Kendi düzenini kuramamış, başkalarının kurduğu sistemlerle yönetilen devletlerin bağımsızlığından söz edilemez. Milletlerin bağımsızlığı önce bir “dünya görüş”üne sahip olmaktan geçer.

Akabinde ise sahip oldukları “dünya görüşü” doğrultusunda idarî bir yapı kurmaları lazım ki, bağımsızlıktan söz edilebilsin. Bağımsızlığın en temel şartı budur.

Son beş-altı yüzyıllık tarihimiz benzer hadiselerin tekerrüründen ibarettir. Kendi düzenimizden uzaklaştıkça emperyalist kan emici Batı’nın tuzağına düşmüşüz. Batılı sömürgeciler ya bize zorla dayatmışlar veya gönüllü olarak biz onların kurmuş olduğu düzenleri kendi ülkemizde kurmaya kalkmışız. Çünkü bizim “ulema” ve “münevver”lerimiz bilgi ve fikir üretimini on altıncı yüzyılda terketmeye başlamıştır. Yani İslam’a nisbetle, çağın meselelerine cevap veren yeni bir dünya görüşü oluşturamamışız.

Osmanlı’nın İslam’a nisbetle kurduğu bir düzen vardı. Köy temsilcilerinin ilçe temsilcilerini, ilçe temsilcilerinin vilayet temsilcilerini seçerek oluşturduğu üç yüz kişilik “Şura Meclisi” vardı. Partisiz, doğrudan halk tarafından seçilen bir meclisti. Meclisin üzerinde de “Divan” vardı. Divanın görevi, alınan meclis kararlarının devlet işlerine uygun olup olmadığını muhakeme etmekti. Divanın üzerinde de ulemadan oluşan bir “ulema meclisi” vardı. Bu merciin görevi de alınan kararların ilme uygun olup olmadığını denetlemekti. En üstte “Şeyhülislamlık makamı” vardı ve bu makamın görevi ise alınan bütün kararların, İslam’a uygun olup olmadığına bakmaktı. Ancak sultanın bu aşamalardan geçen kararları tatbik edilirdi.

Bu sistem İslam’a nisbetle geliştirilmiş, yaşanmaya değer bir devlet düzeniydi. Fakat daha sonraları zamanın ruhunu, çağın diyalektiğini kavrayamayan ulema bilgiyi üretemeyip, yeni fikirler geliştiremeyince bu sistem çöktü.

Son beş-altı yüzyıldan beri bu bataklığın içinde çırpınıp duruyoruz. Oyunu hep Batılı emperyalistler kuruyor. Bizse hep oyunu bozmaya çalışıyoruz. “Batıcı” diye nitelediklerimiz, Batı’daki sistemi bu ülkede harfiyen uygulamak istiyorlar. Kendilerini “yerli ve millici” diye adlandıranlar da hep Batı’nın oyununu bozmaya çalışıyor. Fakat hepsinin ortak tarafı, insanî kavramlar olan, “özgürlük”, “adalet” ve “insan hakları” gibi anlamları ifa ederken “demokrasi”ye vurgu yapıyor olması.

Emperyalizm önümüze üç şey koymuş; bir kendi dillerini konuşmak, ikinci olarak kendi düzenlerini uygulamak, üçüncüsü ise kendi kültürlerini topluma nakşetmek.

Sözde “yerli ve milli” geçinenler, İslam’a nisbetle kendi “dil”lerini ve düzenlerini kuramadıkları için, Batı’nın kullandığı dili ve düzeni savunur hale gelmişlerdir.

Türkiye’de yaşayan sol, liberal, milliyetçi ve hatta İslamcı bütün aydınların yönetim şekli hususunda ortak nisbet unsurları “demokrasi”dir.

Bunun tek istisnası Büyük Doğu-İBDA dünya görüşü mensuplarıdır. Kısacası hangi görüşün mensubu olursa olsun beyinleri yabancı istilacılar tarafından işgal edilmiştir. Bundan yüz küsur sene önce “Cennetmekan” Abdülhamid Han tarafından sürekli olarak Batılı sömürgecilerin oyunları bozuluyordu. Devlet oyunları bozmakla meşguldü, bugün de aynı şeylerle meşgul. Örneğin “Afrin harekatıyla oyunlarını bozduk”, “Zeytin Dalı harekatıyla planlarını bozduk” gibi laflar... Şimdi de adeta Abdülhamid Han dönemini tekrar yaşıyoruz. Fakat arada bir fark var; o da Ulu Hakan Abdülhamid Han zamanında Büyük Doğu-İBDA fikriyatı olmuş olsaydı, o hemen “Başyücelik Devleti”ni hayata geçirir ve “Yeni Dünya Düzeni”ni oluşturmuş olurdu. Bugün dünyanın en büyük süper gücü de biz olurduk. Çünkü o iktidarı boyunca “Büyük Doğu-İBDA” fikriyatını aradı durdu.

Bu yanlış gidişatı ilk gören Üstad Necip Fazıl şöyle diyordu: “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” Bu gidişatın niçin yanlış olduğunu Üstad ortaya koyuyor, nasıl olması gerektiğini de büyük şehidimiz Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu BD-İBDA fikriyatıyla ortaya koyuyordu. “Yeni Dünya Düzeni”nin de modeli olan “Başyücelik Devleti”ni teklif ediyordu.

Batılı emperyalistlerin bize zorla dayattığı “demokrasi” aldatmacasıyla yerlilik ve millilik markası altında, olsa olsa onların sömürgesi oluruz. Veya bir sömürgeciden kurtulayım derken başka birinin ağına düşeriz.

Batı medeniyetiyle, bizim medeniyetimiz arasında temelde bir fark var. Onlar insanı insan yapan bütün değerleri yok ederek, hatta insanı da yok ederek sürüleştirip şapşallaştırma üzerine bir yönetim kurmuşlardır. Halbuki bizde Şeyh Edebali’nin dediği gibi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” düsturu vardır. Nasıl ki hiç kimsenin parmak izi kimseyle örtüşmezse, insanların kişilik, mizaç ve huyları da farklı farklıdır. Batı’nın yönetim tarzı, insanları mensubiyet bağlarından kopararak önce bireyselleştiriyor, sonra da kitle halinde aptallaştırıp sürüleştiriyor. Bunları yaparken kitle iletişim vasıtalarını kullanıyorlar. Kısaca insanları robotlaştırıyorlar.

İşte bunun adına “demokrasi” diyerek kendilerinde bize müdahale etme hakkını görüyorlar. Demokrasi götürdükleri her yerde milyonlarca insanı öldürüyorlar. Bütün bunları “İnsan haklarını koruma” adına yapıyorlar. Kumandan’ın tesbitiyle: “İslam dışı hiçbir düşünce, temelde, insan faaliyetlerinin ne nasılına, ne niçinine ve ne de nesine dair zann’ın hakikatini gösterici mutlak ölçü ve faaliyetin gerekliliğine ait “zorunluluk” verememiştir. Rastgele zann’lar ve hakikati olmayan mahiyet nev’inden zorunluluklar.”

İslam dışı hiçbir sistem ve düşüncenin insani hiçbir kaygısı yoktur. Batının gözünde insan sadece tüketici bir varlıktır. Kısacası insanî olan her şey İslâmî’dir, İslâmî olmayan hiçbir şey de insanî değildir.

Türkiye’nin bağımsız olmasından yana olup da BD-İBDA fikriyatını edinmemesi ya samimiyetsizlik ya da egodan başka bir şey değildir. Çünkü İBDA, çağının diyalektiğidir. İslâm’a nisbetle tek dünya görüşüdür. BD-İBDA fikriyatı olmadan ne “vatanseverlik” ne “yerlilik” ne de “millilik” olur. Olsa olsa gayri insani olan “demokrasi”nin yani Batı emperyalizminin maskelenerek meşrulaştırılmasından başka bir şey olmaz.

İktidar, yerli ve millî olduğunda samimi ise “Yeni Dünya Düzeni” için “Başyücelik Devleti”ni kurmak zorundadır.

Büyük Mütefekkir Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle: “Mutlak ölçülerle bağlı tefekkür... Çoğu gerizekâlı ve pek azı “kulaktan dolma” kültür kırıntısıyla “aydın insan” rolüne çıkanların zannettiklerinin tersine, “bağımlı düşünce” arayış ve hürriyete ters bir usul değil, rastgele arama ve “hakikati olmayan mahiyet” çerçevesindeki hürriyete sed çekmedir. Eğer “bu ne demek?” derseniz, “insanın varoluş hürriyet ve hakikatini aslı üzerinde yaşamasıdır” deriz.”


Baran Dergisi 614. Sayı