududa itibar edilmelidir. Osmanlılarda tapu kayıtlarında geçen hudud işaretlerine önem verilmiş, alan ifadeleri dikkate alınmamıştır. Zira o zamanlar ölçümlemede hata yapılması sıkça rastlanılan bir haldi. O yüzden yeri değişmesi mümkün olmayan mihenk noktalarına tapularda yer verilmiş ve arazi hududları bunlara istinaden tarif edilmişlerdir. Diğer taraftan, ortak bir maldaki yeri belirsiz hissenin vakfı, bu yerin miktarı belli olduğundan, caizdir.
Bilinir ve belli olmanın bir gereği de, malın ifraz edilmiş olması (bir arazinin ortaklar arasında veya kendi içinde sınırları net bir biçimde parsellere bölünmesi) ve işgal altında bulunmamasıdır.
Vakfın konusunu teşkil eden malın ifrazının şart olduğu hususunda fukaha arasında bir görüş birliği mevcud olmasa da, umumî temayül bu istikamettedir. İfrazın zıddı müşâ’ tabiridir. Müşâ’ mal, taksim edilmemiş, hisseli ortak mallara denmektedir. Yukarıda bunun miktarının belli olması halinde vakfa ehliyet kazandığını ifade etmişsek de, bunun da incelikleri vardır.
Şayi’ hissedarlık iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar, şuyû-i aslî ve şuyû-i tarîdir. Şuyû-i aslî, vakıf işleminden önce aslen mevcud bulunan şuyûdur. Şuyû-i tarî ise vakıf işleminden önce mevcud olmayıp akabinde ortaya çıkan bir hissedarlık çeşididir. Şuyû bahsini vakıfların türlerine göre iki başlık altında ele almak mümkündür.
Aynından (kendisinden) yararlanılan vakıflar diye tarif edilen mescid, hastane, kabristan, kütübhane, vb. vakıf tesislerinde vakfedilen malın ifraz edilmiş olma şartı ittifakla sabittir. Şayi’ hisseli malların bu nevi bir vakıf haline getirilmesi mümkün değildir; mutlaka taksim olunup sınırlarının belirlenmesi lazımdır. Sırf Allah rızasını gözeten bu tür hayır kurumlarının üzerine kurulacağı mülklerin mahiyetleriyle şayi’ kaynaklı belirsizliğin bağdaşmayacağı açıktır. Şayi’ hisseli malın taksim olunup olamaması meselenin esasını değiştirmemektedir. Ne olursa olsun taksim edilmesi ve akabinde vakfın kurulması gerekir. (Akgündüz, age, sh. 198) Eğer taksimi mümkün değilse, vakıf kurmak isteyenin gerideki hisseleri de almasının zorunlu olduğu barizidir. Bu hususun zarureti, hem vakfın mülkiyet şartına taalluk etmesinden hem de vakıf cihetinin daha vakıf kurulurken kesinleştirilmesinin zorunlu olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer bir arazi mescid olmak üzere vakfedilir de ardından o arazinin bir kısım hissesi (üzerine mescid yapılacak yer olmasa bile) üzerinde hak taleb edilirse, vakıf hükümsüz kalır. Şuyûun aslî mi yoksa tarî mi olduğunun bu meselede ehemmiyeti yoktur. (Ömer Hilmi Efendi, Ahkâm’ül-Evkaf, md. 64)
Ancak günümüzde altı çarşı veya pasajla dolu birçok mescid mevcuttur. Hanefilere göre böylesi dükkânlara ancak mescidin vakfına bir gelir sağlamak maksadıyla izin verilebilir. Eğer mescidin bulunduğu binanın alt katı, vakfın maslahatına uygun ve onu bozmayacak başka bir gayeye hizmet maksadıyla kullanılmaktaysa, mesela kütübhane olarak, bunda bir mahzur yoktur. Bu tarz kamu yararı gözeterek kurulan vakıfların aynı arsa üzerinde olmaları, sınırları net bir şekilde belirlenmiş olmak kaydıyla caiz görülmüştür. Yani Hanefi mezhebinde aynı arsada bir vakıf ya gelirinden faydalandığı ev ve dükkânlarla ya da kendinden faydalanılan başka bir vakıfla ortak olabilir. Ancak bu şart yerine getirilmediği, mesela bir katı özel bir mülk, diğer katı da halka açık bir mescid olduğu takdirde, şayi’ hissedarlık dolayısıyla kul hakkı şüphesi bulunduğundan bu mescidin “vakıf mescid” hükmü kazanamayacağı ifade edilmektedir. (Ebulula Mardin, Ahkâm’ül-Evkaf, sh. 122) Hanefi fukahanın yaptığı açıklamaların mefhumu muhalifine baktığımızda, günümüzde aynı arsa üzerinde dahi olsa binalarda kat mülkiyeti adı altında ifraz yapılmasının itiyad haline gelmesi neticesinde böylesi mülkiyet sıkıntılarının kalmayacağı düşünülebilir. Çünkü çoğu şehirde, bilhassa iş yerlerinin yoğun olarak bulunduğu mıntıkalarda binaların kahir ekseriyeti apartman biçimindedir ve mescidler de, yer yokluğundan bu apartmanların içine yapılmaktadır. Ancak, burada yine bir şüphe payı kanaatimizce vardır. Diğer taraftan mevcutta bir mescid varken, onun üzerinde bulunduğu arsaya ev ve dükkân gibi binaların dikilmesi katiyetle caiz değildir. (Ali Haydar Efendi, Tertibüssunuf, md. 446)
Kendisinden doğrudan faydalanılanlar (aynıyla intifa olunanlar) dışında kalan vakıflara gelince; Şayi’ hisseli bir arazinin vakfedilebilmesine dair Hanefilerle diğer mezhebler arasında farklılıklar bulunmaktadır.
Şafiî, Malikî ve Hanbelîlere göre şayi’ hisse vakfı caizdir ve vakıf malın ifrazı şart değildir. Bu görüştekilerin çoğu, zaten vakıf malda kabzı şart görmediklerinden bu kanaattedirler. Kabzı şart koşanlar ise vakıf muamelesini satım akdine kıyaslamaktadırlar. Akgündüz’e göre bu görüştekilerin nazarında şayi’ hisseli malın taksimi kabul edip etmemesinin bir hükmü yoktur. Sadece Malikîler bu konuda bir ayrıma gitmekte ve taksimi kabul olunmayan ortak bir malın diğer hisse sahiblerinin izni alınmadan kısmen dahi olsa vakfedilemeyeceğini ifade etmektedirler. Onlara göre bu tarz vakıflar batıldır. (Akgündüz, age, sh. 200)
Hanefiler, taksimi mümkün olmayan şayi’ hisseli malların vakfında bir sakınca görmemektedirler. Zira bu çeşit mallarda ifraz mümkün değildir. Burada hissedarların vakfın ortak kurucuları olacakları ya da rızalarının alınmalarının zorunlu olduğu açıktır.
Ancak taksimi mümkün şayi’ hisseli malların vakfı hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu ihtilafın kaynağı, vakfın tamamlanması için teslim-tesellümün şart olup olmamasında düşülen fikir ayrılığıdır. Vakıf işlemini sadaka çeşidinden ve temlikî (bir malı muhatab kişinin mülkiyetine geçirme) bir tasarruf olarak gören İmam Muhammed, vakfın gerçekleşmesi için teslim-tesellümü şart koşmaktadır. Bu yüzden ona göre şayi’ hisseli malların vakfı caiz değildir. Ancak bu şartın, ancak teslim tesellüm edilebilecek taksimi mümkün mallar için geçerli olduğu barizdir. Taksim edilebilen kabz da olunabilir. Taksimi kabil olmayan mallarda İmam Muhammed eksik kabzı kabul etmektedir. Yani onun nazarında ortaklığın bulunmaması vakıf anında değil teslim-tesellüm anında önemlidir. Sonradan meydana gelen şuyû-i tarî vakfı geçersiz kılmaz. Ancak vakfedilen bir malın şayi’ bir hissesi, üzerinde hak iddia edilerek zapt edilirse, buradaki şuyû esası ilgilendirdiğinden vakfın tamamı hükümsüz kalır. (Akgündüz, age, sh. 200)
Vakıf muamelesini iskatî/mülkiyeti terk edici bir işlem olarak gören Ebu Yusuf, vakıfta kabzı şart koşmaz ve bir mülkün şayi’ hisseli olması ona göre vakfın sıhhatine halel getirmez. Taksimi kabil olan ya da olmayan tüm şayi’ mallarda vakıf caizdir; şüyuun aslî mi yoksa tarî mi olduğunun da bir ehemmiyeti yoktur. Buharalı Hanefî fukahası İmam Muhammed’in, Osmanlı hukukçuları ise Ebu Yusuf’un içtihadını fetvaya esas almışlardır. Ancak Osmanlı’da da İmam Muhammed’in görüşü doğrultusunda mahkeme kararlarına rastlanılmaktadır. Arap âleminde günümüzde hisse senedlerini vakfedenlerin muamelelerini Ebu Yusuf’un içtihadına dayandırdıklarını görmekteyiz. (Akgündüz, age, sh. 202)
Vakıf malla alakalı diğer bir konuda işgalli olup olmamasıyla alakalıdır. Vakfedilen malda, vakfın banisine veya başka birisine ait bir yapı bulunmaması Hanefilere göre şart değildir. Vakfın sıhhati için ekinin biçilmesi veya ev ya da dükkânın tahliyesine gerek yoktur. Ebu Yusuf’a ait olan ve diğer mezheplerdeki hukukçuların da benimsediği bu kanaate sadece İmam Muhammed muhalefet etmektedir. Ona göre meşguliyet, şuyû hükümleriyle benzer. (Elmalılı, İrşad’ül-Ahlaf, sh. 91)
Bir mülkün üzerinde kiracı bulunması veya bir şeye karşılık rehin edilmiş olması da vakfa mani değildir. Vakfedilebilir, ama vakıf işlemi de o kişi veya kurumların haklarını izale edemez. Bu haklar ortadan kalkmadığı sürece vakfın ciheti istikametinde faaliyetlerine başlaması için mütevelliye teslimi mümkün değildir. Eğer rehine bırakılan bir mülk vakfedilir ve borç ödenmezse, vakıf geçersiz olur. (Akgündüz, age, sh. 203)
Hülasa vakfedilecek mülkün tüm hat ve hudutlarıyla tesbiti, vakfın sıhhati açısından hayatî önemdedir. Bir vakfın yapısı, işleyişi ve mülkü ne kadar berrak ise, o vakfın sıhhati de o derece yüksektir.