Başlığımız, Nazife Şişman’ın 2011 yılında yayınladığı kitabının adı: “Kaderle Tasarım Arasında Yeni İnsan”. Geç de olsa fark ettiğim, alanında dikkate değer bir eser. Tıp alanındaki gelişmeleri, biyoteknolojiyi, organ naklini, tüp bebek meselesini, DNA müdahalelerini ve benzeri pek çok konuyu, anlaşılır ve açık bir dille değerlendiriyor ve Müslümanların bu konulara sadece fetva düzeyinde değil, tefekkür düzeyinde bir çözüm üretmesi gerektiğinin altını çiziyor. 

Nazife Şişman, tercüme faaliyetlerini saymazsak, Ekonomi eğitimi aldığı hâlde Sosyoloji üzerine yüksek lisans yaparak bu alanda çalışmayı tercih eden bir yazar. Başörtüsü, kadın ve beden konusunu sosyolojik açıdan değerlendiren ve bunu tefekküre bakan bir yoruma havale eden nadir birkaç isimden biri. Diğer yandan yaptığı çalışmalarda, Müslümanların karşılarına çıkan her yeni problem karşısında artık sadece “fetva” ile değil tefekkürle yol alabileceğinin altını çizen bir yazar. Eserlerinde bu vurgu dikkat çekiyor.

“Kaderle Tasarım Arasında Yeni İnsan” isimli eserinde de, yine çağımızın baş döndürücü bir hızla Tıp alanında meydana getirdiği teknik ve ilmî bir takım gelişmeleri değerlendirirken, ahlâk ve hukuka ve tefekkür ve felsefeye vurgu yapıyor. Müslümanların bu konuları neden “fetva” düzeyinde geçiştirdiğini sorguluyor. Şöyle soruyor:

“Müslümanlarsa hem insana hem kâinata bir yerden bakarlar. Baktıkları yer, Yaratıcılarının onları konumlandırdığı yerdir. Fakat günümüz teknolojisi ile hesaplaşma ve ona belli bir perspektiften bakma noktasında Müslümanlar ciddi bir sorun yaşıyorlar. Gerek son birkaç yüzyıldan beridir Batı’nın siyasi, kültürel ve teknolojik kuşatması altında şekillenen savunmacı bakış açısı, gerekse teknolojinin de facto hâkimiyeti sebebiyle, emaneti yüklenmiş olan “insan” vurgusundan uzak bir tavır sergiliyorlar. Bilhassa biyoteknolojinin müdahalesi ile ortaya çıkan klonlama, ötenazi, genetik tasarım, hibrit varlıklar, dijital destekler, yapay zeka gibi meselelerle ilgili olarak. İşte bu konulardaki yaklaşım problemlerini de “Bedenlerimiz kime ait?” ve “Müslümanların ufku fetva ile mi sınırlı?” başlıkları altında irdelemeye çalıştım.”

Kadim bir ukde olarak “ölümsüzlüğü” arayan insan, bugün biyo-teknolojideki gelişmelerle organ nakilleri, DNA onarımları, biyonik organlar veya klonlama yöntemleri ile ölüme karşı açtığı savaşta büyük bir yol kat ettiğini düşünüyor. Düşünün, geçtiğimiz yıl ölen David Rockefeller’i işte bu organ nakilleriyle, biyoteknik yöntemlerle 98 yaşına kadar yaşatabildiler mesela. Ama işte bu “teknoloji” de “ulaşabilen” zümreye hizmet ediyor:

“Günümüzde ise hayatı uzatma ve ölümsüzlük, teknolojiye ulaşabilenler ve ulaşamayanları arasında yeni bir sınıfsal ayrım ve katman ortaya çıkarıyor. Zaten postmodern strateji de, “özelleştirilmiş beka” ile ilgileniyor. Biyolojik ölümsüzlük ya da hayatı uzatma, teknolojiye ulaşılabilirlik bakımından şansı katmansallaştırıyor. Böylece imkanlara sahip olduğu için “en çok hak eden” olduğu iddia edilenlerin hayatının uzatılması ihtimali doğuyor. Mesela bugün dünya çapında pek çok zengin klonlama ihtimaline karşı kendi hücresini donduruyor, ya da ölümsüzlüğe çare bulunacak bir gelecek için cesedinin dondurulmasını vasiyet ediyor. Elbette bu maliyetli bir işlem. Bu nedenle ancak “en çok hak edenler”, yani en çok parası olanlar bu teknolojiden faydalanabiliyor. İleri kapitalist toplumda “ölümsüzlük” bile satın alınabilecek bir metaya dönüşmüş durumda. Aynen sağlık ve genç görünüm gibi.”

Diğer yandan “organ nakli” meselesinde, çok önemli bir noktaya parmak basıyor Nazife Şişman ve soruyor “Ölü bedenler kime ait?”:

“Temmuz 2009’da L. İzhak Rosenbaum adlı Yahudi organ (böbrek) taciri FBI tarafından yakalanana kadar İsrail’in organ ticareti ile ilişkisi bir siyasi karalama ya da bir şehir efsanesi olarak kabul ediliyordu. Ama İsveçli gazeteci Donald Boström’ün İsveç’in en büyük gazetesi Aftonbladet’te İsraillilerin Filistinli gençleri tutuklayıp onlara ülkenin organ rezervi muamelesi yaptığına dair bir haber yayınlamasıyla birlikte İsrail’in organ hırsızlığının boyutları dünya gündemine taşındı. Tabii ki İsrail her zamanki gibi bu iddiaları anti-semitizm suçlamasıyla savuşturma yoluna gitti. Böylece bu tartışma dünya basınında bir depreme filan neden olmadı. (…) Schper Hughes, Forum 13 raporunda İsrailli organ tacirlerinin iki motivasyonla hareket ettiklerini bildiriyor. Birincisi açgözlülük. İkincisi ise daha dikkat çekici: “İntikam, Holocaust’un karşılığının alınması, yani tazmin edilmesi.” Bazı simsarlar açıkça “Bu bir tür göze göz, dişe diş uygulaması. Alabildiğimiz her böbreğin, her karaciğerin ve her kalbin peşinde olacağız. Dünya bunu bize borçlu” diyorlar. Scheper-Hughes buna benzer ifadeleri doktorlardan bile duyduğunu belirtiyor.”

Yahudi küstahlığının sadece Yahudilere has olduğunu zannetmeyelim, Organ turizmi diye bir pazar oluşmuş durumda. Fakirlerden alınan organ ve dokuların zenginlere satılması artık sıradan. Yazar, ileri kapitalist toplumlarda bedenlerin “meta” haline gelme sürecini, yapay zeka ürünü makine-insanla, insan arasındaki sınırların kaldırılmaya çalışılmasını, organların bedenin bütününden ayrı olarak değerlendirilmesini ve “yeni insan” denilen şeyin ne hayvandan ne de makineden üstün bir yanı olmadığının ortaya koyduğunu söylüyor. Özellikle 19. Yüzyılda Darwin teorisi ve onu takip eden evrimci biyoloji insan ve hayvan arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı. Gen mühendisliğinin damgasını vurduğu 20. Yüzyılda da insan ve makine arasındaki fark ortadan kaldırıldı. Bu durumda klonlamadan doku ve organ transferine kadar her şeyin yolu açıldı ama insan denilen “Allah’ın halifesi” olarak bu dünyadaki mahlûkların en şereflisinin bedeninin metalaştırılması sorununa Müslümanlardan herhangi bir ses henüz yükselmedi.

Bu bağlamda, biyoteknoloji konusundaki gelişmeler ve insan genomu projesi kapsamındaki araştırmalar, insanın bu dünyadaki varlığını “ölümsüzleştirme” adına bütün hızıyla devam ederken, buna İslam tefekkürünün vereceği cevabın önemi daha da belirginleşiyor. Bu anlamda Salih Mirzabeyoğlu’nun “Berzah” isimli eseri ile “İnsan-Erkek ve Kadın” isimli eserlerinin önemi bir kez daha kendini dayatıyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun şu sözleriyle meseleye bir virgül koyabiliriz sanırım:

“«Dikkat: Bizim işimiz, doğruyu bilmeden sadece yanlışı çıkarma değil, yanlışı içindeki doğrularıyla doğrumuza vesile ve malzeme kılma işidir; tasarruf işi. Bunun için de, ona dair kılacağın doğrun olacak. Meselâ, 1970-1980 sıralarında boyuna “İslâm’da Devlet”, “İslâm’da İktisat” diye bir sürü kitab çıkar, içinde büsbütün sümüklü olanları bir yana, şöyle fikir ve ilim seviyesinde konuşmak isteyenleri bile, mevcutların tenkidlerini sıraladıktan sonra, “iyi yönleri İslâm’da, iyi yönlerini alalım!” sadedinde sade suya tirid lâflarla işi bağlarlardı... Aynı şey, bütün genişliğiyle “Tekâmül nazariyesi” adı altında ileri sürülenlere karşı da: Üstelik büsbütün sefil, rezil ve “ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva” hesabı... Netice olarak: Küll hâlinde inancı ve öğrendiği ve tatbik ettiği başka başka –meselâ biyolog ve doktor- olanlara, iç dünyalarında bu tezadı aşırıcı ve gerçek ilim adamı olabileceklere de, istikamete dair birtakım işaretleri verdiğime inanıyorum. Gerisi, mevzuun ehline kalmış!» (Salih Mizabeyoğlu, BERZAH -Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-, İBDA Yay., İstanbul 2006, s. 127)

Nazife Şişman’ın eserinde altını çizdiği “tefekkür” ihtiyacı, bu konuların “mesele” edinilerek tartışılması, özellikle “Berzah”tan başlayarak konuşulması elzemdir.
 
Kaynak: Nazife Şişman, Kaderle Tasarım Arasında Yeni İnsan, İnsan Yay., İstanbul 2011.


Baran Dergisi 586. Sayı