“Hem geçmiş zamanın hem de geleceğin çetin bilmecesine ermiş” BÜYÜK SANATKÂR’ın “ÇİLE” Şiiri’nde dile getirdiği gibi, ne yazık ki, “Bütün bir kâinat muşamba dekor/ Bütün bir insanlık yalana teslim” olmuş durumda. Modern küstahlığın kötüyü yüzlerce kez teksir ederek, terakkî ede ede vardığı nokta, maalesef bu! Artık, ahlâka dönüşmüş yalanlar bütününden ibaret bir dünyada yaşıyoruz ve gerçekliği algılayışımız tam anlamıyla kurumsallaştı. Medyanın irade ettiği şey ise, günümüzün tek gerçekliği hâline geldi. Dünyayı idâre eden piyasa-dışı güçlerin, üst katmandakilerin dünya tasavvuru; “kimsenin kendine ait bir hayatı olmasın, hiç kimse ‘mülküne’ sahip çıkamasın, hatta istediği şekilde bile ölemesin” yönünde. “Sizin düşünmenize, tasarlamanıza, ‘yapma’nıza gerek yok; sizin adınıza bizler düşünür, projelendirir ve karar veririz” diyorlar. İnsanlık ise “gönüllü köle” olduğunun ve enayi yerine konduğunun idrâkinde değil. Ne yazık ki, beyinlerimiz “toksik bilgi” illetiyle oksitlenmiş durumda ve oksijen alamıyor. Birlik olma, birlikte büyük bir dâvaya bağlanma ve ona destek verme şuurunu yitirdik. Zihinlerimiz aynı merkezlerden enforme ediliyor ve birilerinin istediği “çekim havuzları”na yönlendiriliyoruz; aynı verileri kullanıyor ve aynı görüşleri serdediyoruz. Kitle kültürü kitleleri uyuşturdu. İnsanlık, hâlini kanıksamış, kendisine çizilen hayatı kabul etmiş ve rolünü benimsemiş durumda. “Kapitalizmin gerçek yuvası” olarak isimlendirilen bölgeyi işgal edenler; mazlum halkların maddî varlıklarının denetim ve paylaşımından sonra, şimdilerde de hayâllerini, rüyalarını ve ruhlarını ele geçirme peşindeler.

Prof. Dr. Nurdoğan RİGEL, “RÜYA KÖRLEŞMESİ” (Der Yayınevi, 2000, İst.) isimli kitabında insanlığın bu trajedisine parmak basıyor. Ben de bu vesileyle, belki merakınızı celbeder sâikiyle Sayın RİGEL’in kitabından yapılmış bir iktibası dikkatlerinize sunmak istedim. Saygılarımla.

Mevlüt KOÇ

Rüya Körleşmesi
     
     Gelmiş geçmiş en büyük dâhilerden biri olan Leonardo da Vinci, “ortalama insanın görmeden baktı­ğını, duymadan dinlediğini, hissetmeden dokunduğu­nu, tad almadan yediğini, fiziki bilince erişmeden hare­ket ettiğini, koku bilincine ulaşmadan nefes aldığını ve düşünmeden konuştuğunu” söylüyor. (1)

Vinci'nin burada dile getirdiği duyusal körlüğü yaşayan insan, iç dünyası ile dış dünyadaki gerçek­liğin dengesini yitirmiş. İnsanoğlu yarı cehennem yarı dünya dekorlarından oluşan bir sahnede, tüm yanılsamaların, düşüncelerin, egemen değer yargıla­rının çöküşünü yaşıyor. (2) Elias Canetti’nin “kör­leşme” adını verdiği bu dönüşüm, insanoğlunun duyularını dumura uğratarak, bazen kendi yarattığı, bazen de kendisi için yaratılan bir sanal gerçekliğin içinde kayboluşunu gösterir.

İç iletişimini yitirmiş, ruhunu besleyen duy­gulara yönelik algılamanın kapısını kilitlemiş insan, dış dünya gerçekliğinin aşırı ve yapay ışığının yarattığı körleşmeyi önce rüyalarla yaşıyor. Dış dün­yadan gelen, büyük bir yüzdesi tasarımlanmış iletilerden oluşan iletişim sağanağı altındaki günümüz insanı, iç iletişimini besleyen rüyalarından da koptuğunda, yaratıcılığını, üretkenliğini de yavaş yavaş yitiriyor.

“British Columbia Üniversitesi’nde 1960’ların başlarında gerçekleştirilen bir çalışmada, öğrenciler psikoloji derslerinde rüyalarını incelemişler. İlk derslerde rüya görmeyen öğrenciler varken, yıl sonuna doğru rüyalarını anlatanların sayısı birkaç kişiden tüm sınıfa yükselmiş. Psikometrik testlerde de self imaj (kişinin zihninde kendisi için oluşturduğu görüntü) gelişmiş, notları yükselmiş, akademik performansları artmış. Öğrencilerin hem kendileriyle ilgili ifadeleri, hem de yaratıcı ifadeleri büyük oranda ilerleme kaydetmiş. Araştırmada, rüya görmeye verilen önemin artmasının kişinin genel durumunu iyileştirdiği ve yaratıcılığını artırdığı sonucuna varılmış.” (3)

Ruh bilimciler ise rüyaları geçmişin ve bilinçaltının bir tortusu, sağıltımı olarak ele alıyorlar. (Freud, Adler, Jung) Rüyaların önemi konusunda en iyi bilinen görüş, Sigmund Freud’un geliştirdiği psikanalizci rüya kuramıdır. Freud’a göre, rüyada görülen olaylar, bilinçdışı arzuların örtülü olarak dışa vurumundan başka bir şey değildir. Sıklıkla cinsellikle ilgili yasaklanmış dürtüleri simgeleyen bu arzular, normal olarak bilincin dışında tutulur, bastırılır. Uyku sırasında bastırmanın gücü azaldığından, arzular serbestçe dışa vurulursa da, rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede, uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır. Psikanalizde de rüyalar yorumlanarak bilinç dışının incelenmesine önem verilir. Rüyaları basınç altındaki ruhun sağaltım mekanizması olarak gören Freud, bu sistemi şöyle açıklıyor: “Rüya bizi uykumuzu bozmak için ziyaret etmez. Aksine, onu korumak için gelir. Onun varolmayanı gösteren hayalleri sayesinde basınç altındaki ruh gerilimleri boşalır. Böylece, sabahleyin dinçleşmiş olan vücut, boğulan bir ruh yerine, temizlenmiş ve hafiflemiş bir ruh bulur.” (4)

Freud’u izleyenlerden Alfred Adler, rüyaların geçmişten çok geleceğin planlanmasına yardımcı olma işlevini üstlendiğini iddia eder. Adler’e göre rüyalar, aynı zamanda geleceğini kendisine güvenlik verecek bir amaca doğru yöneltmeye, tasarlamaya, planlamaya çalışan bir organizmanın faaliyetidir. (5) Adler, rüyaları “dün” ile “yarın” arasında bir köprü olarak görür. “Bir insanın genellikle hayata karşı takındığı tavrı bilirsek, şimdi ile sonra arasında ne şekilde köprü kurduğundan haberimiz olursa, rüyalarını anlayabiliriz; bu noktadan geçerli bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Başka bir deyişle, tüm rüyaların temelinde, hayata karşı takınılmış genel tavrın bulunduğunu söyleyebiliriz.” (6)

Rüyalarla ilgili en geniş kapsamlı araştırmaları gerçekleştiren Carl Gustav Jung'a göre, rüyalardaki simge ve semboller tek başına incelendiğinde, her kişi için özel anlamlar taşıdıkları, kişinin kendini rüyaları aracılığıyla bu simge ve sembollere yansıttığı ortaya çıkar. Jung, simgesel, doyumsal görünümler, düşünceler, yargılar, kavramlar, zorlamalar ve eğilimlerin bilinçaltına itildiğini, rüyalarla da bilinçaltı etkinliklerinin gün ışığına çıktığını belirtiyor. Jung, ayrıca rüyaları, fizyolojik belirtiler olarak kabul ediyor ve bir ruhbilimci yaklaşımıyla, rüyaların ruhsal hastalıkların tanımı için gerekli bir veri olarak kullanıldığını söylüyor. (7)

Dış dünyadan gelen güdüleyici mesajlarla sarılmış bir insanın, iç tepisel olarak rüyalarına dönüş yapması doğaldır. Ancak bir gün içinde medyaya ayrılan zaman dilimindeki artış, bir ölçüde de, uyku saatinin azalması anlamına geliyor. Beş safhadan oluşan ve REM safhasında görülen rüyaların hatırlandığı uyku süresinde, her 90 dakikada bir 10 dakika sadece REM dönemi olarak geçiyor. Uykudaki REM safhaları azaldıkça, kişinin rüyalarını hatırlama oranı da düşer. Medyaya verdiği zamanları, kendi seçimiymiş gibi farkına varmadan rüyalarından çalan günümüz insanı, aynı zamanda bir “rüya körleşmesi” sürecine giriyor. Sabahları rüya görmeden uyananların sayısı artıyor. Çünkü REM sayısı azaldıkça, rüya görerek, ruhunu dinçleştirmiş, tazelemiş olanların sayısı da azalıyor.

Kısa bir süre de olsa dünyayı gören, ancak daha sonra görme duyusunu herhangi bir nedenle yitirenlerin bir süre daha rüya görmeyi sürdürdükleri bilinir. “Ancak bu kişiler gün gelir (tıp da neden, nasıl bilmiyor) rüya göremez olurlar. Rüyalar körleri yavaş yavaş terk eder. Önceleri son günlerde pek rüya görmedikleri bilincine varırlar, sonra giderek, rüya görmediklerini fark ederler. Her sabah bir gün öncesinden daha kötü, daha karamsar, daha yıkık uyanırlar ve anlarlar ki, artık bir daha rüya görmeyecekler. Ve beynin kıvrımlarında bütün görüntüler teker teker yok olup gider. Ebedi bir karanlık; İkinci Körlük.” (8)

Körlerin karanlık dünyalarına renk veren rüyaların yok oluşuyla yaşadıkları ikinci körlüğü, tekno-rüyaları tercih eden, görme duyusuna sahip olan, ancak sadece bakan kitle, kendi tercihi olarak yaşıyor.

British Columbia Üniversitesi’ndeki araştırmanın ortaya koyduğu şekliyle rüyalar hatırlandıkça ve üzerinde konuşuldukça kişinin iç iletişimini, yaratıcılığını, dolayısıyla zekâsıyla, ruhuyla görmesini sağlıyor. Fakat günlük yaşam rutini içindeki insanın ne rüya görmeye ne de hakkında konuşmaya vakti var.

“Doktora tezleri için Konya köylerinde dolaşan Kaliforniyalı bir çift, köylülerle konuşarak rüyalarını toplamışlar. Michigan Üniversitesi Çağdaş Sanat ve Antropoloji Bölümü dünya çapında bir rüya arşivi geliştirmek için çeşitli ülkelerden seçtikleri köylerde ilk çalışmalarına başlamışlar. ABD’de üniversiteler hangi araştırma için kimden ne kadar para aldıklarını bildirmek zorundalar. Böylece rüya projesini destekleyenler arasında Microsoft, IBM, Warner Brothers, Disney, Sony ve Benetton’un olduğu biliniyor. Bu firmalar yoksul halkların rüyalarını toplamak için milyarlar harcıyor. Arşivde şimdiye kadar bir milyona yakın rüya birikmiş. Rüya başına 100 dolar civarında telif ücreti ödeniyor. Projenin arkasında dünyanın sayılı çok uluslu şirketlerinin varlığı yeni bir sanayiinin kurulmakta olduğunun habercisi mi?” (9)

Gündüz Vassafın bir Amerikan gazetesindeki habere dayanarak verdiği bu bilgi, çok uluslu şirketlerin milyarları için Üçüncü Dünya ülkelerini kullanmaları açısından oldukça düşündürücü. Ya gelişmişlik düzeyi arttıkça yaşanan rüya körleşmesini önlemek için daha yapacakları çok şey, gidecekleri çok yolları olan Üçüncü Dünya ülkelerinin insanlarının yoksulluktan doğabilecek bilinçaltı yaratıcılıklarını sömürüyorlar ya da önce rüyalarını satın alıp sonra da ruhlarını ele geçirecekler. Çünkü buna benzer bir işlem Vietnam’da bir kez yaşanmış. “Önce iyi Vietnamca bilen ABD’li akademisyenler köyleri dolaşıp destanları, efsanevi kahramanlarını, uğur ve uğursuzluk simgelerini mitolojik korkularını araştırırlar. Sonra Pentagon bu verileri psikolojik savaş aracı olarak kullanır. Köylülerin moralini çökertmek için gece karanlığında helikopterlerle yapılan akınlarda semalardan mitolojik tanrılar ve efsanevi yaratıkları köylülere seslenir. Savaşın uğursuzluk getireceğini, toprağın bereketini alacağını, daha büyük felaketlere neden olacağını söyler.” (10)

Tüm bu veriler ışığında rüyalarımızı korumalıyız.

Rüyasızlaştırılarak yaratılan körlüğe düşmemek, yaratıcılığımızı yitirmemek gün içinde otomatiğe bağlanmış alışkanlıklar ya da mekanik davranışlarla geçen yaşamı renklendirecek rüyalar için medyadan değil beynimizin sınırsız gücünden yararlanmalıyız. Doğal kaynaklarını sömürgelere teslim eden az gelişmiş ülkeler, şimdi de rüya kaynakları için aynı hatayı yapıyorlar. Biz ise sadece Batı formatlı tekno-rüyalarla kendi dünyamızın merkezini şaşırıyoruz.

 

Dipnotlar

1- Tony Buzan, Raymond Keene, Delari’ın El Kitabı, s.36, Sabah Yayınları, İstanbul, 1996.

2- Elias Canetti, Körleşme, Payel Yayınları, İstanbul, 1984.

3- Buzan, Keene, a.g.e., s.29.

4- Stefan Zweig, Sigmund Freud: Cinselliğin Yeryüzü, s. 69, Broy Yayınları, İstanbul, 1991.

5- Alfred Adler, İnsan Tabiatını Tanıma, s. 167, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1994.

6- Adler, a.g.e., s. 228.

7- Carl Gustav Jung, Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, ss. 163-184, Say Yayınları, İstanbul, 1994.

8- Gündüz Vassaf, Cennetin Dibi, ss. 194-196, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996.

9- Vassaf, a.g.e., ss. 201-202

10-Vassaf, a.g.e., s. 201.


Baran Dergisi 430. sayı