İktisad, son asrın en revaçta bilim dallarının başında geliyor. Ancak, iktisadın diğer bilimlerden bir farkı var: Bir bilim dalı olmanın ötesinde, son derece tabii ve hayatın içinde bir hadisedir; yaşanandır. Halk arasında “hesabını bilmek”, “ayağını yorganına göre uzatmak”, “hesabını bilmeyen kasap, elinde kalır masat” vb. deyim ve atasözlerini sıkça kullanırız; bunlarla kişinin evinin gelir gider dengesini, masrafları tanzimini, girişeceği yatırımların hesabını bilmesi anlatılır. Adam Smith de “aklı başında herkes hesabını bilir” derken bu hali kastetmektedir. Zaten Yunanca “aekonomia”, İslâmî ilimlerde de “ilm-i tedbir-i menzil” olarak geçen bu bilginin esası, kişinin, ailesinin geçimini en “optimum”, yani ailenin bulunduğu mahallin ortalama hayat standardına, görgü ve alışkanlıklarına en uygun bir seviyede teminden ibarettir; yazı dizimizin terminoloji ile alakalı bölümlerinde izah etmiştik: Bu “bilme” işinin özü, kendi varlığını (ve maddeten ve manen kendi varlığının yayıldığı parçaları) idame ve isbat ile “diğerlerini” nefye dayanır. O kadar tabiî ve kendiliğindendir ki olmasa varlığımızı sürdüremeyiz. İşin doğrusu, bütün canlılara da içgüdü seviyesinde hâkimdir.

Lakin mesele cemiyetin temel birimi olan aileden çıkıp genişledikçe karmaşıklaşmakta, farklı birçok amil devreye girmektedir. Artık bu noktadan sonra cemiyetin varlığının koşulu olan devlet ve onun ferd, aile, cemaat (sülale, kabile, klan, vs.) ve nihayet cemiyet biçiminde içiçe geçen/sıralanan, üzerine oturduğu topluluğu idare düzeni gelmektedir. Buna Batılılar ekonomi politik, biz ise ilm-i tedbir veya ilm-i siyaset diyoruz; yani tedbir bilgisi veya siyaset bilgisi. Tabirin kendisinden bile Müslümanlar nezdinde aslolanın düzen ve ahenk olduğu anlaşılmaktadır. İbda Fikriyatı’nın temel tezlerinden olan “her şey galibine tâbidir” hikmeti mucibince, cemiyette beliren bütün oluşumların ruhî bir mihrakın etrafında teşekkülünün hem kaçınılmaz bir vakıa hem de sistem kurulumu için bir zaruret olduğu açıktır. Cemiyet demek, bir ruh birliği olan insan topluluğu demektir. Yani devlet ve cemiyet, bir din/inanç sistemi şemsiyesi altındaki ahlâk ve buna bağlı kültür, iktisad, siyaset birliğinin tecessüm etmiş halidir. Cemiyete hâkim ruh, onun tüm unsurlarını şekillendirir. Marks’ın altyapı-üstyapı münasebetine dair tesbitine katılıyoruz lakin farklı bir biçimde: Ekonomik ilişkileri ve dolayısıyla üretim biçimleri cemiyetin altyapısını oluşturmaz. Onun altyapısını oluşturan o cemiyetin inancı ve bu inancın düzenidir. Bu inanç sisteminin mihverinde Marks’ın komünizmindeki geleceğin “sınıfsız ve çok mutlu insanlığı” olabileceği gibi, devlet fetişizmi veya milliyetçilik de olabilir. Yani cemiyeti bir arada tutan sadece klasik bir din görünüşündeki bir inanç merkezi olmayabilir. Bu nokta tam anlaşılmadığından, sanki bir tarafta din, karşısında da ateizmin farklı formları mevcutmuş gibi bir algı var ki, külliyen yanlış. Ferdin ve cemiyetin inanç duygusuna hitab eden “her şey” bir din mevzuudur; doğrudur ya da yanlıştır, o sonraki mesele… Daima ifade ettiğimiz gibi, geleceğe, bilinmeyene veya herhangi bir şeye matuf inanç olmadan insan, boşluğa düşer, dengesizleşir. Dengeyi temin için bulduğu her şeye yapışmaya çalışır, onu kendine itikad edinir. Ya da düşünemeyecek kadar yorulması, ezilmesi veya muhtelif uyuşturucularla (spor, eğlence, fuhuş, doğrudan uyuşturucu, vs.) beyninin çalışmamasının sağlanması gerekir. Kısacası inançsız insan olmadığı gibi, kişi ve cemiyetlerin altta yatan GERÇEK inancı, alt yapı olarak, diğer tüm kurum ve yapıları belirlemektedir ve buna iktisad da dâhildir.

Karl Polanyi, en tabii ve günümüze kadar “genel geçer” iktisadî sistem olduğu iddia edilen serbest piyasa düzeninin geçmişte hiç de öyle söylendiği gibi genel geçer olmadığını, hatta 19. Asırda zorla yaşatılmaya çalışıldığını belirtmektedir. Piyasa ekonomisi, sıkı bir denetim altına alınmadığında, çok hızlı bir şekilde sermayenin temerküzleşmesine sebeb olmakta ve çökmesi mukadder hale gelmektedir. (Bu temerküzün zirvesi, Marks’ın tekelci burjuvazi terimiyle kast ettiği, üye sayısı çok az “galib” bir gruptur. Sayıları bir elin parmakları kadar olabilir.) Ona göre Kapitalizmin asıl tabiatı budur ve korkutucu boyutta yıkıcıdır, düzen bozucudur, kaotiktir. (Yukarıda Müslümanların ise düzen ve ahenk insanları olduklarını ifade etmiştik; İslâm insanın bu yönünü önceler. Batı’nın18. Yüzyıldan beri yaklaşık üç asırdır kaotik ve yıkıcı olmasına bir de buradan bakmak lazım.) Kısacası Polanyi’nin iddiası şudur: Hür teşebbüsün önünün açılması anlamında liberalizm, sermaye birikmesine izin verilmesi anlamında kapitalizm ve fiyatların kısmen arz taleb dengesinde belirlenmesine nazaran bir piyasa sisteminin varlığından söz edilse bile, bunlar kendi olağan akışı içerisinde ve insan fıtratına uygun bir biçimde cereyan etmekteydi. Devletler de liberalizm ve kapitalizm konusunda çok bilgi sahibi olmasalar da, olan bitenin verdiği rahatsızlıktan dolayı, insiyakî olarak, yani Polanyi’nin meşhur “çifte hareketi” icabı, gerekli önlemleri almaktaydılar. Çifte hareket, Polanyi’nin tasviriyle, içtimaî dengenin idamesi için bir sosyal tezahürün mukabiliyle dengelenmesinin zaruri olduğu karşılıklı etkileşim düzenidir.

Ezcümle Polanyi gibi iktisatçıların nazarında bir kalkınma modeli olarak seçilebilecek liberal kapitalizmden daha kötü ve insanlığı ifsad edici bir doktrin yoktur. Lakin bu görüşün yerine onlar tarafından ikame edilmek istenen demokratik sosyalizm, Hristiyan sosyalizmi, vb.’nin de heybesinde, kapitalist sistemin motoru “para kazanma hırsı/vecdi”nin karşılığı daimi bir vecd ve tatmin kaynağı yok. Marksizm’de hele külliyen yok… Yani aslında Kapitalizmin bu kadar menfi cihetine rağmen halen bütün dünyaya hâkim olmasının esrarı, insanların önüne bir hırs/vecd hedefi koyabilmesinde yatmaktadır; zengin olma, rahat yaşama ve onunla beraber gelen zihindeki muhtelif tasavvurlar… Ruhu inkâr eden, etmese bile bir zemine oturtamayan rakiplerinin böylesi bir kapsayıcı muharrik güç karşısında kazanmaları mümkün değildi.

Bu noktada İbda fikriyatının iktisada getirdiği en büyük yenilik, hali hazırda, mutlak fikre istinad etmeden bütün insanlığa şamil bir iktisadî doktrinin oluşturulamayacağıdır. Zira mutlak bir sabite olmadan bunun kurulamayacağı aşikar olduğu gibi, mutlak fikre istinaden kurulduğu durumlarda bile, adet ve geleneklerin, milletlerin mizaç hususiyetlerinin, coğrafi sebeblerin zorlamasıyla doktrinin ana çerçeveyi çizer hale gelmesi, teferruatı uygulamaya bırakması gerekir. İslâm devleti tek olduğunda dahi, farklı yörelerde farklı uygulamalara gidilmişti. Mezheblerin ortaya çıkışını andıran bu hal, hayata bakışın her nesilde kendini tazelemesinden dolayıdır. Her nesil, üretim, tüketim, alışkanlıklar vs. konularda az ya da çok yenilikler getirecektir ve bu durum mal ve hizmet döngüsünün de değişmesini gerektirir. Mesele, düzenin devamını ve heyecanın kaybolmamasını temindir. Bu konuyla alakalı başlıkları teker teker açmayı planlıyoruz.

Her cemiyet, kendine has özelliklere sahibtir; nevi şahsına münhasırdır. O yüzden ticaret, piyasa, üretim, tüketim, gelir, gider, vergi, maliye gibi kavramları zincirin son halkaları olarak alırsak, bundan önce o ülkede cari ve devlete hâkim iktisadî anlayış, ondan da önce devlet ve rejim gelir. Devletin ahlâkın en “mükemmel” hali olduğunu, ahlâkın da kendi arkasında bir inanışın mevcudiyetini icbar ettiğini, sözü fazla uzatmadan ekleyelim. Ancak günümüzde mesele Üstad Necib Fazıl’ın meşhur benzetmesiyle “tersine çevrilmiş ehram” halindedir ve o yüzden kaotik bir mahiyet arz etmektedir. Birilerinin elinde örtülü bir şekilde kullandıkları piyasa ve devlet gücü, bu güçlerin manipüle edip yozlaştırdığı cemiyetin ahlâkî değerleri ve nihayet insanların kendi nefslerinin ilahlaştırılmasından başka bir şey olmayan sahte dinler... Bu dinler kategorisine sadece Batıda neşet eden “yeni bin yıl” dinleri değil, İslâm içinde gözüken reformist anlayışları da eklemeliyiz. Dünyada son bir buçuk asırdır yürürlükte olan iktisadî düzene bu gözle bakmak lazım… Bu sebepten, iktisadı ilk evvela yukarıda sıraladığımız çizgiye mutabık külli bir anlayışla bir bütün olarak, akabinde de parçalarını teker teker ele almanın doğru olacağı kanaatindeyiz. “Dünya gerçekleri” retoriğiyle bu olup bitenin, “müesses nizamın” meşrulaştırılması biçiminde bir yaklaşım asla kabul edilemez. Dünyada sürüp giden bir iktisad değil, bir ahlâk ve tahakküm mücadelesidir ve iktisad da bunun en önemli aleti mevkiindedir. İktisad sadece basit bir bilim dalından ibaret olsaydı, arka plandaki hiçbir gücün aleti olmasaydı, günümüzde maddî olayları gözlemleyerek, tecrübelerden yola çıkarak, yanlışları görerek, aklî muhakemeyi, tahlil ve terkibi kullanarak oluşturulduğu söylenen iktisadî modellerin başarısız olduklarını söyleyebilirdik. Dünyanın üçte biri açlık sınırı altında yaşarken yüzde onu obez olmuş durumda... Dünyadaki servetin % 90’ı %1’lik bir kesimin elinde, dolayısıyla % 100’ü, % 1’in kontrolü altında... Ancak, egemen güçler açısından bakılacak olursa, son 70 yıldır iktisadî düzenlemelerin dünyayı zapturapt altında tutmalarını sağladığı için, iktisadî doktrinler, Dünya Bankası, İMF, BM ve NATO desteğinde oldukça kullanılışlı araçlar mevkiindeler. Ekonominin kendi kuralları içinde işlediğine inanan “saf”larsa bizim gibi ülkelerde idareci pozisyonunda. Bankaların, finans kapitalin-uluslararası sermayenin ve Yahudi sermayesinin Batı’daki en büyük güç haline geldiğinin böylesine açık olduğu bir devirde bu tarz idarecilere sahib olmak da büyük talih!

Dediğimiz gibi asıl kavga iktisad sahasında yaşanmıyor; asıl kavga ahlâk sahasında, cemiyete hâkim olacak kuralların ne olacağı konusunda yaşanıyor ve insanlar bunun bilincinde değiller. Her iktisadî olay, aynı zamanda ahlâkîdir. Ahlâkın olmadığı yerde gerçek anlamda iktisadın mevcudiyeti mümkün olmadığı gibi, insanı “çıkarını düşünen hayvan” şeklinde tanımlayan ve etki-tepki zincirinin dışına çıkamayacak bir varlık olarak gören tüm çeşitleriyle “determinizmlerin” ne kadar yanıldığı bugün daha iyi anlaşılmaktadır. İnsan, şuurlu olduğu süre boyunca, diğer canlıların aksine, ahlâk sahibi bir canlıdır ve çıkarını düşünmek de yukarda yaptığımız tarife istinaden bir ahlâkî davranıştır; mesele doğru ahlakın hangisi olduğudur ki o da mutlak fikir gerekli bahsinin önüne bizi getirir bırakır. İbda’nın “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” prensibinden hareketle, mutlak fikir İslâm olmasaydı, cemiyete egemen ahlâk telakkisinin içinde işleyecek bir iktisad da olmazdı diyebiliriz. İslâm iktisad bahsi tam da gelip bu noktaya oturmaktadır: İktisad bir “habitat-çevre” işidir.

Baran Dergisi 547. Sayı