Türk Sineması’ndaki komedi filmlerinin bolluğu malum... Bazı istisnalarını saymaz isek, maalesef çoğunun ana teması, yani, mevzuunu oluşturan esas saikler adî, süfli olmakla kalmayıp, rezaletin daniskasına ödül verilse, her birinden hangisine birinciliği vermek için şaşa kalacağınız bir vaziyetteler. Şu edebî izahı bir kenara bırakarak söylersem, hepsi tamamiyle iğrenç ve hatta ötesi...

Gülmek ruhî bir faaliyet ve Bergson’a göre “insanı hayvandan ayıran” bir aksiyon... İşte, işin bu tarafından, yani “gülme”nin esasen tamamen ruhi bir faaliyet oluşuna nazaran söylersek, şahsiyet’in “ızdırab” ile mezcolunmuşluğu, bize, gülmenin, komiğin trajik tarafından pek çok haberler verir... Evet, doludizgin atılan, her biri birbirinden daha ağır olan, belki de bu sebeble “pirzola”ya benzetilen kahkahalar insana nasıl ağırlık vermekteyse, gülmenin esas tarafları da bilakis tam zıddıyla bir hafiflik vermektedir; vermektedir, çünkü büsbütün bu âlemin bütün hikâyesinin ana mevzuu düz akılla anlaşılmayacak bir “komik”i, espriyi, latifeyi barındırmaktadır ve her şeyde olduğu gibi, bir şey, her ne olursa olsun, aslına nisbetle değerlenir, ona nazaran yeri tayin edilir... Bu bakımdan komediyi, komiği çerçeveleyen sınırlar, esasen insanın bu âlemdeki trajik halinin, dramatik yapısının sınırlarından farklı bir yerde değil, hatta iç içedir; işte, bu birbirlerine mezcolmuş halleri ayırıp arta kalanından ne çıkar diye bir tecrübeye gidilseydi, bana kalırsa bu neticenin en iyi misallerini ancak Türk Sineması’nın bahsettiğim tarzdaki filmlerinde bulabilirdik ki, vakıa hâlinde varlar! Fakat yine de, işte bu bakımdan, yani böylesi bir tecrübeye gerek kalmadan ve herhalde “aşağılaşacaksak dibini bulalım” denilerek yapılmış bu filmlerin birçoğunu ben pek başarılı bulmaktayım; en azından, bir komedi filminin ne ve nasıl olmadığını anlamak bakımından haricen bir çalışma yapmaya gerek kalmamış gibi gözüküyor...

“Yanlışı bu ise, doğrusu nedir?” diye bir sual de hatıra gelebilir; çapımız yettiğince bunu da cevaplamaya çalışalım. Türk Sineması’ndan misâl vererek devam edersek; şahsen benim bildiğim üç yönetmenin -birisi daha farklı mânâda, onu izâh edeceğim- filmlerinin ana mevzuu biraz evvel bahsettiğim tarzdaki komiğin, yani esas tarafıyla insanın hayat karşısındaki trajik vaziyetini, bu vaziyet esnasındaki değerler silsilelerine karşı tutumlarıyla alakalıdır ki, filmlerinin sahnelerinin çoğu ilk bakışta komik vaziyetleri gösteriyor gibi olsa da, esas vazetmek istedikleri unsurlar pek ciddi hususlardır. İşte bu bakımdan, yani komiğin sululuk değil de esasen ciddiyetle alakalı bir mesele olduğunu bize aktarmalarından ötürü bu üç yönetmenin filmleri kayda değer dersler vermektedir. Yılmaz Erdoğan, Onur Ünlü ve Nuri Bilge Ceylan... “Birisi daha farklı mânâ da” demiştim; Nuri Bilge Ceylan, diğer iki yönetmenin aksine komedi filmi çekmemiş olsa da, yukarıda bahsettiğim taraflarıyla düşünürsek, onun filmleri de bir bakıma -hatta bana kalırsa ağırlıklı olarak- komiğin birçok tonunu fevkalade bir biçimde barındırmaktadır! Şimdi söylediklerim tuhaf gibi gözüküyor olduğundan misallendirelim ki, neyi kasttetiğimizin izâhı belirsin...

Tamamiyle kesif, kasvetli, trajik biçimlerle dolu olan Bir Zamanlar Anadolu’daki bazı sahneler kastettiğim tarafları barındırmaktadır; mesela, maktul bulunmuş, başında ön otopsi yapılırken geçen konuşmalar; aynı esnada tarladan kavun toplayan polis; bir aktör olarak bu filmde rol alan Yılmaz Erdoğan’ın çoğu yerdeki tavır ve konuşmaları... Uzatmayalım, buna benzer bir çok misal verebilirim; buradaki esas mesele, olabildiğince trajik ve sahnesi esasen dramatik olan bu filmin içinde bulunan bahsettiğim “komik” taraflar, diğer taraftan daha önce bahsettiğim “komik-trajik” katışmasını pek iyi izah etmektedir; çünkü, bize hayatın ta kendisini anlatmaya çalışan yönetmen ister-istemez işin bu tarafını da görecek, onu ihmal etmeyecekti...

Hakeza, Kış Uykusu isimli filmde Ceylan, bahsettiğim tarzdaki komik unsurları ihmâl etmemiştir; onun komiği, diğer iki yönetmen gibi, komiğin esas tarafına nazaran ele alınan, yani hayatın, tek neşesi ızdırab olan ruhun içine bir tende hapsolduğu hayatın akışlarındadır...

Haddi zatında büyük yönetmenlerin hiçbirisi “komik”i, bahsettiğimiz taraflarıyla varolan komiği ihmâl etmemiştir. Bu işin modern çağdaki piri Şarlo’yu biliyoruz; hatta bilen, bilmeyen, oradan buradan okuyup onun komiğinin ruhi alametlerinden de dem vurmaktadır. Ben, bir şeyi bir yerden duyup da onun üzerinden lüpçülük yapılmasından hazzetmediğim için, Batı’dan pek beğendiğim ve şuraya kadar yazdıklarımı destekler tarzda gördüğüm bir misâli vereyim de, hem yeni bir şeyden bahsetmiş olalım ve hem de aramadan, bilmeden, kısacası hiçbir zahmet çekmeden başkasının fikirleriyle edebiyat dünyasının gerdeğinde dolaşanlara, kendi fikirlerini bulmaları için de bir misal olsun...

Komik ile trajik esasen nasıl iç içedir, merak edenler, Martin Scorsese’nin 1983 tarihli The King of Comedy isimli filmini seyretmelidirler. Başrolünü Robert De Niro’nun -herkesçe bilinenin aksine, aktörlüğünün esasen zirvesi denilecek bir performansı işte bu filmde gerçekleştirmiştir- oynadığı bu film, Rupert Pupkin isimli karakterin şahsiyeti, şahsiyetsizliği; yani kendisi olmakla başkası olmak arasında arasında çırpınan birisinin trajik hâlini nefis bir şekilde sergilemiştir. Bir başka ifâde ile kendi olamayıp başkası olmaya çalışanların komik halinin trajik neticesinin ne olduğunu seyretmek isteyenler, en azından, bunu bir kez de filmde görmek isteyenler kaçırmasın, seyretsin! İnsan olana pek çok dersler barındıran bu filmin birçok karesindeki harika anlatımlar bir yana, şu sahne ne de muhteşemdir: (Bir komedyen olmaya heves eden) Pupkin, gittiği ve defalarca kabul edilmediği bir bekleme salonunda şöyle der: “o kadar çok bekledim ki, artık niye beklediğimi hatırlamıyorum”

Baran Dergisi 625. Sayı