Yaz boyunca beklediğim tiyatro sezonu açıldı. Ben de bu sezon gittiğim oyunları yorumlamaya çalışacağım. Bu sezon ilk gittiğim tiyatro, Karıncalar-Bir Savaş Vardı… Oyun, Boris Vian’ın “Karıncalar” ve John Steinbeck’in “Bir Savaş Vardı” eserlerinin tiyatroya uyarlanması ile yazılmış. Monolog şeklinde anlatılan bir kurgusu var.
Oyuna dair yorumlara geçmeden önce; tiyatrocu Mert Turak’ı kutlamak istiyorum. Çünkü monolog oyunların genele mukayese edildiğinde seyirciyi sıkması muhtemeldir. Fakat Mert Turak ne seyirciyi sıktı, ne de oyundan koptu. Bir askerin duygusunu yaşatmak için seksen dakika boyunca yerinde durmadı ve o duygunun hareketlerine yansıdığını gördüm.
Oyun, başroldeki askerin sevgilisine (Jakli) günlük yazmasıyla başlıyor. Oyunun başında ‘savaşlar kötüdür, savaşlara tükaka’ klişesi üzerine kurgulanmış olacağını düşündüm. Fakat yanıldığımı fark ettim. Mert Turak’ın başroldeki asker, Azman, Çapkın gibi kişileri canlandırması ve bunları yaparken hiç de sırıtmaması oyunda böyle bir klişeyi sezmemi önledi. Oyun “Jakli sevdiğim, şimdi bu günlüğü manzara fotoğraflarıyla süslemek isterdim. Fakat buradaki tek manzara karıncavari askerler ve onların ayakları” sözleriyle başlıyor ve “sevdiğim, savaşta mutlu an nasıl olur?” sorusuyla ışıklar sönüyor.
Daha sonra başroldeki asker; Çapkın ve Azman ismindeki iki arkadaşının tiplemesini yaparak tanıştırıyor. Bu sahnelerde oyun güldürmeye yönelik biraz. Daha cepheye gidilmemiş; savaşın sıcak anları yaşanmamasının bunda payı büyük. Çoğunun genç olduğu anlaşılan askerlerin de savaşı bir oyun zannettiğini tahmin ediyorum. Bu sırada, savaşın olduğu bölgeye giden geminin içinden başroldeki asker “Jakli aşkım, sence bu kumar değil mi?” diyerek olan biteni sorguluyor.
Hareketli anlar yavaş yavaş başlıyor. Çünkü gemi savaş bölgesine ulaşıyor. Sahnenin önünde suyun bulunduğunu anlıyoruz burada. Oyuncu gemiden kıyıya inerken o suyun içine atlıyor. Biraz cedelleştikten sonra sanki kıyıya çıkmış gibi bir etki bırakıyor. (Bu arada, ön sıradaki seyircilerin üzerine suyun gelme ihtimali var.) Kıyıya indikten sonra, sıcak çatışmanın olduğunu göstermek için yoğun bir sis ve yüksek bir ses veriliyor. Oyuncu da bu sırada sahnede bir o tarafa, bir bu tarafa koşuyor. Bir yandan da “bu 82’lik sesi, bu şunun sesi” diyerek silahları seslerinden tahmin ediyor.
Çatışma sona eriyor, sonra karargâhta bir hatırasını anlatıyor başroldeki asker. “Herkes, belki de son gülüşümdür diye gülüyor” sözü bu sahnede çok hoşuma gitti. Sonraki sahnede ise tankın altındaki mayınların patlamasından bahsediyor. Başroldeki asker, tankın çalışır hâlde olduğunu gören çavuşun, koltuk ile direksiyonun arasına sıkışan askeri kasaturası ile keserek tankı kurtardığını söylüyor. “Jakli, benden iğreniyorsun ama savaş bu.” diyerek sahne kararıyor.
Oyunda en üzüldüğüm sahnelerden birisi; Azman, Çapkın ve başroldeki asker kıyıda kafaları çekerken Azman’ın ‘ben buradan gitmek istiyorum’ diyerek sinirlendiği o sahne. Çapkın ile yirmi papeline iddia giren Azman, ilerde gördüğü esir gemisine atlıyor ve gidiyor. Gemi limandan uzaklaşıncaya kadar gülüyorlar ama sonrasını düşünmüyorlar. Daha sonra o gemi karşı limana gitmeden geri dönüyor. İçinde sadece kendi askerleri… Azman ve diğer esirler yok. “Zaten esirleri geri götürüp besleyecek misin? İşlerini yolda bitirmişler.” diyor başroldeki asker. Çapkın’ın o çaresizliğini gördükten sonra bayağı etkilendim.
Oyunun birçok yerinde savaşın kötü ve savaş alanının da pis olduğunu dile getiren başroldeki asker, Jakli’nin bile adını ağzına almaktan korkuyor. Çünkü onunda kirlenmesini istemiyor.
Başroldeki askerin de içinde bulunduğu bir taburu, karşı saflara gönderiyorlar. Başroldeki asker, bu kadar az askerin buraya gelmesinden şüpheleniyor ve kendilerinin yem olduğunu düşünüyor. Yine sıcak çatışmalar… Bu sıcak andan sağ kurtulan asker, savaştan kaçıyor. Kaçarken öyle bir rahatlıyor ki artık dünyaya savaşla bakan gözlerle değil; çiçekleri, kırları ve renkleri gören gözlerle bakıyor.
Tam bunları düşünürken mayına basıyor. Yirmi dakika boyunca ayağını olduğu yerden kıpırdatamıyor. Umutsuzluğa kapıldığını şuradan anladım “Jakli, burada ne kadar kalırım bilmiyorum, ama artık seni bekliyorum.” Ayağına dolaşan karıncalardan rahatsızlık duyduğunu dile getiriyor. Susuzluk ve açlık da buna ekleniyor. Bu sırada ‘Tanrı tarafından’ yağmur yağıyor ve doyasıya su içiyor. Sonrasında “Bu mayınlar dil, din ve ırk ayrımı yapmaz. Hatta döşeyeni(sahibini) de tanımaz.” diyerek mayınlara dair dünya üzerinde 110 milyon mayının olduğunu ve maliyetinin iki dolar olduğunu söylüyor. O an, asker, kendinden başka bir askerinde hayatını kurtarabileceğini düşünerek boşta kalan ayağıyla mayın arıyor. Sonra patlayacak iki mayının yerine iki milyon mayının yapılacağını düşünüyor.
Son sahnelerde ise medyaya ve gazetecilere gömüyor. “5. Ordu 20 km ilerledi! Zafer yakın!” manşeti atan gazetecinin hiçbir zaman onun yaşadıklarını yaşamayacağını, gazetecinin en fazla savaştan dolayı aç kalmış çocukların “Karamela yes, yes!” diyerek çikolata istediklerini bileceğini söyler. Yarın, öbür gün de 50 km ilerledi diyeceğini söyler. En son da “Benim bahçemde ekili gül yoktur ama başkalarının benim bahçem hakkında planları var.” diyerek ayağını çeker.
Son sahnesini yazmadan burada bitirmek istedim yazımı. Oyuna gitmeden önce isminden dolayı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yaşamayı Deneme” isimli eserindeki karıncalar bahsi aklıma geldi. Fakat oyunda karıncalar üzerinden bir imgesel anlatım yoktu. Ama askerlerin hepsi karıncaya benzetiliyordu. Karınca bahsinin sonunda ‘Karıncaların başı koptuğu hâlde ısırdığı yeri bırakmadığına’ değiniliyordu. Bütün savaşlarda da asker ölse bile o cebheden izi veya asker dönse bile o cebhenin izi hiçbir zaman kaybolmaz.
Ezcümle olarak şunları da ekleyeyim. Galiba insanın dünyada kaybedecek bir şeyi (evi, malı, sevdiği) olduğu sürece yaşamayı arzuluyor. Dört senedir savaşla alâkalı oyunlarda farkettiğim nokta, sevdiği veyahud hâli vakti yerinde olan askerlerin ölümden korktuğu oldu. Dünyalık malların veya zevklerin insanları dünyaya nasıl bağladığını idrâk etmek için bu oyunları illa bir din adamının mı yazması gerekiyor?
 
 
Baran Dergisi 561. Sayı