Prof. Maria Mies, Prof. Veronika Bennholdt Thomsen, Claudia Von Werlhof’un kollektif olarak yazdığı, “Son Sömürge: Kadınlar” isimli kitaptan bir alıntı:
“Dünyaya hükmeden erkekler yolun sonuna geldi. Çağımızın can alıcı sorularına verilecek yanıtlara sahip değiller. Büyüme hızındaki düşüş, yükselen işsizlik ve doymuş pazar sorununa getirdikleri yanıt, otomasyon ve yeni teknoloji; aslında işleri ortadan kaldırdığı gibi aşırı üretimi daha da artırıyor. Endüstri toplumunun yapısal krizi, Keynesçilik veya parasalcılığın geleneksel ilaçlarıyla iyileşebilecek, gelip geçici bir hastalıkmışçasına mazur gösteriliyor. Fakat her geçen gün daha fazla insan, bu açıklamaların ve çarelerin tedavülden kalktığını görmeye başlamasına rağmen, yeni açıklama henüz ortaya çıkmış değil. Bir kıyamet hali Beyaz Adam’ın metropollerinde kol geziyor. Ekonomik ve politik hayattan sorumlu olanlar, masaldaki çıplak olduğu halde zarif kıyafetlere bürünmüş gibi davranan imparatora benzer biçimde teşhir olur.
Gerçekten temel soruları ötekiler, yani ekoloji hareketi, alternatif toplumsal hareket ve kadın hareketi soruyor: Yağmalanmış bir doğada tam anlamıyla beşeri bir varoluş söz konusu olabilir mi? Kökleri insanların ve doğanın sömürüsüne dayanmayan toplumsal ve ekonomik örgütlenme modelleri oluşturabilir miyiz? Fakat, asıl olarak çevreci ve alternatif hareketin önerdiği ileriyi gören modeller bile Beyaz Adamın -hem Batı hem de Doğunun endüstriyel uluslarının - fikrî ufku ve de somut hayatı içinde tuzağa sıkışıp kaldı.
Bu yeni modellerin ve tasarımların hemen hepsi, endüstriyelciliğin toplumsal kurumlarının tamamına görünmez bir temel olarak hizmet etmeyi sürdüren realitenin iki alanını sistematik olarak dışlar: Kadınlar ve sömürgeler ya da az gelişmiş toplumlar. Bizim bakış açımıza göre; hem halka açık tartışmalar hem de gelecek toplum için geliştirilen modeller, kadınlar ve sömürgeler sorununa kapalı olmayı sürdürdüğü müddetçe geniş kapsamlı, geçerli ve dolayısıyla hayata geçebilir bir alternatif bilim teorisi ortaya çıkmayacaktır. Bu kitap, söz konusu alanları görünür kılma ve birbirleriyle karşılıklı ilişkilerini ve bütünle bağlantılarını kapsama doğrultusunda yeni bir sosyal teorinin oluşumuna katkıda bulunmayı murat ediyor.”
Kitabın temel tezi, anlaşılacağı üzere, feminist kadın hareketlerinin, ekoloji hareketinin ve alternatif toplumsal hareketlerin bir araya gelerek, kapitalist sisteme alternatif bir sistem ortaya koyabileceği fikridir. Ekoloji hareketleri ile kadın hareketlerini buluşturan şey nedir derseniz: “doğa-tabiat”. Yani feminizmin çok eleştirdiği “ataerkil” bakış açısına göre, kadın tabiatla bir tutulduğu için “sömürülmüştür”, tıpkı tabiatın kendisi gibi… Elbette, “tabiatı ve kadını sömürmenin” adını kapitalizm koyabilirsiniz, buna hiçbir itirazımız olmaz. Bugün kadın, ev hanımı da olsa, işçi de olsa, memur da olsa, kapitalist sistem tarafından sömürülmektedir.
Şöyle yazıyorlar:
“Cinsler arasında kutuplaşma ya da cinsiyetçiliğin artması ile sınıfsal farklılaşma arasındaki karşılıklı ilişki üzerine yapılmış sistematik bir araştırma olmamasına rağmen, Hindistan bağlamında bu devam eden sürecin bazı karakteristikleri gözlemlenebilir. Örneğin, bazı sözde “geri sınıflar” (çoban, çömlekçi vb. gibi hizmet kastları) son yıllarda orta köylü ya da hatta zengin köylü statüsüne kadar yükselebilmektedir. Önceden kadınları tarım işçiliği yaparken belli bir ekonomik statüye ulaşır ulaşmaz hemen kadınlarını eve kapatır ya da katı ataerkil normların buyruğu altına sokarlar. Artık aşağı sınıftan olmadıklarının bir işareti olarak kadınlar tarlada çalışmaya son verir. “Ev kadını” olurlar.”
Böylece kadının “tabiatından koparılıp” ev kadını yapılmasından bahsederler. Doğrudur ve bizim köylerimizde olan, köyden şehre göçerek yeni bir hayat kuranlarda da durum hemen hemen bu şekildedir. Feminizmin temel tezlerinin başında “ev hanımı” kavramının kapitalist sistem tarafından üretilmiş bir şey olduğudur. Kadını ev hanımı yaparak, onun evde “boş zamanını” yine kapitalizmin ürettiği “ürünlerle” doldurmasını sağlar. Bu çıkarımlar da doğrudur ve hiçbir itirazımız yoktur.
Yine kapitalist sistem tarafından kadının “tabiat” olarak tanımlanmasını şöyle eleştirir:
“Doğa” ucuz, hatta bedavadır. Emeğine karşılık ücret, ürettiklerine karşılık bedel talep etmez. İhtiyaçları yoktur ve yenilenmek zorunda değildir. O, “zoraki doğa”, zorla sömürüye tabi, küçük ve büyük tekelcilerin “gayri menkulü”dür.”
Böylece kapitalizmin “insan olarak” erkeği konumlandırdığını, kadını ise, ne iş gücü olarak, ne de ev hanımı olarak “insan” olarak konumlandırmadığını vurgular. Yine kitaptan şu tenkit:
“Kadınların ücretli işlerdeki eğreti [precariousj durumları, onlara ev kadını olmayı zorla dayatıyor ve bu rol, işgücü piyasasında güçsüzlüklerine temel oluşturuyor. Dolayısıyla ev işi ile kadının ücretli emeği birbirini koşulluyor. Yapısal şiddet unsurunu kapsayan şey tam da bu karşılıklı ilişkidir. Kadınlar (erkeklerle aynı becerilere sahip olanlar bile) daha az kazanır, daha kötü koşullarda çalışır (yarı zamanlı çalışma ve çakılı sözleşme, “geçici işçi" vb.) ve daha pis ve daha tekdüze işleri yaparlar, çünkü onlar ancak erkeklerin “aile ücretini” takviye eden “ikinci gelir”i sağlamak için çalışırlar. Kadınlar düşük ücretle ve düzensiz işlerde çalıştıkları için, hele çocukları da varsa, tek başlarına, erkeklerden ekonomik anlamda bağımsız bir biçimde yaşayamazlar. Kadınlar bu nedenle evliliğe ya da benzeri bir bağımlılık ilişkisine zorlanırlar ve bu, ikincil gelir kazanan konumlarını sabitleştirir. Bu zor ilişkisinin kökeni nerede yatar? Ev kadını olarak kadınlarda mı, yoksa kadının ücretli çalışmasında mı? Hangi noktada yapısal şiddet açık şiddetin sonucudur? Neden kadınlar şimdi yeniden ev kadını olmayı, hem de daha büyük bir ölçekte, sürdürüyorlar?”
Oysa, temelde yanlış bir “argüman”dan yola çıkılıyor. Neden “insan”ı kapitalizmin değerlendirdiği şekilde ele alıyor ve bu argümana karşı bir tez üretmeye çalışılıyor? Kapitalizmin insanı “artı değer üreten” bir “meta” gibi tarif etmesi, feminizmin de ona karşı bir tez üreteceğim derken aynı “meta”ya talip olması bir çelişki değil midir? “Evliliği” bir “çıkar” ilişkisi gibi tanımlamak kapitalist tanımı onaylamak değil midir? Kadının “ev hanımlığını” sürdürüyor olmasını “şaşkınlık verici” olarak değerlendirmek, hatta “şiddet” olarak nitelemek, yine aynı bakışın bir devamı değil midir? Tenkidde doğru, teşhiste hatalı olan bu bakışı incelemeye devam edeceğiz. Alev Alatlı’nın “Gogol’ün İzinde” serisinin ikinci kitabından “Dünya Nöbeti”nden bir iktibasla bitirelim:
“Rus kadınlarının yaşadıkları, çağdaş dünyanın kadınlarına ışık tutacak mahiyettedir. Bizler kadın meselesinin ne ezilmek, hatta ne de ekonomik eşitsizlik olduğunu gördük. Bunu kadınlar eşit çalışma için eşit ücret almasalar da olur anlamında söylemiyorum. Kim böyle bir şey söyleyebilir ki? Bizim tecrübemiz bize sorunun ruhanî bakış açısının kaybında, kimliğimizin İsa’dan kopmuş olmasında yattığını söylüyor. Tanrı’nın gözünde kadınla erkek eşittirler. Kendilerinde evrensel hiyerarşide belirli yerler tahsis edilmiştir. Kadınlar kendilerine tahsis edilen yerin daha aşağıda olduğunu düşünüyorlarsa, bunu alçakgönüllü olmayı öğrenmek için bir fırsat olarak da değerlendirebilirler.”
Devam Edecek…