Bildiğiniz üzere “kaşınmak” tâbiri dilimizde, husûsen halk arasında Jargon olarak “dayak istemek!” mânâsına gelir; bizim bu yazı başlığında kullandığımız “kaşınmak” ise uyuz illetine mübtelâ bir şahsın yerinde duramamasına, durmadan bir sağa bir sola kaykılmasına atfen… Ha, illâ kullandığımız atfı başka yahut istediği bir tâbire yormak isteyen olursa da seküler modernizmin deizme bulanmış ılıman inancının müsaade ettiği kadarıyla canları mucibince istediklerine yorabilirler; ne de olsa devletimiz LGBT için yürüyen ile LGBT’ye karşı yürüyene eşit mesafede durarak yönetim kadememizin vasatlığını, bu vasatlıktan doğacak olan serbestiyeti zımnen kabul etmiştir.

Eh böyle olunca da insanlar Fransız İhtilâli’nin kutsal kaideleri olan “Liberté, égalité, fraternité- Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”in kendisine sağladığı serbestliğe atfen bahis mevzu tâbiri istedikleri biçimde yorumlayabilirler. Tabiî, hem namaz kılıp hem de seküler, modernist vb. vasatın bir hamisi iseniz sizin için de üretilmiş olan İttihat ve Terakki’nin “Hürriyet (Özgürlük), Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik) dövizinden yola çıkarak, çakma olsa da tutunabileceğiniz bir yol var haber vereyim…

“Hürriyet-özgürlük”ten bahsetmişken cibilliyet bakımından mevzumuz dışında olmayan, içinde bulunduğumuz mübarek günler vesilesiyle meşhur bir TV kanalını parselleyen Mehmet Okuyan’dan da bahsetmek lazım gelir; çünkü sapıkta zihniyet her zaman aynıdır ve ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin gördüğümüz her zaman “kaba softa ham yobaz” tipidir.

 Efendim, Abdülaziz Bayındır’ın iki kolunu, Adnan Oktar’ın gövdesini, Zekeriya Beyaz’ın sağ bacağını, İsmail Nacar’ın sol bacağını, Yaşar Nuri’nin midesini, Mustafa Öztürk’ün beynini ve Mustafa İslamoğlu’nun kafasını muhal farz alalım ve Baron Frankenstein’ın icad ettiği bir yaratık ortaya çıkardığımızı düşünelim; misâl bu ya, bana kalırsa, ortaya temizlikten tamamen arınmış ve neredeyse saf diyebileceğimiz bir işkembe elde ederiz. İşte bu işkembenin adı olsa olsa Mehmet Okuyan olur; “işkembeden sallamak” tâbirinin tahtını sarsacak derecede dirayetli bu “hoca” sıfatlı zihni sapığı tutabilen olursa da ayrıca ödüllendirmek icab eder. Zannedersiniz Avustralya'da bir tazı yarışını anlatıyor: Improvise hızlı bir çıkış yaptı, Ruella onu takip ediyor, Phantom Menace, Loki’yi geçti…

Lale Gül Tv’de Cübbeli Ahmet Hoca Efendi’nin uzunca bir kitap reklamı var; Allah selamet versin TV çalışanları kitabın reklamını hoca efendinin vaazlarındaki konuşmalarından derledikleri için öyle zannediyorum bazı yaşlı amca ve teyzeler de bu reklamı Cübbeli Hoca’nın vaazı diye dinlerler. Olsun, haktan bahsetsin de, neyi vesile ederse etsin. İşte aynen bu misaldeki gibi halkımızın Okuyan’ı da aynı reklam tadında seyrettiğini fark ettim. Fakat mevzu Okuyan’a dönünce işler sarpa sarıyor. Söylediğim gibi, tazı yarışı spikeri gibi art arda öyle herzeler diziyor ki, bir nevi film şeridi gibi herkesin gözünün önünden hızlıca akan kelimeler sakin, tutarlı ve ne dediğini bilen bir adamın aldatıcı görüntüsünü veriyor. Bir kere, en başta dinin sahibi Peygamberi aradan çıkarıyor ve “dayanak Kur’andır insanların sözlerine itibar etmeyin” diyor; cennet-cehennem ve kabir azabı’nı da reddediyor; Hazreti Meryem hakkında da insanların kafasını bulandıracak çeşitli laflar, vs… Üç vakte kadar da tümden dini reddedeceğine dâir kulislerde dedi-kodular varmış, diyenlerin doğrulayıcısıyım…

Diyeceksiniz ki “yahu Ehl-i Sünnet düşmanı Mustafa İslamoğlu daha tehlikeli değil mi?” Pekâla öyle ama işin bilmediğiniz bir yönü var, şu günlerde hem Mehmet Okuyan trend, hem de İslamoğlucu Şia taifesinin At Pazarı’nda çöreklendikleri kafe ile alakalı sıkıntıları var…

Efendim Şii İran’ın bunlara aktardığı para az mı geliyor yoksa Fetö gibi açılma derdindeler mi bilemem, Fatih At Pazarı’ndaki 15 kafeden birisini ele geçirmişler. Söylenene göre, mekân sahibi ile önce belirli şartlarda anlaşmışlar ya, ama hemen ardından da kafeye bitişik evin duvarını yıkıp kafeye ilhak etmişler; zannedersin Rusya Ukrayna’ya çıkarma yapıyor. Eh, insanın dünya görüşü muta’ya endeksli olunca aksiyonu da ona nisbetle cereyan ediyor. Ev sahibi dava etmiş “ne şiiyim ne sünniyim” diyen vasat bürokrasinin alakalı kurumları da 21 Milyar ceza kesmiş. Daha mahkeme safhası bitmemiş… Niçin böyle ayrıntılı anlatıyorum, çünkü bütün sapıklar bilsin ki, mintanlarındaki yakalarından kollarındaki manşetlerine varana kadar hepsini takip ediyoruz, haberleri ola. Ha, illâ bunu da yalanlıyorlarsa şu da mı yalan: Bu Şia yanlısı kafeciler yakın zamanda bir kurban kesip bir iyi niyet göstergesi olarak geri kalan 14 kafeye dağıtmış. Ama gelin görün ki bütün esnaf aynen bu rüşvet neviinden etleri iade etmişler!.. E hâliyle, sahâbî’ye küfrederek et kes, sonra esnafı bununla avlamaya çalış! Bizim milletimizin “mezhebi geniş” değildir, dörttür!
Peki, Kadir Mısırlıoğlu’nun kaşıntısı ve kendisi tüm bu mevzuların neresinde?

Bilenler bilir, başındaki fesi ile milletimize her dâim Ramazanı hatırlatmayı and içmiş Mısırlıoğlu, din büyüğümüz Üstad Necip Fazıl için eline geçen her fırsatta “gâvur olsa böyle vurulmaz” tavrıyla saldırmayı adet edinmiştir. Biz bu yazıda onun 1963’te ORTAŞARK isimli Hac ve Umre şirketinde İhsan Toksarı ile beraber paraları iç etmesini, İhsan Toksarı’nın Bebek’ten apartman dâiresi almasını, Mısırlıoğlu’nun ise paranın bir kısmını “buhar” etmesini, elindeki tüm sermayesini kaybeden İlahiyat Profesörü Mehmet Müftüoğlu’nun derhal mahkemeye koşmasını, Kadir Mısırlıoğlu ve İhsan Toksarı aleyhine alacak davası açmasını, açtığı davayı kazanmasını, yine de parasını tahsil edememesini anlatmayacağız…  Aslında ondan hiç bahsetmeyeceğiz; çünkü felsefe okuyan gençlerimiz de bilir, bir şeyden bahsetmek için onun var olması gerekir! Peki, yazının başlığı?

Ha, o, Oscar Wilde’ın şu sözüne istinâden:
“Filân adam o kadar siliktir ki, onu, bir daha hatırlamamak için yüzünü bir kere görmek yeter.”

 
Baran Dergisi 493. Sayı