Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler teorisyenleri umumi olarak fikirlerini ortaya koyarken, zaman ve mekân şartlarından etkilenir, mensup olduğu toplumun hususiyetlerine, tecrübelerine, kabullerine nisbetle teoriler ortaya koyarlar. Buna mukabil Türkiye’de orijinal fikirlerin ortaya koyulmadığını, Batı merkezli teoriler kopyalanarak girişilen sistemi tanımlama ve açıklama çabası görüyoruz. Batı merkezli teorilerle Müslüman toplumlar nasıl izah edilebilir yahut izah edilebilir mi?
Evvela bu sadece siyaset bilimi yahut uluslararası ilişkilerle alakalı bir sorun değil. Maalesef Türkiye’nin 150 yıllık bir hikâyesi var. Bunun adına, Batı’ya eklemlenme veya modernleşme de diyebiliriz. Türkiye’nin yanı sıra dünyada da son yüzyıllarda birtakım sorunlar var. Düşünce tarihine baktığımızda çok önemli fikir adamlarının, Doğu ile Batı arasında bağlantılar kurduğunu görüyoruz. İslâm coğrafyasında, Farabî, İbn Rüşd veya daha geriye dönelim, Aristo, Cicero… Bu isimler astronomi, fizik, siyaset, sosyoloji, felsefe ve tarihe hâkim. Bu Batı ve Doğu için karşılıklı kazanım anlamına geliyordu. Dünyayı, insanlık tarihini, medeniyet tarihini bir bütün olarak farklı boyutları ile bir arada düşünme perspektifi gelişiyordu. Fakat son 100-200 yıldır dünyada tek boyutlulaşma hâkim olmaya başladı. Belki de dünyada entelektüel tarihin, siyasî düşünce tarihinin, iktisadî düşünce tarihinin hiç yaşamadığı kadar sığlık hâkim… Bunun sebebi Batı tipi düşünme tarzı, Batı tipi akademi tarzının hâkimiyetidir. Batı bunu kasıtlı olarak yapıyor. Fransız ekolünü bir kenara bırakırsak, özellikle Büyük Britanya İmparatorluğu dönemi ve sonrasında “Yeni Roma” olarak isimlendirilen ABD’nin dönemiyle birlikte entelektüel dünyada Anglosakson bir kültür hâkim. Anglosakson kültür kendi doğrularını yaşamaya, yaşatmaya devam edebilir; benim için bunda bir sıkıntı yok. Sıkıntı şurada; Anglosakson kültür, entelektüel dünyada hâkimiyetini tesis etmek istiyor, bunu yaparken de yegâne hakikatin kendisi olduğunu kabul ediyor ve dayatıyor. Sorun da burada başlıyor. Kendisine karşı bir tez gelişmesine müsaade etmiyor. İslâm coğrafyasından ve geçmişteki büyük Hint uygarlıklarından, Çin uygarlıklarından bahsedebiliyorduk eskiden. Çeşitli coğrafyaların entelektüellerinden bahsedebiliyorduk. Şimdi bunlardan bahsedemiyoruz. İslâm coğrafyasındaki sorunun aynısını, Hindistan’da da görebiliyorsunuz, aynı şeyi Hong Kong’da da görebiliyorsunuz, hatta Tataristan ve Beyaz Rusya’da da öyle.

Küresel bir üniforma mı?
Evet, iş oraya döndü. Tek tipçi bir entelektüellik, tek tipçi bir düşünme tarzı, tek tip metodoloji. Metolojiden kastım şu, eskiden mücerret teorisyenler çıkardı. Yakın dönem için, 1800’lerde Karl Marx çıktı. Mücerret bir teorisyen…  Marx aynı zamanda antropolojist, filozof, iktisatçı ve sosyologdur. Öyle ya da böyle, içinde bulunduğu zamanın şartları içinde kendine çıkış arayan bir entelektüeldir.

Bir dünya görüşü vaaz ediyor değil mi?
Tabiî. Bir şey sunması…

Doğru yahut yanlış…
Evet, katılırsın yahut katılmazsın. Marx’tan sonra, Batı’da böyle teorisyenler çıkmamaya başladı.

Bir kısırlık var.
Bir yandan kısırlık, öbür yandan metodolojiyle alakalı bir sorun var. Diyelim ki biz bir doktora yapacağız. İlim geleneğinin tabiriyle, doktora “uzmanlık” demek. Mümkün olduğu kadar, o meseleyi merkeze koyup, diğer disiplinlerle al-verli, karşılıklı, 360 derecelik müthiş bir fikrî ufuk üretmektir. Yeni akademiler, özellikle Türkiye’deki akademiler, Anglosakson kültürden alıyor bu üretim biçimini. ABD’de iyi bir üniversiteye gidin, öğrencilerin bugünkü meselelerin felsefi boyutuna, paradigmasına inmediğini görürsünüz. Bu bir entelektüel kısırlık doğuruyor. Yani siz içinde bulunduğunuz küçük dünyanızın en ufak detaylarına kadar vakıf olmaya başlıyorsunuz, fakat o küçük dünyanızın, büyük dünya içerisinde nereye oturduğunu anlayamıyorsunuz. Mücerret teorisyenlerin çıkmamasında bunların payı var. ABD’de yahut İngiltere’de çok iyi eğitim veren üniversiteler var. O üniversiteler işin analitik kısmını çok iyi yapıyor. Fakat bunu felsefe ve paradigmaya çekemiyorlar.

Pozitivizm-Postpozitivizm tartışmaları da bununla mı alâkalı?
Direkt bununla alakalı… Pozitivizmin sorgulanması... Empirizmin çok iyi tarafları var. Bugün bu veriler üzerinden herhangi bir düşünür, iyi yerlere varabilir. Ama Batı işin felsefi boyutunu ortaya koyamıyor. Bu sadece Batı için geçerli bir şey değil. Mesela, Afrika’da, Çin’de yahut Rusya’da herhangi bir ekolde, işin felsefi boyutuna inilmesi, Batı’ya meydan okuma anlamına gelir. Bu meydan okuma, siyasî mânâda da olabilir, iktisatta da. 1990’lı yılların sonlarında Malezya’da Batı’nın düzenine alternatif teşkil eden ufak bir örnek gördük. Başlamasıyla bitmesi bir oldu. İslâmî bir paradigmayla oluşturulacak, iktisat aklı nasıl olur? Faizin olmadığı, sermayenin İslâm’a uygun kurgulandığı, yatırım ve tasarrufun Müslüman zihinle uyuştuğu bir akıl. Buna uygun bir sistem Malezya’da geliştirilecekti, çeşitli tartışmalar oldu. Bugün hâlâ da tartışılıyor helal bir hayat biçimi… Fakat bu tutmadı, tutturulmadı da. Bunu finansal araçlar üzerinden manipüle edenler oldu. Bunun felsefi düzlemi de sağlam değildi. Bugün hâlâ İslâm iktisadı yahut İslâm siyaseti tartışmalarında da aynı metodolojik hatalar yapılıyor. İslâm iktisadı ile alakalı birçok arkadaşla görüşüyoruz. İslâm iktisadını bugün bir faiz meselesinin teknik sorunlarından tartışıyoruz ve bu yanlış. Bu işin felsefi ve fikrî zemini ne, bunu kurcalamalıyız. Zemini düşünüp, işin felsefi boyutuna inmezsek, bu revizyonist hareket olur.

Teferruatlarına bakılınca, bütün mü gözden kaçırılıyor?
Fikir gözden kaçırılıyor. Bütününün kendisini oluşturan şey felsefî yatak…

Felsefî derken hikmet mânâsında…
Siyasî düşünceler tarihi dersi veriyorum ben. Bu derste İslâm coğrafyasını da, Antik Yunan’ı da işliyorum. Siyasal düşünceler tarihi kitaplarını ele alalım. Türkçe eserlerin yüzde yetmişi Batı’dan çevirmedir. Diğer kısmı da bazı Türk bilim adamlarının derlemeleridir.

Mete Tunçay gibi.
Evet. Onların derlemeleridir yahut editöryal kitap hazırlamalarıdır, “Cicero’yu sen, Platon’u sen, Aristo’yu sen yazacaksın” gibi. Bu bir tesadüf değil. Hiçbirinde Konfüçyüs, Buda, Farabî, Gazali, İbn Rüşd, İbn Haldun yoktur.

Yani ruhçu telakkiler kırpılmış mı?
Başka bir paradigmaya, başka dünyanın düşünürüne yer verilmez…

Felsefe kafa açmak için değil de, kütleştirme mânâsına mı?
Oraya getirilir. İnsanlık düşünce serüveni Platon ile başlatılır, Marx ile bitirilir. Onlar için yalnızca Batı vardır. Akademik hayatınıza böyle başlarsanız, hayatınızda sadece Batı olur. Böyle yetiştirilirsiniz…

Böyle olunca da başka türlü düşünemezsiniz…
Mümkün değil. Ben bu dönem dedim ki, “bu dersi böyle işleyemem.” Müfredatıma Buda’yı aldım, Farabî’yi aldım, Konfüçyüs’ü aldım, İbn Haldun’u aldım, hepsini aldım. Karşılaştırmalı bir okuma yapıyorum. Farabî’nin “Erdemli Şehri” ile Konfüçyüs’ün “Ahlak Öğretisi”ni karşılaştırıyorum. Aynı dönemde yaşamış olan Sokrat ile Konfüçyüs’ü karşılaştırıyorum. Biri Doğu’nun en önemli figürlerinden diğeri de Batı’nın kült ismi. Çok benzer şeyler söylüyorlar. Mesela Aristo ile Gazali arasında bir kıyaslama yapılması lazım. İbn Rüşd mesela Aristocu olarak bilinir. Ama Aristo ile İbn Rüşd’ün durdukları yer paradigma olarak farklıdır. Bunu fark edip de, öğrencilere bunu anlatmanız ayrı bir entelektüel bakış gerektirir. Bu bizim siyaset dünyamızda da yok, entelektüel dünyamızda da yok.

Mesela Batı’da da Bergson gibi, Emile Butro gibi büyük ilim adamları var. Onlardan da bahsetmiyor. Bu Batı’nın da aleyhine değil mi?
Bu insanlığın aleyhine bir durum… Hâkim felsefi kültür kendi hâkimiyetini devam ettirmek için, bir noktadan sonra statükoyu devam ettirmek için pragmatik hareket etmeye başlar. Batı bugün bu felsefî dünyasında bu pragmatizmi kullanıyor. Fonksiyonel görüyor… Mücerret teorisyen an itibariyle Batı’nın kurduğu düzleme meydan okur. Mücerret düşünmeyi tek düzeye çektiğiniz anda, tekniğe indirgenmiş olursun. Müslüman isen özel yaşantında inanılmaz dindar bir adam olabilirsin. Fakat benim alanıma girdiğin anda, işler değişir!

Agorayı tehdit etmeyeceksin yani.
Siyasî tasavvura girdiğin anda, kendinize farklı bir paradigmadan beslenmiş olan bir tasavvuru düşünmemelisiniz, bu düşünceyi de pratiğe dökmemelisiniz. İktisada dönecek olursak, “faizsiz bankacılığı nasıl düşünelim”e girebilirsiniz. Sizin sınırlarınız en çok faizsiz bankacılığı revizyonist biçimde tartışmak.

Vahşi bir pragmatizm var. Mesela İngilizler, Birleşik Arap Emirlikleri, Endonezya, Malezya, Katar gibi ülkelerde Müslümanları toplayıp İslâmî bankalar kurdular. Orada da bunu işletiyorlar. Yani para kazanmak için İslâmî hükümlerden bir banka kurulabilir, ama bizim kendi kurduğumuz sistematiği tehdit etmedikçe. Dehşet bir şey değil mi?
Tabiî. Bir masa var. Bu masayı kuran aklı geçmek için, evvela o aklın kendisine bir felsefi meydan okuma geliştirilmesi lazım.

Yani bizim kendimize has geleneğimize uygun bir dünya görüşü, yeni ufuklar vaat eden, alternatif sunabileceğimiz bir fikir mi gerekli?
Evet bu. Zaten böyle bir fikir dünyası da var. Mesela Gazali’nin “İktisat Felsefesi”ne baktığınız zaman, bu size harika şeyler gösterir.

Zaten bu yapılmış, fakat bugün ile eskiyi özdeşleştirecek bir anlayıştan mı bahsediyorsunuz?
Evet. Kadim bir kültür, birikim var. Bu birikimin modern çağın yeni oluşumlarına geçirilmesi lazım.

Soğuk Savaş sona erdiğinde ABD’nin tek süper güç olduğu söylenmeye başlandı. Batı’da, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi gibi tezler ile “ABD’nin tek süper güç olarak kalacağı”  söyleniyordu. Bütün ideolojilerin Amerika’ya karşı çıkamayacağı da yazıyordu. Fukuyama 2015’te “yanıldım” diye düzeltti. Bugün ise hiç de bu tezlerdeki dünya yaşanmıyor. ABD’nin bu hayali niçin bu kadar kısa sürdü?
Fukuyama bunu söylediği zaman pop bir teoriydi. Siyasal liberalizmin en son nokta olduğu pratikte teyit edilmişti. Fukuyama da bu pratiği alıp, pop şekilde teorize etmeye çalıştı. 1992 yılında bunu söyledi Fukuyama, manzara da onu doğruluyordu. Yani artık ideolojiler tek tip, o tipin içerisinde bir dünya insanı, çeşitli kurumsal yapılar, bu yapılar dünyayı ilelebet refahla yönetecekti, biz de yaşayacaktık… Ama Batı daha o dönemlerde, aslında bunun bir zafer olmadığını kendi içerisinde tartışıyordu. Son 200 yılda Batı harici diğer coğrafyalar maalesef takipçi konumunda olduğu için ancak taklit etmeye çalıştık. Bunları bir teze dönüştürmek, kendi stratejini belirlemek falan yoktu.

Memleket şartlarının da bir etkisi var. Şu anda böyle meseleleri tartışıyoruz, ortam biraz daha müsait. Evvelden öncelikli meselelerimiz bunlar değildi…
Tabiî. 1990’lı yıllarda neler olduğunu biliyoruz, Yugoslavya parçalandı. Avrupa’nın göbeğinde net bir sınav olan Bosna Hersek… Liberalizm bu sınavı kaybetti. 2001 yılında ne oldu? 11 Eylül saldırıları!.. O gün enteresandır. Eski CIA başkanı, o günün öğleden sonrası “tarih yeniden başlıyor” dedi. Tarih yeniden başlıyorsa, şöyle bir sorun var; 10 yıl evvel tarihi sonlandıran da, 10 yıl sonra tarihi yeniden başlatan da aynı merkez ise, o zaman burada tarih algısıyla bir manipülasyon var. Yani hâkimiyet ve üstünlük güdüsü var. Yani “tarihin sahibi benim, ne zaman bittiğini ve başladığını ben söylerim”. Bu tipik bir Batılı düalite kafasıdır. Yani ben ve öteki, üstünler ve alttakiler. Edward Said’in meşhur ortanyalizminde söylediği aydınlanmış olanlar yahut aydınlanmış olmayanlar. Platon’daki Yunanlılar yahut barbarlar. Batı’nın kültürel kodunda bu her zaman vardır. Biz AB’yi tartışırken işin felsefi boyutunu ihmal ediyoruz. Bunu Avrupa düşmanlığı tırmansın diye söylemiyorum, meseleyi anlamamız lazım. Meselenin kökünde böyle bir realite var. 11 Eylül sonrası artan İslamofobi, savaşa karşı da terör doktrinidir.

11 Eylül bu kökü ortaya çıkarttı, berraklaştırdı öyle mi?
Evet, patlama noktasıdır.

Dünya düzeninde ne gibi tesiri oldu?
Stabil sistemin yetmeyeceği ortaya çıktı. Sykes-Picot’dan sonra kısıtlanmış değerler, normlar, kültürler, kimlikler ve en nihayetinde coğrafyalar... Hepimiz Sykes-Picot sonrası çocuklarız. Biz buna öyle bir alışmışız ki, bu oluşturulmuş olan statüko sanki hakikat gibi. Hâlbuki sunî bir şey. 11 Eylül işaret fişeği oldu… Daha sonra Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanacak olan şeylere, yeni bir bakış açısının gelişmesi gerekti. Mesela kalkınma kavramı ideolojik bir kavramdır. Kalkınma mevzuu ise iktisatçılar arasında felsefi yönüyle tartışılmaya başlandı. “Kalkınma nedir ve bu kalkınmaya kim liderlik edecek”. O halde soru şu, yeni dönemde kalkınma kimin lehine ve kimin aleyhine? Gelişmiş ülkelere göre, “sosyolojik dinamikler, kalkınmayı oluşturan bütün dinamikler artık sunî statükonun dışında normalleşmeye dönmeye başlıyorlar. Ondan sonra da demokratikleşme yahut anti demokratikleşme sonucunda ortaya yepyeni bir akım çıkacak.” 2001’den sonra Afganistan ve Irak işgali başlatıldı. Bu süreç aslında, Amerika’nın düşündüğünden çok daha kötü sonuçlar doğurdu. Doğurmaya da devam edecek. Bir yandan, İslamofobi tartışırken, diğer yandan bunu yöneten akıldan da bahsediyoruz. İslamofobiyi besleyen akıl, aynı akıl. O zaman bu akıl niye bunu yapıyor. İslamofobi teknik bir Müslüman korkusu değil, bu bir “dışlama süreci”dir. Yenidünya, komplike, karışık bir dünya... İslamofobi temel bir içeriktir. Buna kaynaklık eden bir düzlem var. Hikâye sadece öfke değil, biz İslamofobiye Batılı bir ismin baktığı gibi bakarsak, bunu bir öfke patlaması olarak görürsek, bunu anlayamayız. İslamofobinin temel ruhu, kök sebeplerden geliyor. Bunu tetikleyen şey de Müslümanlar değil. Bunu besleyen Batılılar.

Kendi ürettikleri sahte bir şablonu, düşman gibi göstererek, kendi pragmatik dünyasını devam ettiriyor.
Tabiî. Teknik bir sorun değil.

11 Eylül bu tezgâhı bozdu mu? Yüzyıldır devam ettiriyorlardı, devam ediyordu, 11 Eylül olunca şablon bozuldu mu acaba?
11 Eylül ile birlikte Batı, yaklaşmaya başlayan, dip dalgayı yönlendirmeye çalıştı. Yönlendirmeye çalışırken de, İslâmî fundamentalizm, İslamofobi, savaşa karşı terör, terör ve terör üzerinden yapıldı. Bu meşru bir şeymiş gibi gözüktü. Siz herhangi bir karşı dalgayı ahlâkî anlamda mahkûm etmek istiyorsanız, terörizm üzerinden yapmaya çalışırsınız. Bu pragmatik bir kavramdır. Bugün Suriye meselesini ele alın mesela. Ben yakından takip ediyorum Suriye’de olanları. Net şekilde şunu gördüm altı yılda; bu süreçte “İslâmî terörizm” kavramsallaştırmasıyla olabilecek ahlâkî, hukukî, siyasî bir direniş enfekte edildi. Bu enfeksiyon sonrasında direnişin iltihaba kavuşturulduğunu gördük. Nihayetinde de Suriye’de iki grup var. Birisi devlet terörü uyguluyor, diğeri de zaten terörist. Bu teröristler kendi aralarında birbirlerini yiyorlar. Tam da bu kavramsallaşmalar zemininden besleniyorlar. Ahlâkî savaş kavramı 11 Eylül sonrası ortaya çıktı. Karşıda teröre bulaşanlar var. Teröre bulaştığın an, senin direnişin haklı direniş olmaktan çıkar. Terörist olduğun anda, o artık enfekte edilmiş bir direniştir.

“Radikal Müslüman” tabiri gibi, 1990’larda…
Radikal Müslüman’ın modernize edilmiş hâli, bugün karşımızda.

Başta anlattığınız yere döndü mevzu, kavram, zihin dünyamız… Kendi kavramlarımızı üretmemiz gerekiyor.
Batılı bir adamın dediği gibi “tanım yapan yönetir.” Dolayısıyla siyasî, uluslararası siyasete dair felsefe, iktisat tartışmalarına yaklaşırken, evvela bu işin kavramsal düzlemini sorgulamamız lazım.

Yani onların kavramlarıyla, onlara karşı çıkınca Batı bundan rahatsızlık duymuyor.
Evet. İktisadî, siyasî yahut hukukî çerçevenizde bir uygulamaya gidiyorsunuz diyelim. Bu uygulama mevcut kurallar açısından sorun teşkil etmiyor olabilir. Mesela bu “hukukîdir”, ama ahlâklı ve helal değildir. Helal, haram kavramlarını ortaya koyduğunuz anda, sizin paradigmanız değişir.

Bizim kendi geleneğimizde, hukuk ile ahlâk iç içe geçmiştir değil mi?
Tabiî ki. Batı’nın ahlâk felsefesini göz önünde bulundurup konuşalım, Batı kendisine ahlâktan bağımsız bir siyaset, hukuk anlayışı geliştirdiğinden bu yana pragmatik olarak kazanıyor. Etik tartışmaları bu yüzden gelişti. Ahlâk son derece sübjektif bir şeydir.

Kilise ve krallığın ayrılmasından sonra.
Martin Luther, Descartes, Makavelli’nin temel dönüşümlerini sağlayan hikâye buydu zaten. Modern dönem… Seküler ahlâkın temeli bu; etik. Etik, ahlâklı bir şey değildir. Siz etikteki mevcut normlara uyduğunuz ölçüde, etik sahibi bir insansınızdır. Ancak ahlâklı insan olmayabilirsiniz. Sorun da değildir, etik olmak kâfidir, hukukî normlara uyuyor.

Mevcut dünyada geçen kanun, kural budur.
Evet. Buna karşı gelebilecek en önemli düzlem, helal-haram düzlemidir. Helal midir, haram mıdır? Bunlar fıtrata dayanır. Ahlâk ve adalet temelli zemin kurar.

Etik herkesi bir düzlemde tutar, ama ahlâk her ferdi vicdanından kelepçeliyor.
Aynen öyle. İslâm bir insan tarifi yapar. Bu tarif Batı’nınkinden bambaşka bir tariftir. Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau’nun yahut Thomas Aquinas bunların hepsi Hıristiyan düşünürlerdir. Bunların düşüncelerinin temelinde ilk günah kavramı vardır. Bu kavram üzerinden insana şöyle bakılır, insanoğlu günahkâr bir varlıktır, kötü bir varlıktır. O zaman Hobbes’in, Locke’nin diğer meşhur liberal bireyselcilerin yola çıkışı şöyle gelişmiştir; devlet de bir zorunluluktur, ama kötü bir zorunluluktur. Çünkü insanlar birbirlerini sürekli yerler, kuyu kazarlar, vahşidir, çıkarcıdır, günahkârdır. Hobbes’in meşhur sözüyle, “insan, insanın kurdudur.” Böyle bakarsanız insana, toplum sözleşmesine de böyle bakarsınız, hikâyelerine de böyle bakarsınız. Devletlere de böyle bakarsınız. Söylemiş olduğumuz uluslararası meşhur realist teori buradan gelişmiştir. Farabî ile İbn Rüşd insana kötü bir varlık olarak bakmaz. İnsan fıtraten iyi bir varlıktır. Aynı dönem birbirinden etkilenen, etkilendiği söylenen şahıslar bunlar… İnsan tarifleri farklı bir defa… Mesela Gazalî… “İnsan kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin vasatını bulması gereken, ifrat ile tefritin arasında kendisini bulması gereken bir varlıktır. İktisat kavramı da bu vasattan çıkmıştır” der. O zaman buradan başka bir iktisat kavramı çıkıyor. Ekonomi değil bu. Modern ekonomi “sınırsız ihtiyaçlar, sınırlı kaynaklar” demektir.

Eskiler iktisadı tasarruf manasına söylüyor. Tabirinde bile farklılık var. Ekonomi derken, harcama mânâsı çıkıyor. Tasarruf da hâkim olma, yakalama mânâsında…
Sermaye dediğimiz şeye, Marksist bir okumadan etkilenerek, amansız bir düşmanlık yapıyoruz. Oysa İslâm’da kasıt, servet düşmanlığıdır. Servet yığılmış bir paradır. O yığılma lanetlenmesi gereken bir şeydir. Sermaye dolaşıma girmesi gereken bir şeydir, dolaşım kamusal iyilik anlayışına denk gelir. Yani bu sermayeyi dolaşıma soktuğum andan itibaren, sana iş alanı açıyorum. Sen oradan çoluğuna çocuğuna rızk götürüyorsun. Herkes kendi emeğinin karşılığını alıyor ve birbirine faydalı olan bir toplum ortaya çıkıyor. Jean-Jacques Rousseau’nun önermesi bu değil, o “birbirlerini yedikleri için bir toplum sözleşmesi yaparım.” diyor. Batılı teorisyenler en fazla şunu söylüyor, “mecburen yapısal zorunluluk olduğu için, win-win yani kazan kazan olduğu için bir aradayız” diyor. Müslüman başka bakar hâdiseye, “sen önce al, senin mutluluğun benim mutluluğumu getirir” der. Tasavvuf farklılığı.

Tamamen insanî bir bakış açısı.
Kendi doktora tezimde de bunun üzerinde durdum. İnşallah yakında basacağız kitabı.

İnşallah hayırlısı olur.
Zihniyet düzlemleri, paradigma ve akıl. Tezimin başlığı da buydu, “piyasa aklı”. Piyasa ekonomisi değil, piyasa mekanizması değil. Bir akıl var orada. O akla dair bir felsefe geliştirelim. Ben bunu bir yere kadar götürebilirim. Benden sonrakiler alsın bunu, daha ileriye götürsün. Sonra diğeri daha iyi noktaya götürsün. Biz de bu felsefî yüzleşme meselesiyle bir hemhal olalım bakalım. Bunu yapabilirsek, bu akla felsefî boyut getirdikten sonra, yerine başka bir öneri getirdikten sonra faizi de tartışırız, servet meselesini de tartışırız. İslamofobiye bile teknik bir mesele gibi bakıyorsak, burada sorun var demektir.

Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kültür Davamız” diye bir eseri var. Eserde “Bırakın mesele konuşmayı, daha nelerin bile mesele olduğunun bilinmediği bir anlayış çerçevesi” diyor. Size hediye edelim.
Çok iyi olur, sevinirim. Aynen öyle, meselenin aslı bu... Arkadaşlarımızla, genç kardeşlerimizle konuşuyoruz. Tekniği ve metodolojiyi içerisinde barındıran, işin felsefî yatağını mutlak surette sorgulayacak ve buna dair önerisi olan anlayışa geçmemiz lazım.

11 Eylül’e benzer bir şey, ama zihnî patlama gibi.
Zihnî patlama evet… Gazali, İbn Rüşd, Farabî’yi göz önünde bulunduralım bakalım. Dünyaları birbirinden siyah-beyaz çizgilerle ayırmamalıyız. Batı’dan öğreneceğimiz şeyler var; ama buna nasıl bakacağımızı bilmeliyiz. Aksi hâlde o metodoloji sizi alır götürür. Esas kadar, usûl de önemlidir. Esas sizin usûlünüzü de belirler. Biz bugün Anglosakson metodolojisi üzerinden yola çıkıyoruz ve Batılı sonuçlara varıyoruz. Beş vakit namazında olan, dinine bağlı olan bir insan Batı tahayyülü içerisinde yaşayan bir insan modeli oluştu.

Paradoks…
Müslüman tahayyülün alt parametrelerinin inşasını daha derin okumamız lazım.

Aktüel bir soruyla bağlayalım müsaadenizle… “Terörist” kavramı üzerinden bir takım açıklamalar yaptınız. Suriye’de global bir savaş yaşanıyor. Türkiye’nin “terörist” olarak gördüğü bir grup ABD tarafından destekleniyor. Amerika ne yapmaya çalışıyor ve Türkiye’yi niçin hedef tahtasına oturttular?
Irak işgaliyle birlikte Amerika kendine güvenli alan inşa etmeye çalışıyor. Bu güvenli alanın temelinde İsrail’in çıkarları da var; örtüşüyor. Doğrudan bölgedeki destabilizasyon İsrail’in işine yarar. Güçlü, merkezi devletler kukla yapılar olmadığı sürece, ki kukla yapıların da gelecekte var olup olmayacağının garantisi yok. Arap devrimleri ile başlayan domino etkisini görüyoruz. Bu domino etkisi bizim aleyhimize dönmüş gibi görünüyor. Her zaman böyle gitmeyecek. Ok yaydan çıktı. Batı bunu görüyor. Merkezi devletler, yani iktisadî yapısıyla, kurumsal yapısıyla güçlü olan devletler, İsrail’in güvenliği açısından risk taşır. Suriye’de muhalif yapının güçlenmesiyle birlikte vekâlet savaşları başladı.

Muhalifler kendi aralarında da savaşıyor. O da sıkıntı.
Tabiî. Suriye’de böyle başladı. Diğer coğrafyalarda da böyle. Destabilizasyon Amerika için yeni bir güvenlik konsepti inşa etmek anlamına gelir. Bunun üzerinden kendi iktidar alanını geliştiriyor Amerika. Emperyal bir devlet, haklı bulmuyorum, ahlâkî bulmuyorum; ancak anlaşılabilir buluyorum. Yani emperyal devletsiniz ve bölgedeki sizin kültürünüzü oluşturan İsrail Yahudilerini koruyorsunuz. Amerika kurumsal yapıları olarak Washington’dan yönetiliyor, doğru. Fakat akıl olarak nereden yönetildiğini bilmiyorum. Çok iç içe ilişkiler var. Bu ilişkilerde İsrail ile Amerika’nın örtüştüğü bir denklem kurmak zorundasınız. Bu denklem temelde sekülerler ile olur. İslâmcılarla olmaz. İslâmcılar zaten güvenlik hassasiyetini delecek tipler, Amerika açısından yani… Sekülerler arasında nasıl bir yapılanma olacak? Kürtler mi, Türkler mi, Araplar mı? Sekülerler arasında en ciddi organizasyon seküler Kürtler. Onlarla bu yüzden partnerlik devam ediyor. Diğerleri bu kadar seküler olmadığı için PYD gündemde. PYD-YPG yapılanması PKK’nın çeşitli yerlerde uzantısı. CIA kontrolü var.

Kürtleri seçmesinin sebebi, daha sonra kullanılabilir olması mı?
Hem de her zaman… Kobani olaylarını hatırlayın. Hemen sonrasında Türkiye’nin sınırındaki PKK-PYD çizgisine yakın olan Kürtler sınıra yürümüştü. Ve “serok Obama” diye bağırdılar. İşin hikâyesi budur: “Serok Obama!” Kime bunu dedirtiyorsan, onunla çalışırsın. Ben de çalışırım. Çünkü al-ver ilişkisi bu. Onlara bir şey vaat ediyorlar, otuz senedir. Vaat ettiklerini de hayata geçiriyorlar. Irak üzerinde Barzani ile bir tıkanıklık var. Bu tıkanıklık devam ederse, Barzani’nin geleceğinden endişeliyim. Barzani de engel olursa, o yapılanmaya, sıkıntı çıkabilir. Barzani biraz kısıtlayıcı duruyor. Irak, Suriye ve Türkiye üçlüsü… ABD, PYD’yi kullanarak güvenlik konsepti ortaya çıkarıyor. Kukla seküler Kürtler… Amerika, Türkiye’nin kendi iç meselelerinin içerisindeydi. Türkiye’nin de otuz yıldır açık bir yarası var. Kendisini ve İsrail’i güvenli kılmak isteyen bir devlet, bu yarayı deşmek isteyecektir. Bugün yapılan oyun da budur.

Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ediyorum. 

Baran Dergisi 546. Sayı