Son yıllarda bazı okyanus adaları vergi kaçırmaya, kara para aklamaya, şantaj ve kumpaslara mekân olsa da “cennet”e benzetilmekle dikkat çekiyor.

Bu adalar sadece birer tabela/adres mi, yoksa üzerindeki mülkiyete “meşruiyet” veren küresel yapılanmasıyla dünya ekonomisinin vazgeçilmezi mi?

Öyleyse neden “sistem dışı tehdit” olarak algılanıyor?

Geçtiğimiz günlerde kısmen ve kasten dünya basınına servis edildiği anlaşılan “Paradise Belgeleri” adlı dijital kayıtlar, ülke ekonomileri için “kara delik” mi, yoksa daha dar çevreye mahsus ayrı bir sistem mi?

Her dönem “zenginler listesi” yayımlayan dünya basınını apıştıran birtakım kâğıtlar üst üste yayımlanırken, sırasında nasıl “psikolojik savaş” unsuru oluveriyor? Şu halde bu adalardaki ilişkilerin mahiyeti nedir, nereye kadar uzanıyor?

Kimin eli kimin hesabında belirsiz bir kaos mu söz konusu? İlişkiler-alışverişler hem gayrımeşru hem meşru nasıl oluyor? Gerçekten herkesi ilgilendiren veriler/bilgiler mi var, yoksa ilgili kişi ve kurumları rehin alan/kiralayan, küresel ekonominin tabiatı icabı anlaşılır bir risk mi?

Bir çırpıda akla gelen bu müşkül sorular, dünyada pek “ıssız ada” kalmadığını, aksine hırsızların kaynaştığı adaların varlığını haber veriyor.
 
Ada Fantezisi
II. Dünya Savaşı sonunda “demokrasinin zaferi” ilan edildiğinden beri savaş yılgınlığından sıyrılmaya çalışan Batılı toplumlar buhranını gizleyememekteydi. Nitekim o tarihe kadar okyanuslar intiharlara da açılan firar yolu, savaşı ganimet fırsatı bilen birtakım açıkgöz maceracılar içinse fantastik kara parçalarının sığınağı olmuştu.
‘Modern tarih’in başlangıcı sayılan coğrafi keşifler, sömürgecilik tarihinin de özü. Fakat bazı gerçeklerin dayanılmaz ağırlığı, konjonktürel gerekçelerle “kayıtdışı” bırakıldığından, yeraltı-yerüstü zenginlik kaynakları nasıl ve kimler için mülk olmuş, bu husus hâlâ özel araştırma alanıdır.

Mesela, Amerika’yı keşif yolunda Atlas Okyanusu’nda karşılaşılan adalardan en bilineni, sadece adı kalmış Kızılderililerin meşhur Manhattan’ı... 17. yy’da Hollanda-İngiltere sömürgeciliğinin çekişmesine de sahne olan bu bataklıktan dönme toprak parçası, şimdi dünya para babalarının en ‘garantili’ mülkü; küstah gökdelenleriyle yeryüzündeki her işe burnunu sokuyor. Bu “Yeni Dünya”nın insanlığa maliyeti nedir; doğrusu kul hesabını aşmıştır.
Manhattan’ın adi bir kopyası olarak Hong Kong, dünya nüfusunu köle kitlesi gören para babalarının Newyork’u (o da İngiltere’nin York’una alternatifti) gibi “uyumayan şehir” sayılıyor. 7/24 emperyalistlerin attığı kazıkları hatırlatırcasına bu ışıltılı yapılar, artık İstanbul dahil yedi kıtanın şehirlerinde hortum kıvraklığında “insan hakları” hüpletiyor.

“Faiz Lobisi”nin vesvese üflediği bu adaların 30 civarında olduğu söyleniyor.

Bermuda adaları gibi sonradan “elit”, toprağından çok bataklıklarıyla hatırlanan Bahama, Singapur, Bahreyn, Karayip gibi adalar, artık hakikaten bataklık! Sonradan görme kimi Arapların adeta bir milletin adını tersten “Para” okutacak kadar hırsını alamayıp suni ada inşaatına gidişiyse cabası.
 
Azor Adaları
Kayıtdışı para dolaşımına üs teşkil eden adalara yanaşmadan önce yakın tarihte büyük siyasî dolapların çevrildiği, Portekiz açıklarındaki Azor adalarını hatırlatmakta fayda var.

Dönemin AB Komisyonu Başkanı Portekizli Jose Mauel Durao Barroso, Irak işgaline günler kala 2003 Mart’ında, Portekiz’in Azor Adaları’nda ABD Başkanı George Bush, İngiltere Başbakanı Tony Blair ve İspanya Başbakanı Jose Maria Aznar’la buluşmuştu.

Irak’ın işgalinin 5. yılına girildiğindeyse Barroso, Portekiz radyosuna resmi demeç verirken şunları söyler: “Azor’daki zirve sırasında Irak hakkında yanlış bilgiler aldım. Gerçeği yansıtmıyorlardı. Bu yönde belgeleri gördüm, karşımdaydılar ve Irak’ta kitle imha silahı bulunduğunu söylüyorlardı. Hepsi yalanmış.”

Avrupa’yı “yaşlı ve bunak kıta” olarak gören Amerikalıların topraklarımızdaki unutulmaz soykırımı Azor adasında düzenlenen şeytani propagandalarla başlamıştı.
 
“Define Adası”
Robert Louis Stevenson, üvey oğlu Llyod Osbourne ile yaptığı bir haritadan hareketle meşhur Define Adası’nı yazmış. Stevenson, bu türüyle W. Defoe ve Montaigne’in taklitçisi olarak anılmaktan da kurtulamamıştır. Oğlunun, “bir harita, bir define ve terk edilmiş bir gemiyle ilgili olsun, içinde kadın olmasın” şeklinde sözü üzerine kitapta kadınlara yer verilmediği söylenir. Eser 1881-82 yıllarında bir çocuk dergisinde dizi halinde yayımlanır; 1883’te kitaplaşır. Tropikal adalarda “X” işaretli haritalarla hazine arayan eli kancalı-omzu papağanlı korsan imajının yaygınlaşmasında bu kitabın büyük rolü olmuştur.

Stevenson, cüzzamlı hastaların karantina altında yaşadığı Molokai’de (Hawai Adaları’ndan) Peder Damien’in misyonerlik yaptığı bir koloniyi incelemek için ziyaret eder. Bu dönem “Güney Kıyılarında” ile birlikte bu pederin de ismini verdiği iki kitap yazar. Akciğer kanaması geçirince seyahati bırakır, Büyük Okyanus’un Samoa adalarında arazi alır ve yerleşir. Yerli dilde “Masalcı” anlamına gelen “Tusitala” ismini takınır, hatta yerel siyasete girer. 1892’de “sömürgecilik”e karşı Samoa’nın haklarını korumak için kampanya başlatacak kadar ileri gider. “Tarihteki Bir Dipnot: Samoa’da Sekiz Yıllık Sorun” adlı eserini yayımlar. 1893’te Samoalı bir kabile şefini destekleyince isyancı ilan edilir ve Samoa’dan atılmanın eşiğine gelir. 1894’te Samoa sakinleşince Stevenson da kahraman olur. Aynı yıl bir başka eserini çalışırken 44 yaşında beyin kanaması sonucu ölür; adanın Vaea Tepesi’ne gömülür.
 
Kapitalizm Adası
70’li yıllarda kaleme aldığı gezi notlarında Büyük-Küçük-Brac şeklinde üç Cayman adasından bahseden İngiliz gazeteci Anthony Sampson, “Para Tacirleri-Kaynaşan Dünya” adlı kitabında bu tür yerler için “Kapitalizm Adası” diyor. 60’lı yılların “çift kutuplu dünya” algısında kulakları “özgürlük” sloganıyla çınlayan, “Amerikan rüyası”nı görmeye bayılanların kuşağından olan Sampson, bu yazının da başvurduğu kaynak oldu.

II. Dünya Savaşı’nın tesirlerine karşı daha emniyetli sayılan Kuzey Amerika, Avrupalı yeni göçmenlere “macera yatağı” olurken, gerçekte yeni ve kat kat zenginleşen şirketler için sömürge merkezi olmuştu. Sömürülenler içinse, aptal bir pasaport süksesi kazandıran Atlantik ülkesi.

20. yy’ın ortalarında ulus devlet söylemiyle Avrupa’da oluşan karma hükümetler, eğitimli danışman kadro ve etki ajanı elçiler tarafından “büyük şirketler”le tanıştırılmaktaydı.

Dünyada demokrasi rüzgârı eserken, canavarlaştırılan faşizme ve komünizme inat, tavşan şeyi gibi kokmaz bulaşmaz da olsa “demokratlık” geçer akçedir.

Bu rüzgârı arkasına alan büyük şirketler, tüm fiyakasıyla Avrupa kıtasına uçurulan Amerikalı “yeni adamlar” eliyle Avrupalı siyasileri “ıslah ve terbiye” eder.

Öyle anlıyorlardı ki, ABD’yi görmeden, bilmeden 19. yy’dan sıyrılmak, 20. yy usulü siyasetle şekillenmiş ilişkilere girmek ve “devlet adamı” sayılmak mümkün değildi.

“USA” damgalı Marshall yardımları ve Truman Doktrini’yle birlikte yalnız ülkemizi değil, Avrupa kıtasını da saran kovboyların kültür emperyalizmiyle tüm milletler itilip kakılıyordu. Olanca modernliğiyle saklanan kompleksin karşıladığı şeyse, Amerikan sanayiinin kahredici parası ve yenilmezlik imajı oldu.

İşte o adalara yerleşen para cambazlarının da, dünyanın neresinden gelirse gelsin -çok uluslu şirketler- Amerikan referanslı oluşu, sorgusuz-sualsiz işler için hâlâ rutin sayılmaktadır.

Gazeteci Sampson:
“Vergisiz ve bağımsız ada düşüncesinin çok uluslu bankacılar üzerinde dayanılmaz bir cazibesi vardır. ‘Bank of Amerika’dan Tom Clausen, “tüm milli kimliğini yitirmiş bir uluslararası şirket” hasretindeydi. Dow Chemicals’ın eski başkanı Carl Gerstaker vaktiyle şöyle demişti: Eskiden beri hiçbir milletin mülkiyetinde olmayan bir ada satın alıp Dow Company’nin dünya merkezini bu adanın, hiçbir millete veya topluma şükran borcu olmayan gerçekten tarafsız toprağına koymayı düşlerim.”


 
Sömürge Adası
1950 sonrası dünyanın bazı noktalarında görülen otorite boşluğu Karayipler’de de hissedilir. Caymanlılar... Bunlar “Karayiplerin İsviçresi” havasına çoktan girmiştir. Adada gelişen tek “siyasi bilinç” İngiltere’nin toprağı kabul edilmektir. İngiltere tacına dışişlerini ve savunmayı teslim fikrinde olan dönemin Caymanlı politikacılarından biri, “Karayipler bizden ayrıldı, biz onlardan ayrılmadık” diyor. 1960’a kadar telefonsuz, ortalıkta ineklerin dolaştığı tek kaldırımlı bir bankası olan adaya, 1966’da aniden özel jetler için havalimanı yapılır. O tarihe kadar İngiliz zenginleri, İngiliz kanunlarındaki gediklerden istifade ederken bu gedik kapatılır kapatılmaz Cayman yasaları yetişir; ABD ve Latin Amerika başta olmak üzere tüm dünyadaki kişi ve şirketlere “vergisiz faydalar” sağlar. Sampson anlatıyor;

“Cayman’ın yeri iyiydi. Çünkü Newyork’la aynı saat dilimindeydi. Miami, Panama ve Latin Amerika merkezlerinden çok kolay erişilebilecek nokta oluşu itibariyle paranın Kuzey Amerika’ya firar yolu üzerindeydi.” Adanın Kanadalı bankası Royal Bank of Canada yöneticisi Petter Legart şöyle diyor: “Vergi cennetinde gerçekte iki olay vardır; birisinde ince yollardan vergi kaçırılır, diğeri ise düpedüz vergi kaçakçılığıdır. Bazen aradaki farkı tespit zordur.”

70’li yıllarda adadaki şirket sayısı 11 bini bulurken ada nüfusunun -yabancılar hariç- 10 bin oluşu, adalara hücumun Mark Twain’in “altına hücum” hikâyesine benzer vahşi akınları tekrarlayıcı yoğunlukta sayılabilir. Adadaki hukuk danışmanlarından ilki:

“Müşterilerimin büyük kısmı ABD’li doktor, dişçi vs. Buraya 50-100 bin dolar nakitle gelirler. Bunlar çok uluslu şirketlerden daha güvenilirdirler. Çünkü o şirketler sizi birdenbire bırakabilir.” İkinci hukukçu: “Caymanlılar çoğu ev sahibidir efendim, çoğu da denizaşırı gitmiştir. Bir ülkenin ne kadar kısa zamanda mahvolacağını eğer saçma bir şey yaparlarsa kaybedeceklerini biliyorlar. Altın yumurtlayan tavuğu öldürmemeliyiz.”

Asıl büyük sermayenin döndüğü bankalara girdiğinde ise Sampson şunları ifade ediyor:

“Grand Cayman adasına girip çıkan dolarlar hiçbir adalı tarafından denetlenmiyor, ama Londra veya Newyork’ta Cayman defterini tutan ve adaya giden faks emirlerini kaydeden bankacılar ve aracı şirketler tarafından kaydediliyor.”

Adadakiler, Newyork gibi merkezlerin kendilerinin sunduğu “imkânlar”ın sonunu getirmesinden de korkuyor.

1977’de adaya gelen BM Sömürgeleri Tasfiye Komitesi’nin teftiş hikâyesi traji-komiktir. Denetleyiciler, adada zulüm ve emperyalist baskı emaresi ararlar. Caymanlar’dan iki temsilci uçarcasına Newyork’a bunun aksine “delil” sunmaya gider. Bunlardan Truman Boden’in ifadesi şöyle:

“Onlara sömürgelikten çıkmak istemediğimizi söyledik. Uzun zamandır böyle bir şeyle ilk kez karşılaşmışlardı. Ama biz bir şey iyiyse onu değiştirmeye gerek olmadığı görüşündeyiz efendim. Öteki Karayip Adalarının siyasi bağımsızlıkları olduğunu fakat ekonomik yönden bağımlı olduklarını biliyoruz. Bizim gibi yapsalardı onlar da başarılı olurdu. Bizi doğru yola götürdüğü için Allah’a şükrediyoruz efendim. Hükümete kaybedecek çok şeyi olanları gösterdiğimiz sürece durumumuz iyi olur.” Şu adalının hayal gücüne bakar mısınız?
 
‘Güneşte Bir Ada’
Osmanlı’nın imparatorluk fermanı gönderdiği Batı’yı en küçük haksızlık ve zulme karşı “donanmay-ı hümayuna seferi”nden haberdar ettiğinde, bunun gerçekleşmesi Batılılar için an meselesiydi. Oysa Kanuni dönemi itibariyle imparatorluğun heybeti zayıflamaya başlamış, söz konusu korku, yerini ağır ağır cesarete bırakmış ve Osmanlı, birçok şey yanında coğrafi keşifleri de ıskalamıştı. Kuvvet, teçhizat ve teşkilattaki kayıpların yaşanacağı yılların habercisiydi Batı’nın deniz seferleri ve keşifleri.

Bugün “küresel dünya”, fazla entegrasyonla birlikte “kültür şoku”yla irkilmiş ve milletler “korumacı” reflekse bürünüyorsa, büyük devletler arenasında yeni bir siyasi ve kültürel dönüşüme kapı açıldığından bahsedilebilir. Bu aynı zamanda küresel sebeplerle küresel sonuçların kördüğüm halinde akıl ve enerjiyi tüketir hale getirdiğine, bu nedenle her türlü yola başvurulabileceğine, dolayısıyla sömürgeciliğin vahşi yüzünü yeniden göstereceğine alametti; nitekim tüm alametler gerçekleşti. Milliyetçilik/ırkçılık, yaşanan birçok acziyet ve dejenerasyonu önleyemeyip birer reaksiyondan ibaret kalırken, biriken enerjinin dünyanın neresinde patlayacağı ihtimali, zamanın getirdiği yeniliklerle eşzamanlı sorgulanıyor: Dünya nasıl bir adil yönetime kavuşturulabilir?

Gazeteci Anthony Sampson, “Güneş’te Bir Ada” başlıklı gözlem notlarının sonuna gayet ciddi şu satırları ilave etmişti:

“Ama bankacılar bu sırdaş ve gizli kalmış adalara ne kadar güvenirlerse güvensinler dünya politikasından kaçamazlar; çünkü hem borçları hem de mevduatları ülkelere bağlıdır; Ortadoğu’da olsun başka yerde olsun bu ülkeler her an patlayabilir. Sermayenin tarafsız olduğu, tarafsız olduğu düşüncesi bundan katı darbeler yiyebilir.”

Ve onun John Donne adlı Batılıdan naklettiği şu ifadedeki espri altı çizilmeye değer:
“HİÇ KİMSE BİR ADA DEĞİLDİR, KENDİSİNDEN İBARET; HERKES BİR KITANIN PARÇASIDIR, BÜTÜNÜN BİR PARÇASI...” (1625)

Baran Dergisi 567. Sayı