15 Temmuz gecesi milletimiz sayesinde büyük bir badire atlattık. Amerikan istihbaratının Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi içine sızmış servislerinden biri olan FETÖ, askerî darbe teşebbüsünde bulundu ve milletimiz bu darbeyi canını ortaya koyarak bertaraf etti. Askerî darbe eğer ki muvaffak olsaydı, hiç kuşku yok ki bundan en büyük zararı Türkiye ekonomisi görecekti. Bizim ekonomimiz zarar görecekti de, büyük servet sahibleri ve şirketler ne olacaktı? Umumî kanaat, eğer ki darbe gerçekleşmiş olsaydı, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonuna adı karışan iktidar yanlısı hariç, servet sahibleri ve şirketlerin bu durumdan kazançlı çıkacağı yönünde. 15 Temmuz’dan beri gün be gün derinleşen ekonomik krize bir de bu gözle bakacak olursak, milletimiz kanaatinde sanki pek de haksız görünmüyor.
***
Devletin iktisadî hayattaki rolünü, mal ve servetlerin nasıl üretilip dağıtılacağını “kontrol etmek” şeklinde özetleyebiliriz. İttihat ve Terakki’den beri Batıcıların Batıcılıktan anladığı tek şey, devlet sırtından halkı soyarak servet odakları oluşturmak ve böylece bir burjuvazi teşkil etmekti. Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasına kadar bu hedeflerine erişememiş olsalar da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber en büyük idealleri olan burjuva sınıfını, Anadolu’nun sırtından nemalanmasını bildiler. Bu bakımdan Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği devrimin hedefi, ülkeyi Batı adına sevk ve idare edecek, ülkenin kaynaklarını Batı adına işletecek “taşeron” bir burjuva sınıfı oluşturmaktı. Böylelikle devlet kademelerinde görevli bürokrat ve siyasînin hissesine (!) düşen ödendiği müddetçe, mal ve servetlerin üretimi ile dağıtımı hakkındaki kontrol bu “taşeron” burjuvaziye bırakıldı.
***
 15 Temmuz gecesi gerçekleştirilmek istenen askerî darbe Batı menşeiliydi. Türkiye’deki büyük sermaye odakları ve şirketlerin de Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisinin Batıcılık idrakinin mahsulü olduğu açık olduğundan, tabiî olarak gerçekleşmesi ön görülen askerî bir darbeden onların zarar etmesi söz konusu değildi. Yakın siyasî tarihimize bakıldığında da görülebileceği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nde gerçekleşen askerî darbeler hep Batı menşeiliydi ve Batıcılık zihniyetinin mahsulü olan sermaye her darbeden daha fazla kâr ederek çıktı. Meselâ 28 Şubat’ı ele alalım. Anadolu şirketlerinin gırtlağı sıkılırken, birkaç sene sonra mâlum sermayenin 2001 senesinde hortumladığı paranın Türkiye ekonomisinde açtığı yaralar kapandı mı?

Faiz Lobisi
Türkiye’de son yıllarda en çok gündeme gelen meselelerden biri de faiz ve faiz lobisi. Siyasîler, köşe yazarları, yorumcular sık sık bu kavramı kullanıyorlar. İyi de, kimdir bu faiz lobisi? Türkiye ekonomisi üzerinde teshir sahibi metafizik bir güç mü? Sanırsınız ki, Eski Yunan’daki hırsızların, kumarbazların ve tüccarların koruyucusu Hermes’ten bahsediyorlar. Ticaretin yeni bir çeşidiyle iştigâl ettikleri, kumarbaz değil ama kumar oynatan ve aynı zamanda hırsız oldukları muhakkak; fakat sanıldığı gibi meçhul de değiller.  Bunların bir ismi, cismi var.
Evvelâ tabiî ki resmî tefeciler olan bankacılık sektörü. Bu bankaları isimleri de belli. Akbank, Garanti, QNB Finansbank, Denizbank, HSBC, ING, TEB, Türkiye İş Bankası, Yapı Kredi vesaire...
İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıların 2016 senesinde niçin derinleştiğini de bu bankaların toplam kârlılık oranlarına bakarak görebiliriz. 2015 senesinde göre 2016 senesinde %44 daha fazla kâr eden bankacılık sistemi, geçtiğimiz seneyi 37 milyar 532 milyon TL net kâr ile kapatmış.
Yukarıdaki tabloya bakıldığında görüleceği üzere, faiz alan ve veren bankalar olduğuna göre “faiz lobisi” meçhul metafizik bir güç değil. Ekonomi daralır, kriz derinleşir ve milletimiz iktisadî olarak hayatta kalma mücadelesi verirken, buna tezat bir şekilde bankaların neredeyse %50 oranında kârlılığını arttırıyor olması normal mi? Hadi diyelim ki bu normal, peki devletin tüm bunların arkasında bankalar ve sermaye odakları varken, millete dönmesi normal mi?
***
NOT: Tarih boyunca simyacılar maddeyi altına çevirmenin sırrını aradılar. Yüzyıllarca taşı, bakırı ve kurşunu altını çevirecek formülün peşinde didinip durdular da muvaffak olamadılar. Oysa bugün içinde bulunduğumuz çağda, plastik kartları ve hatta çeşitli elektronik dataları altına çevirecek formülü bankacılar keşfettiler. Kredi kartlarını düşünün. Başvuruyorsunuz ve adınıza meselâ 10 bin TL limitli bir kredi kartı geliyor. 10 bin TL’nin karşılığı nerede? Onun karşılığı, alan kişinin “geleceği”, onun ve çocuklarının önlerindeki onlarca yıl boyunca ödemeye mahkûm edilecekleri bir “borç sarmalı”. Yüzyıllardır peşinden koşulan sırra bugünün bankacıları erdiler. Plastiği altına çeviren sırra, kredi kartı ve benzerlerine... Hem bu devrin simyacıları daha da mahirler. Plastiği altına çevirmek kâfi mi? Değil elbet. Elimize tutuşturdukları plastik kartlardan yaptığımız alışverişler dolayısıyla alandan da satanda da ayrı ayrı kazanıyorlar. Bu yalnız bizim ülkemizde böyle değil elbet. Bütün dünyanın iktisadî buhranının çözüm bekleyen kaynağı...
***
Dönelim döviz kurundaki dalgalanmadan kimin sorumlu olduğuna... Bankacılık sektörünün döviz alışverişinde hatırı sayılır bir payı olduğunu buraya bir not edelim. Ardından Türkiye’de dış ticaretin %85’ini Tüsiad’ın elinde tuttuğunu bu nota ekleyelim. Bu nota bankacılık ve Tüsiad’ın kaymak tabakasında da aynı ailelerin olduğunu ilâve edecek olursak, işte o zaman hakikatle karşılaşırız.

Her ne kadar bizim siyasîler ve medya “dış mihraklar”, “faiz lobisi”, “yabancı kaynaklı ekonomik operasyon” diyorsa da, Türkiye’nin bugün muhatab olduğu ekonomik krizin kaynağı Tüsiad ve bu organizasyonun başını çeken ailelerdir. Bu ailelerin yönetiminde olduğu şirketlerin bilançolarına bakıldığında görüleceği gibi, en büyük gelir kaynakları “faaliyet dışı gelir” kalemidir. Yani bu şirketler üretmeden faiz, tahvil, kur ve türev vasıtalarla ellerindeki sermaye üzerinden para kazanmaktadırlar. Ayrıca bu aileler elde ettikleri kazancın büyük kısmını da yurt dışındaki hesablarında muhafaza etmektedir. Kârlı bir iş görüp yabancı ülkelerdeki iştirakleriyle bu parayı “yabancı yatırımcı” diye türlü devlet teşvikleri de almak suretiyle ülkeye getirmedikleri sürece, mevduatları yurt dışındaki hesaplarında kalır. Dolayısıyla ülkemizdeki piyasanın hacmini de baltalayanlar bunlardır. Cumhurbaşkanı’nın “kimseyi kandırmayın; sizin servetinizin kaynağı bu halktır. Senelerdir halkın parasını alıp tekrar halka satarak servet yığdınız” dediğinin ertesi günü, onun geçiş güzergâhında, Dolmabahçe’de, bombalı bir saldırıda 40 polisin şehid edilmesi sizce tesadüf mü? Bizce değil…

Kazan Artık Ölmek Zorunda
Hikmet deryası Nasreddin Hoca’nın “Kazan Öldü” fıkrasını bir kez daha hatırlayalım evvelâ.
Hoca komşusundan bir gün kazanı ödünç ister. İade ederken de hem teşekkür eder, hem içine bir bakraç koyar. Komşusu merakla bu bakracı sorunca da:
“Komşu, bizdeyken senin kazan doğurdu” der.
Komşusu bu işe pek sevinir. Aradan epey zaman geçer, Hoca yine komşusundan kazanını ödünç ister. Komşusu da sevinerek verir; fakat bu kez aradan günler, haftalar, hatta aylar geçer, kazandan ve Hoca'dan ses çıkmaz.
Nihayet bir gün komşusu konuyu açmaya karar verir:
- “Hoca bizim kazan ne oldu?” diye sorar.
Hoca da üzgün bir ifadeyle:
- “Komşu çok zaman geçti aradan, senin kazan öldü. Sana nasıl söyleyeceğimi düşünüp duruyordum.” deyince sinirlenen komşusu:
- “Hocam ne diyorsunuz? Hiç kazan ölür mü? Kazan canlı mı ki ölsün?”
Hoca:
- “Doğurduğunu kabul etmiştin, sesin çıkmamıştı, şimdi ölünce neden feryat ediyorsun" der komşusuna.
***
Türkiye Cumhuriyeti ve Batılılaşma diye meydana getirdiği “taşeron” burjuvazi, bir asra yakındır milletin cebinden kazan doğurtuyor. Kazanı veren razı, alan razı... Bakraç ise her seferinde bizim hanelerimizden eksiliyor.

15 Temmuz askerî darbesinin başarısız olmasından sonra aynı gayeye matuf bir şekilde memleketimize yönelik olarak gerçekleştirilen ekonomik darbenin arkasında Tüsiad’ı meydana getiren ailelerin olduğunu söyleye de lüzum yok herhâlde...

Kim Ne Kadar Millîymiş Görelim
Hikâyeyi geçelim... Türkiye’de senelerdir milleti sömürmek suretiyle para kazanan bu aileler, ellerinde tuttukları servetin ve şirketler de hormonlu kârlarından belli bir kısmını “normal vatandaştan” ayrı olarak devlete ödemek zorundalar. İster Cumhurbaşkanı Erdoğan, ister Başbakan ve isterse ekonomiden sorumlu kimse o, bu ailelerin temsilcileriyle masaya oturacak ve ellerindeki sermayeyi kamu yararına budamak adına diyecek ki: “kazan öldü efendiler...” Ayrıca senelerdir yurt dışına kaçırdıkları mevduatı da döviz olarak yurda geri getirecek, çaldıklarının hesabını verecekler. Bununla beraber ayrıca iktidara yakın yahut uzak, her servet sahibi ve büyük şirket belirlenen oranın üzerindeki servet ve kârının karşılığında ayrıca vergi verecek. Alınan vergi, belirlenecek “doğrudan istihdam” politikaları yoluyla vatandaşa, yani piyasaya akıtılacak. Böylelikle hem işsizlik sorunu çözülecek ve hem de tıkanan piyasa hareketlenecek. Ayrıca biz de o zaman göreceğiz bakalım, bu servet sahipleri ne kadar millîler.
***
Eğer ki direnirlerse, bu bize gösterecek ki, 15 Temmuz’da milletin canına kast eden FETÖ’cüler neyse, 90 senedir cebimize kast eden sermaye de odur ve aynı mihraklara hizmet etmektedir. Biz millet olarak artık bu topraklar üzerinde faaliyet gösteren, kazanan hain görmek istemiyoruz. Devlet, devlet olmanın icabını yerine getirecek, mal ve servetin üretim ve dağıtımındaki rolünü sermaye odaklarından geri alıp, yeniden devlet olacak. Operasyonu yapan kim olursa olsun, finansörlerin elleri ve kolları budanmadıkça, memleketimizde refah içinde yaşayamayacağımız muhakkak.

Batılı efendilerinin arkasına saklanmaya kalkarlarsa mı? O zaman da sine-i millete döner ve 15 Temmuz’da FETÖ’ye eşlik edenlerin bu hainler olduğunu söylersiniz, yeter. Devlet devlet olsun, milletimiz üzerine düşeni ivedilikle yerine getirecektir, kimsenin şüphesi olmasın.

Geçtiğimiz hafta da dediğimiz üzere; ekonomide OHAL şart. Gereği yapılmaz ve kriz derinleşirse, bunun hesabını sermaye ile beraber siyasîler de öder. Bizden söylemesi...


Baran Dergisi 525. Sayı