İslâm ve iktisad ilişkisini sadece bir yardımlaşma olarak görmek, zekât ve Ramazanla sınırlandırmak eksik bir yaklaşım olur. İslâm hayat nizamı olduğuna göre, hayat için zarurî olan iktisadî ilişkilere de ehemmiyet verir ve ibadet cümlesinden görür. Mesela İslâm’ın nikâh akdi sadece iki şahit ve iki tarafın rızasından ibaret şeklî bir ibadet olmadığı ve Allah ile Resûlü’ne bağlılık şuuruyla dinî bir ibadet nevine girdiği gibi, tüm iktisadî ilişkiler de ibadet zümresindendir. İslâm’ın hasrı dışında ne kalabilir ki? İslâm’ın perspektifi dışında bir alan düşünmek onun ilahî oluşuyla çelişir.

İman kardeşliği temelinde oluşan müminler topluluğu için (hemcinsine muhtaç olan insan) kişi hakkı Allah’ın bile affetmeyeceği bir çekirdek hak olurken, insan için zarurî ihtiyaçlar olan iaşe ve ibate (yeme, içme ve barınma) bu hak kapsamında görülmelidir. Zaten zekât zenginin isteğine bağlı bir gönül cömertliği değil (muhakkak bu husus teşvik edilir) fakirin hakkıdır ve mecburidir. Yani isteğe bağlı bir yardımlaşmadan öte, farz, vacip gibi mükellefiyet yükleyendir. Bunun için zekât şartı ve faiz yasağı Kur’an’da sık sık vurgulanır. İnfak eden mü’minler övülür. Bunun için Allah Resûlü sahabîlerine kardeşinin ne yiyip içtiğini, nerede barındığını düşünmeyi tavsiye eder-emreder. Sahabîlerin para ve ticaret ilişkilerini aynı abdest ve namaz gibi düzenler ve yeri geldikçe uyarır, kınar. Her şeyden önce Peygamberler Peygamberi yaşayışı ile maddeye ve dünya hayatına hükmeder, malı tapınma ve övünme makamından düşürür, üstünlüğü Allah’ın kulu insana verir. Yine bundan dolayı zekât vermeyen kabilelere karşı Hazret-i Ebubekir savaş ilân eder. Kul hakkını kimseye yedirmez. Keza Hazret-i Ömer İslâm devletini teşkilâtlandırırken beytülmalı ve muhasebat divanını devletin omurgasına yerleştirir. Tabiî ki Allah Sevgilisi’nden gördükleri ve öğrendikleri doğrultusunda…

Zekâtın rolü çok önemlidir ve bundan dolayı parası-malı olan her mü’mine farzdır. Piyasalara canlılık kazandırması, atıl parayı harekete geçirmesi, fakirin ve zekâtı hakeden diğer sınıfların hakkı oluşu, malı temizleyici olarak görülmesi (demek ki paranın kiri var) ve parayı eksiltmeyip bereket vermesi… Faiz yasağı ile birlikte düşünürsek sermayenin urlaşmasına ve kapitalistleşmeye mani oluşu, gelir dağılımında adalet sağlayıcı oluşu, cemiyette tesanüd ve kenetlenmeye yol açması gibi faktörleri de sayabiliriz.
Allah kitabında “size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz” diye buyuruyor. Nimeti ise Allah rızasına uygun kullanmamak ve bilhassa şükrünü eda etmemek ise “küfran-ı nimet” olarak görülmüştür. Birine iyilikte bulunana ise “veliyyinimet” denmiştir. Nimet kelimesinin, insanın hoşuna giden durum, mal-mülk mânâları ile birlikte ihsan, lütuf, iyilik, mutluluk ve saadet mânâları da var. “Naim cennete” erdiren nimetin bâtın mânâsı (hakikati) unutulursa, bolluk içinde mutsuzluğa yol açar. Bal zehir olur.

İslâm’ın faiz yasağı ve zekât şartı iyice incelenirse ve İslâm’ın nizam adalet oluşuna tek başına hüccet olur. Faizin gerekliliğine dair söylenen sözlerin aslında tutarlılığı yoktur. Batı’nın sermaye temerküzü ve sömürgeci politikaları gereği faiz hayatımızın her safhasına sokulmuş ve vazgeçilmez gösterilmiştir. Faiz tabiî ki geçmiş devirlerde de vardı, ama topluma sirayeti bu kadar değil idi. Kapitalist sistem kendi varlık sebebi olduğu için faizi bize dayatıyor. Zaten Türkiye’deki sistem de buna göre kurulu. Paranın tanımı da doğru değil. Para eşittir kapitalist sistem şeklinde tanımlanıyor. Düzenleyici onlar olduğu için, uluslararası ticarette bile nakdedilen para İngiliz bankalarına uğramak zorunda ve dolar hâlâ geçerli değer ölçüsü ve rezerv para birimi. Biz de Kemalizm’in deli gömleği ile birlikte faiz sarmalı içinde kalıyoruz. Ya uluslararası sistemin cariyeliğini yapacaksın ya da operasyona maruz kalacaksın.
Batı kapitalizminin can damarı faiz putudur. Semire semire irileşmiş olan faiz putunu kırmak için “yeni nizam-yeni insan” davası yolunda olmak gerek. Çağımızın ihtiyacı budur; fikir ve metod birlikte putları imha, tevhidi inşa etmek için. Vicdanı ile cüzdanı arasında parçalanmış insanoğlunun (oluş) ıztırabına çözüm ve kurtuluş reçetesi olmak için. Sistem, kadro ve inkılap mevzuuna yine geldik. İşin temelini unutmamak şartıyla tahlillerimize devam edelim. Hadiseler üzerinden kendimizi delillendirelim ve aksiyonumuza yol açalım ki, sadece muhalefet için muhalefet ve slogandan ibaret kalmayalım. Niçin ve nasıl sorularını gücümüz yettiğince cevaplayalım, davamızı anti tezimizden de delillendirelim.

Bizi her bakımdan kuşatan kapitalist sistem kokuşmuşluğuna ve zulüm üretmesine bakmadan faizi savunmaya devam eder. Faizin paradan vazgeçme hakkı olduğunu ve “tasarruf zahmeti” karşılığı olduğunu söyler. Ayrıca “zaman tercihi” ve “likidite tercihi”ni öne sürer. Hâlbuki hayat tarzına göre bunlar değişkenlik arzeder. Tasarrufu zevk gören anlayış karşısında (İslâm’ın israfı engelleyici tavrı tasarrufa yol açar) bu tez çürür. Ayrıca tasarruf zevki yok ise kendini üretmek istemeyecek ve onu faizle de çekmek mümkün olmayacaktır. “Güven duygusu”, “yardım zevki” ve “işe yarasın zevki” sayesinde “zaman tercihi” meselesi de geçersiz kalmaya mahkûm olur. Ödünç vermek, “tasarruf zevki”nden sonra, “zekât şartı” ve “faiz yasağı”nı da hatırlarsak, kâr-zarar ortaklığı şeklinde sermayeye katılımı da doğurabilir. Faiz taraftarlarının “likidite tercihi” ile “insanlar, servetlerinin bir kısmını para olarak ellerinde tutmak isterler” şeklindeki tezleri, yine faiz yanlılarının tezi olan faizin gerekçesi olarak gösterdikleri “tasarruf zahmeti” ile çelişir. Tasarruf zahmeti karşılığı faiz istendiği ve bunun meşru olduğu söylenirken, burada likidite tercihine üstünlük tanırlar. Zahmetinden dolayı kimsenin tasarrufa yanaşmayacağını iddia ederken öbür yanda bir tasarruf tavrı olan likidite tercihi neden olsun? Bütün bunlardan sonra, “paranın zaman değeri”nin safsataya dönüştüğünü hatırlatalım.

Şu hususu da ilave edelim, enflasyon sebep değildir; faiz sebep, enflasyon neticedir. Yüksek faizlerin maliyet fiyatlarına etki ettiği ve maliyet enflasyonuna yol açtığı bilinen bir husustur.
Faizin sosyal dokuyu bozduğunu, servetin mütemadiyen çok küçük bir azınlığa transfer olduğunu ve bunu da kitlelerin küçük tasarruflarını faiz adı altında çekip alma ile yaptıklarını biliyoruz. Aslında kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz; ama organize olamayan kitle ezilmeye mahkûm oluyor. Yardımlaşma duygularını öldürüyor, devletleri borç batağına sokup rejimleri dışa bağımlı kılıyor. (Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye’si hatırlanmalı ve günümüzde IMF’nin yaptıkları) Maalesef %1’e karşı %99 ezilmektedir. Dolar merkezli uluslararası para çetesinin tasallutundaki merkez bankaları aracılığıyla vahşi kapitalist sistem paradigma hâline getirildi. Hıristiyan dünyasında faiz için kullanılan İngilizce’deki “usury” kelimesi daha cazip olan “interest” kelimesiyle yer değiştirirken, İslâm dünyasında da yine aynı merkezin dürtüklemesiyle faiz kelimesi “kâr payı” kelimesiyle yer değiştirdi, “kredi” kelimesiyle yumuşatıldı ve yaygınlaştırıldı.
Ne türlü zulüm ve sömürü çarkı içinde olduğumuzun tam farkında değiliz. Henry Ford’a atfedilen, “iyi ki toplumumuz bankacılık ve para sistemini bilmiyor. Bilselerdi yarın sabah devrim olurdu” sözünün üzerinden 65 yıl geçmesine rağmen ellerine geçirdikleri askerî güçle ve insanları kölece çalıştırarak ve ihtiyaçlarını istismar ederek (boğaz tokluğuna sisteme razı etmek) sömürü çarkını döndürebilmektedirler. Küreselleşme ile birlikte yoksulluk ve gelir dağılımındaki uçurumun artmasına, güvensizlik ve kaygının ziyadeleşmesine rağmen… İktisad ve ahlâk ilişkisi açısından şunu hatırlatalım ki, onların ahlâkî tercihi sömürgeleştirme olurken ve nefsaniyete dayanırken, bizim ahlâkî tercihimiz ne ve bunun tatbik sistemi (aksiyon) nasıl? Güdülen ve ezilen olmak istemiyorsak bu suallere cevap vermek zorundayız.

Borca dayalı dediğimiz paranın üretilme yöntemi kısmî rezerv bankacılığı ve modern bankacılık sistemi, fiyat para dediğimiz faizin tarihî gelişimi ve paranın basılma yönteminin içinde faizin barınması ve bu nedenle oluşan enflasyonu hatırlatalım. Paranın basılma yöntemi ve bu nedenle oluşan enflasyona Prof. Dr. Gültekin Çetiner’in “ıssız adadaki 50 lira” misalini verelim. Şöyle ki:
“Gemi Büyük Okyanus üzerindeyken şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Fırtınada gemi batar ve filikaya binenlerden sadece beş aile kurtularak, üzerinde on binlerce adayı barındıran koca okyanustaki adalardan birine salimen ulaşırlar.

İlk gözlemledikleri, adada hemen her şeyin mevcut olduğudur. Bu yüzden adaya Bereket Adası ismini verirler. Bereket Adası’nda çok uzun yıllar hatta belki ömürleri boyunca kalma ihtimalinin yüksek olduğunu görüp kaderlerine razı şekilde kendi medeniyetlerini kurmaya karar verirler.
Zira; her biri maharetli insanlardan oluşan bu ailelerde bazıları marangozluk gibi yeteneklere sahip, kimisi ziraat işlerinden anlamakta ve ziraat ürünlerini işleyebilme konusunda becerili insanlar bulunmaktadır.

İlk zamanlarda kendi ürettiklerini diğerleriyle takas ederek her şeyi kendilerinin yapmalarına gerek kalmadan yaşamaya devam ederler. Zamanla refah seviyesinin artması, ailelerin genişlemesiyle artık memleketlerindeki kullandıkları para gibi bir ölçü aracına ihtiyaç duymaya başlarlar.
Lakin içlerinde para işinden anlayan yoktur. Neyi para olarak seçecekleri, parayı nasıl üretecekleri, nasıl dağıtacakları gibi hususlar konusunda karar verememektedirler. Başlarda altın veya değerli bir maden kullanmayı düşünürler. Ancak adada yaptıkları araştırmalarda böyle bir maden bulamazlar.
İşte o sıralarda adaya fırtınalı bir havada kayığıyla yeni birisi ayak basar. Fırtına sonucu batan bir gemiden kurtulan tek kişidir. Adada yaşayanları görerek sevinir. Hele onların ürettiği evler, oluşturdukları belli zenginlik sevincini iyice katlar.
Asıl sevincini artıran husus ise; ailelerin mallarını değiştirme yani takas işlemlerindeki zorlukları anlatarak para olarak kullanacakları bir şeye ihtiyaç duyduklarını ancak nasıl yapacaklarını bilmediklerini ifade etmeleri olmuştur.
Diğerleri tarafından fark edilmeyen gözlerindeki şeytani bir gülümsemeyle kendisinin bankacı olduğunu ve bu işlerin uzmanı olduğunu ifade eder. Hepsi çok sevinmiştir. Artık herkes ürünlerini rahatlıkla değiştirebilecekleri bir ölçüye kavuşmuştur. Ertesi gün bu işi halledeceklerini belirterek ayrılırlar ve güzelce uyurlar.
Ertesi günü bankacının yanına gittiklerinde yanında bir sandık olduğunu görürler. Bankacı bunun içinde altın var der. Bir de mürekkepli kalem ile kâğıtlar çıkarır.
Sonra şöyle devam eder:
‘Adamızda Ada Lirası (AL) ismiyle yeni bir para çıkaracağız. Bu altınlara karşılık olmak üzere şimdi 1000 Ada Lirası üreteceğiz. Bunları tek tek farklı rakamlarda imzalayacağım. Bunlar sizin kâğıt paralarınız olacak. Bunları her aileye 200 ada lirası olmak üzere borç vereceğim. Tabi bu benim altınlarıma karşılık olduğu için ve borç olarak verdiğimden sizden imzalı taahhütname alacağım. Bütün bunlara karşılık da az bir miktar faiz alacağım. %5 gibi bir rakamın fazla olmayacağını düşünüyorum’ der ve adadakilere de kabul ettirerek 1000 ada parasını her aileye 200 Ada Lirası (AL) olacak şekilde dağıtır. Her aile borç senetlerini imzalar ve sevinçle 200 ada parasını alarak ayrılır.
Yukarıda görüldüğü gibi adadaki tüm para borca dayalı olarak üretilmiştir. Adadaki tüm ailelerin borcunu ödemesi durumunda ortada para kalmayacaktır.
Öte yandan, Matematikte 4 işlem yapabilen herkes eğer biraz sorgularsa kurulan sistemdeki çarpıklığı ve parayı nasıl ölçü aracı olmaktan çıkaracağını anlayacaktır.
Bankacı toplamda 1000 Ada Lirası olan bu kâğıtları her aileye 200’er Ada Lirası şeklinde dağıtıyor. Bir sene sonra her aile %5 faiziyle 210 Ada Lirası getirmek zorunda. Yani 5 aileden toplanacak 210 Ada Lirasının yılsonunda 1050 Ada Lirası olarak (210×5) geri iade edilmesi gerekiyor.
Soru şu: Bankacının dağıttığı toplamda sadece 1000 Ada Lirası olduğuna göre 50 Ada Liralık fark nereden bulunacak?”
Kapitalist sistemin hikâyesi de tam olarak budur.

Bizi her bakımdan kuşatmaya kalkan (iktisadî ilişkilerimiz kadar) emperyal güçler (ABD ve hempası) ve onların içimizdeki kapıkulları dün Kemalistler idi, bugün ılıman ürkekler ve maddiyatçı muhafazakâr iktidardaki siyaset cambazlarıdır. Samimî fakat kadro açısından yetersiz bulduğumuz Tayyip Erdoğan’ın işi de bu açıdan zor olmaktadır. Kendi işimizi kendimiz görmeli, Allah ve Resûlü’nün buyrukları doğrultusunda bir sistem istediğimizi fikrî ve fiilî ilân etmeliyiz. Onların türlü lafazanlıklarına ve kendi imansızlıklarıyla kafamızı bulandırmalarına karşı da “yeter artık” demek zorundayız. Bize ölümü gösterip sıtmaya razı edecek durumda değiller. Artık böyle bir kitle yok karşılarında. “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin”. Artık böyle bir karar ve kavşak noktasındayız. Sadece siyasetçiler için değil İslâmcılar içi de geçerli bu husus. Kısaca söylersek, Anadolu’dan başka vatanımız yoktur.
Enflasyon oranında fazlalığın olmadığına veya “%15 faiz riba sayılmaz” şeklindeki muvazaacı mizaçların fetvalarıyla İslâm binası inşâ edilemez, korunamaz, yüceltilemez. Muvazaacılardan ne müçtehid olur, ne mücahid, ne âlim. Kapitalist-modernist sistemin boyunduruğu altında muhafazakâr olanı ve olmayanı kıvranırken, “dünya malına tapmayın” diye uyarıyı Allah Resûlü yapmış ve “kişinin namazına orucuna bakmayıp para ile ilişkisine bakın” diye bize ders vermiştir. Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar” eserinden bir alıntıya burada yer verelim: “Dünya malını seçip, ihtiyaç sahibi kardeşinden sevgisini esirgeyen insanda, Tanrı sevgisi nasıl olur? Sevgili çocuklarım, gelin sevgimiz sözde kalmasın, dilde de kalmasın; gerçek ve sahici olsun!”
Gerçek ve sahici mü’min olmak istiyorsak, olumsuzluklardan sızlanmak değil, iç ve dış düşmanlarımızın entrikalarına rağmen yenileşme ve yeni nizam ihtiyacını ısrarla ve ümidle (ümid aksiyon edebilme sanatıdır) vurgulamalıyız. Muvazaacılığa yer yok, yeter bu omurgasızlardan çektiklerimiz!..
 
Baran Dergisi 563. Sayı

26.10.2017