Asya kıtasından deniz yoluyla ayrılmış, içlerinden dört tanesi büyük yüzlerce ada üzerine kurulu bir ülke… Bilinen geçmişi binlerce yıl öncesine kadar giden, Asya Kıtası’nın geri kalanından her daim şu veya bu derecede izole olmuş “asabi” insanlar ülkesi…
Japonya, 19. Asrın ikinci yarısında, 1868 yılında başlattığı “Meici restorasyonu”na kadar tarih boyunca dünya üzerinde herhangi bir tesir ve iddia sahibi olmamış, ancak tarihî gelişimi açısından son derece ilgi çekici bir devlet. Bu kadar güdük ve uzak bir ülkenin, 20. Asır dünya siyasetinde etkili olması, başlı başına incelenmesi gereken bir mevzuu.
Japonlar, kendilerine “nihon” veya “nippon” derler. Güneşin kaynağı demek olan bu kelime, Japonya’ya teşmil olunduğunda “Güneşin doğduğu ülke” anlamına gelmektedir. Bu ismi Japonlara Çinlilerin verdiği öne sürülmektedir. Çinliler, güneşin Japonya’dan doğduğunu düşünmekteydiler muhtemelen. Daha eski zamanlarda Japonlara “va” veya “vei” denmekteydi; “çok saygılı insanlar” ya da “cüceler” anlamına gelen bu isim, Japonların şu anki halini düşününce sanki kulağa onlara daha münasibmiş gibi geliyor.
“Japon” isminin kaynağı da Çinliler ve dünyanın diğer memleketlerine bu ismi yayan ise Portekizli gemiciler.
İsimlendirmeden dahi Çin kültürünün Japonya üzerindeki etkisini görmek mümkün… Japonların 1920’lerden itibaren Çin ve Kore’de yaptıkları, sanki bu ezikliğin intikamını alma teşebbüsüymüş gibi gözüküyor. Yoksa, neredeyse her iki Koreli kadından birini “fahişe” olmaya zorlamanın sebebi ne olabilir?
Millî bir benliklerinin var olduğu, henüz yazıya geçtikleri MS 4. ve 5. Asırlardan kalma eserlerde bile rahatlıkla görülmektedir. Bu halin böylesi erken zamanlarda oluşumu, Japonların (ya da Japonya’nın) binlerce yıllık bir geçmişinin olduğuna işaret etmektedir. Hatta bazı antropologlar, Japonya’da insan izlerinin 100 bin yıl öncesine dayandığını iddia etmektedirler. Ancak, söylediğimiz gibi, izole bir geçmiş…
Japonların kökenine göz atacak olursak:
Japonca, Korece ile yakın akrabadır. Dolayısıyla Türkçenin de dâhil olduğu, ortak bir kökene sahib oldukları kabul edilen Ural Altay dil ailesine mensuptur. Doğrusu, biraz daha geri götürsek Çinceyi de içine alabileceğimiz Doğu ve Kuzey Asya dillerinin tamamının ortak bir atadan türediğini rahatlıkla iddia edebiliriz. Bunu bu lisanların kelime ve gramer yapısına bakarak söyleyebiliyoruz. Dilin menşei, milletlerin menşeini de gösterir. Fizyolojik görünümleri, yumuşak bir iklime ve bol gıda veren bir coğrafyaya sahib olmalarına rağmen sert bir yapıya sahib olmaları, daha doğrusu köylüden ziyade göçebeler gibi savaşçı bir mizaca sahib bulunmaları, Asya’nın göçebe kavimlerinden nisbeten yakın bir zamanda koptuklarına da işaret etmektedir.
Japonya’nın tarihi ile alakalı kısa bir ansiklopedik malumat vermemizin de faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Japon adalarına ilk yerleşenler, M.Ö 8. bin yıl öncesinden başlayarak, Kuzey Asya’dan geldikleri sanılan topluluklardı. Japonya’nın tarih öncesi birkaç evreye ayrılır: Seramik yapımının bilinmediği devirler, seramik yapımının bilindiği (comon) devri ( yaklaşık olarak M.Ö. 7500- 300) ve Yayoi (M.Ö. 300-M.S 300). Bu son dönemde adaların kuzeyine aslen beyaz bir ırk olan Aynular gelip yerleşti ve kendilerinden önce gelip yerleşmiş halklarla kaynaştı. M.S 3. yy ortalarına doğru Kore’den geçen, Altay kökenli, atlı savaşçı grupları Güney Japonya’ya gelerek bölgeyi hâkimiyetleri altına aldı. Bu insanlar ölülerini kofun denilen çok büyük Tümülüslere gömüyorlardı; Tümülüslerin çevresine kilden silindirler (haniva) sıralanıyordu. Bu savaşçılar aynı zamanda klanlara dayalı bir içtimaî örgütlenme şeması da getirdi.
Buzul çağları boyunca (M.Ö. 2–3 milyon ile M.Ö. 10 bin yılları), deniz suyunun büyük bir bölümü kutup çevresinden donduğundan deniz seviyesi çok alçalmıştı; kıta sahanlığındaki Japon adaları kuzeyden, batıdan ve güneyden Asya kıtasına bağlı ya da şu ankine göre aradaki deniz mesafesi çok daha az olmalıydı. Bu yüzden Japonların ilk atalarının böylece Asya’dan kara yoluyla gelmiş oldukları düşünülmektedir.
Japonlar, MÖ 3. asırda Asya kıtasından tarım, basit pirinç ekimi ve metal işçiliği tekniklerini almışlardır. Japonya'da yaşayanlar ziraî üretimi artırmak için günlük yaşamlarında tarım aletleri ve demir silahlar, ayrıca dinî ayinler için bronz kılıçlar ve aynalar kullanmışlardır. Bu dönemde işbölümü, yöneten ve yönetilenler arasındaki ayrılığı derinleştirmiş ve ülkede pek çok küçük devlet kurulmuştur. MÖ. 300 ile MS 300 yılları arasına rastlayan ve çömlekçi çarkında seramiklerin üretildiği döneme “Yayoi” dönemi denmiştir.
Japonların bilinen ilk dinî inanışları da, Türkler ve Moğollarla, ya da bunların atası olan daha eski bir kavimle akraba olduklarını isbatlar mahiyettedir. Eski Japonlar, Yaratıcı bir Gök Tanrı’ya ve ona eşlik eden, onun işlerini gören, insanlarla onun arasında irtibat kuran binlerce “kami”ye inanmaktaydılar. Japon efsanelerinden anladığımız kadarıyla zamanla bu “Büyük Kami”nin yanına dört kami daha eklenmiş ve Japon kozmolojisi oluşmuştur. Esnek bir tapınma biçimi ve ritüelleri olan Japon dini, MS. 8. Asırdan itibaren Şintoizm diye anılmaya başlanmıştır.
Bilindiği üzere, eski Türklerde de “kam”, her obanın hem din adamı hem şifacısı hem de duruma göre manevî lideri olan ve Gök Tanrı ve diğer ruhlarla iletişime geçip ona isteklerini iletebilen kişilere verilen addı. Aynı zamanda ilahî varlıklardan talimat da alabilen bu kutsal insanlar, kendilerine has “rit”ler geliştirebilme salahiyetini haizdiler. Bu bakımdan her bir kabile, her ne kadar civarlarındaki diğer kabilelerle bazı ortak kutsal değerlere sahibse de, her yeni gelen “kam”ın “mizacı” doğrultusunda farklı bir “din” terkibine ulaşmaktaydı. Elbette doğrusunu Allah bilir, ancak kam namlı bu şahıslardan bir kısmı ya nebi ya da Allah dostu insanlardı. Ancak yazının veya başka türlü bir kayıt sisteminin bulunmayışı, her bir “kam”ın dinen büyük bir serbestiyete sahib oluşu, kanaatimizce, “çocuk inanışı” adını uygun gördüğümüz bir itikada doğru yönelişe sebeb olmuştur. Tabiatla iç içe yaşayan insanlar, mücerredi algılama hasletini kaybetmeye başlamakta, mücerret itikaddan uzaklaşıp “tezahürlere” yönelmektedirler. Çevrelerindeki her şey ve hadiseyi Allah’a nisbet etmek yerine, o şey ve hadiselerin kendilerinde bir güç olduğu vehmine kapılmaktadırlar. İslâm’da teşâüm (uğurluluk, uğursuzluk) gibi itikadların yasak oluşunun hikmetini, insan nefsinin bu özelliğinde aramak gerekir. Dinlerdeki tahrifat, “kocakarı inanışı” diye küçümsenen, insan ruhunun her şey ve hadisenin arkasında “müessir/şeylere ve hadiselere tesir edici” bir yön arayışı demek olan mistisizm kaynaklı bu tür inanışlar, bir süre sonra tüm itikad sistemini ele geçirmekte, “furû” iken “asıl” hâle gelmektedirler. Mistisizm, insanoğlunun olmazsa olmazı… Her şeyin arkasında bir ruhî cihet, bir farklılık, bir güç odağı arayışı, insanın Yaradan’ına özleminin ve O’na sığınma arzusunun göstergesidir. Ancak tezahür ile asıl olanı birbirinden tefrik kabiliyetini kaybetmek, modern zamanlardakiler de dâhil olmak üzere, bütün putperest inançların kaynağıdır. Allahüâlem, bu kadar çok sayıda peygamber gelmesinin sebebi de, insanların zamanla bu yanılsamanın içine düşmeleri ve mücerrede iman istidadını kaybetmeleri olsa gerektir.
Japonlar, her tür nesneye kutsallık atfedebilmektedirler, ancak dağların kutsallık hiyerarşisinde mümtaz bir yerleri mevcuttur. Japonya’da onlarca dağın ilahî bir kudrete sahib olduğuna inanılır. Bunların üzerlerinde tapınaklar ve kutsal kişilerin türbeleri bulunmaktadır. Bu dağlara ve oralardaki kutsal mekânlara yönelik –başka bir kelime dilimizde mevcut olmadığından- “hac” seyahatleri düzenlenir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde görüleceği üzere, bu seyahatlerin kolaylaştırılıp daha rahat bir şekilde icrâı maksadıyla vakıf benzeri bazı tesisler ihdas edilmiştir. Dağların kutsallığı, yine bahsettiğimiz “çocuksu anlayışın” bir neticesidir; dağların bir çocukta veya gelişmemiş bir zihinde uyandırdığı en önemli intibâ, sonsuzluk hissidir. O yüzden, bu tarz bütün itikatlarda dağların insan ve diğer tabiat hadiseleri üzerinde müessir büyük güç mihrakları olduğuna inanılır.
Böylesi toplumların, hedefi ne kadar saçma da olsa, çok kuvvetli bir imana sahib olduklarını müşahade etmekteyiz. Aslında bu toplumlar, çocuk saflığına sahibtir bile diyebiliriz. Onun için bir peygamber terbiyesi aldıklarında, inanma hassalarını son derece kuvvetli bir şekilde doğru iman mihrakına bağlayabilirler. O yüzden Asya ve Afrika’nın “animist”, “şaman”, vs. biçiminde tavsif edilen kabileleri İslâm ile tanışınca, içlerindeki Yaradan’a yönelik o kuvvetli arzuyu bu dinle tatmin edebildiklerini gördükleri için, son derece sağlam Müslümanlar olmuşlardır. İslâm ile tanıştıklarında daha karmaşık bir dinî yapıya sahib bulunan Perslerin hâli ise ortada... Yanlış anlamalara yol vermemek adına söyleyelim ki, Türklerin, Moğolların veya Nijeryalı “Hausaların” hepsi iyi Müslümanlardır, İranlıların hepsi kötü Müslümanlardır gibi bir iddiamız yok, asla da olamaz; bizim söylemeye çalıştığımız, Zerdüştlük gibi İslâm geldiğinde en az bin yıllık geçmişi ve birçok kutsal metni olan bir dinin müntesibinin İslâm’ı benimsemesinin, bütün inancı anlamamak ve hayret etmek üzerine kurulu basit insanlardan müteşekkil bir cemiyetin mensubuna göre daha zor olacağıdır.
Mevzumuza dönecek olursak; Japonlar, bu gün Şintoizm diye adlandırılan kendilerine has Şamanizm inancı ile MS. 5. Asra kadar geldiler. Bu inancın en önemli siyasî neticesi, Güneş Tanrıça “Ameterasu”nun soyundan geldiğine ve bu yüzden Japonları yönetme hakkına sahib bulunduğuna inandıkları imparatorluk hanedanını ülkenin başına geçirmeleridir. Son 1700 yıldır bazı kısa dönemler haricinde Japonya’yı idare eden ve 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar “resmen kutsal kişi” kabul edilen imparatorluk ailesi, Japon birliğinin alameti olmuştur.
MS. 4. Asırdan itibaren Japonlar, siyasî ve ticarî sahalarda Kore devletleri vasıtasıyla Kıta Asya’sı ile nisbeten yakın ilişkiler geliştirdiler. Bu ilişkinin en önemli neticesi, Hindistan ve Çin’de kurumsal kimliğini olgunlaştırmış Budizm’in Japonya’ya gelişi oldu.

Gelecek sayı devam edeceğiz.
Baran Dergisi 455. Sayı