29 Kasım 2014 kendine mahsus özellikleri ile tarihî bir gün ve etkileri/sonuçları zamanla kendini gösterecek olan büyük bir zuhurdu. Büyük buluşma öncesi vakit geçmek bilmezken Haliç Kongre merkezinin önü, arkası, ötesi berisi her tarafı, ‘kongre’ ve ‘fikretmek-tefekkür’ mânâsına uygun bir telaş, heyecan, tanışma ve buluşma ile yoğruluyordu. Kars, Edirne, Trabzon, Konya, Düzce, İzmir, Malatya vs. Anadolu’nun dört bir tarafından binlerce insan, herbiri gönülleri ve bedenleri ile akıp gelmişti bu buluşmaya. Mesele belli idi; sevgili olanı görmek, ona hasreti gidermek; hamasi nutuklar değil, kuru boş heyecanlar değil, bir fikir çilekeşinin fikir ızdırabına, damıttığı fikirleri damlalar halinde kuru idraklere ikram edişine şahit olmak; yolları kendilerine yakın ederek yola düşenler bu gaye ve aşkla oradaydılar. Sadece konferansın verildiği salon değil kongre merkezinin salona açılan bütün koridorları, merdiven boşlukları, dinlenme ve balkonvâri geçiş yerleri, dışarıda ön paneller her taraf hınca hınç dolu idi. Geldiği halde yer bulamayıp, hani hiç olmazsa ev-cafe bir  yer bulalım canlı yayından takip edelim ümidiyle aceleyle geri dönenler de salonları dolduranlar kadar vardı. Ve yurdun dört bir tarafından gelemeyip üzüntülerini bildirenler, gelmeyi arzu ettikleri halde araç ve imkân bulamayanlar; velhâsıl Kumandan’ın düşmanlarının bile teslim ettiği husustur ki, İbda Mimarına muhteşem bir teveccüh ve ilgi vardı.
Kumandanın avukatlarından Hasan Ölçer Bey’in takdim faslı ve ardından Salih Mirzabeyoğlu konulu ve oldukça profesyonel hazırlandığı belli olan sunuma geçilmesi ile birlikte sahnede Salih Mirzabeyoğlu’nun TARİH’ini görenler gözyaşlarını tutamadıkları gibi, büyük bir heyecan ve hayranlıkla kendi dünyalarında nefs muhasebesine giriştiler; NEREDEN NEREYE!..
Ve sürprizler… Nelerin nelere gebe olduğu ve kendinden zuhur diyalektiğinin nasıl ve ne şekil işlediği malumken neleri doğuracağı meçhul bir oluş-zuhur ediş. “Ben yaptım, oldu” değil, kendinden zuhur şartları oluştu, o şey oldu. Ve hiçbir oluş-yaratılış OL emrinin dışında değil. Sürprize geçelim; “Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’nde vereceği ‘Adalet Mutlak’a’ başlıklı konferans başlamadan önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Haliç Kongre Merkezi’ne gelerek Mirzabeyoğlu ile görüştü ve çeşitli konularda fikir alışverişinde bulundu.”
Ve fikir ziyafeti, beklenen ân geldi. İbda Mimarı’nın adının anons edilmesiyle, sahnede ve salonda olağan üstü bir edep ve sükûnet hali, ardından salondan taşan samimi zevk hâli; Yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu. Kuru bir deyiş değil, dua yerinde ve gaye hikmetinde bir slogan; Yaşasın Şeriat mânâsına, Yaşasın Büyük Doğu mânâsına, Yaşasın İbda mânâsına, Yaşasın Mücadelemiz mânâsına, İşkenceye hayır - Zulme hayır, Emperyalizme Hayır - Siyonizme Hayır mânâsına. Bu mânâlar çerçevesinde yükselen aşk hâli ve hasret duyguları içerisinde Kumandan Mirzabeyoğlu kendisine ayrılan yere buyur edildi. Fikirde derin ve gerçek mü’min’in konuşmasına şahit olanlar, daha ilk cümlede Mütefekkir'in kendilerini ‘resmi bir konferans ve konuşmacı’ hüviyeti ile değil, daha çok büyük bir evde karşılıklı sohbet edalı bir muhabbete davet eden selamla yakınlık göstermesi karşısında farklı bir “âleme” geçeceklerini anladılar. Nihayetinde konuşmasının daha başlarında İmam-ı Azam’ın ‘söz kalpten gelince ancak kalbe tesir eder’ ifadesine vurgu yapması ve bunu yaşayarak göstermeye çalışması konferansta nasıl bir bağ ve köprü oluştuğunu yahut mimarı tarafından oluşturulmaya gayret edildiğini göstermesi bakımından mühimdir.
 “Bismillah” ve ardından ilk sözleri; “Dostlar, sevenler, tanışıklar, heyecan edip gelenler, tabii ki sevmeyenler de bu buluşmada olabilir. Fakat her biri bizzat rızasıyla burada yer alıyor ki, bu da buluşmayı asgari müşterek olarak kabul etmemizi sağlıyor.” Bu ilk sözler ardından kalplerdeki heyecan tatlı bir muhabbete ve güvenilir bir ‘SEFİNE’ de samimi yolculuğa döndü.
Mütefekkirin konferans-sohbete yansıyan üslubunun işaretleri “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserinde üst başlık halinde “… Böyle daldan dala tedâilerle / -Ahenk helezonu daralan boynuz- / Döllenir kelimeler kelimelerle / Sûra üflenmeden önce soyumuz” şiirini yaşatan konferans-sohbet iklimi…
Kelimeler, meseleler ve tedaileri. Fikir Sultanı ‘Abdulhâkim Koltuğu’nda… Teklifler, tedbirler, tenkidler ve her biri kendi mecrasında mücerred fikir damlaları… Şiddetli telegram saldırıları ve tacizleri altında incitilen bir bedenden incitmeyen bir yüreğin, durdurulamayan bir dehânın dile gelişi. O diyor ; “Farkındasınız belki dilim çatallaşıyor konuşurken. Normal olarak bu kalabalığı görünce heyecanlanmamak mümkün değil ama beni özellikle telegramcılar incitiyor. Sizin karşınızda yarım yamalak konuşur yapma çabasında. Buraya gelirken de burada bunları söyleyip söyleyemeyeceğimi çok tarttı. Size bu konuyu söylemiş ve havale etmiş oluyorum.”
Gecenin ikinci sürprizi de bu arada yaşandı; Çakal Carlos namıyla meşhur büyük Filistin Mücahidi ve dünya çapında değerli bir siyaset ve aksiyon adamı Salim Muhammed, müebbed hapse mahkûm olduğu Fransa'daki Poissy Cezaevi'nden Baran Dergisi'nde 8 yıldır devam ettiği yazıları ile ilgili mutad konuşmasını yapmak üzere Kumandan'ın avukatlarından Güven Yılmaz’ı aradı. Telefon kendisine verilen Kumandan’ın samimi iltifatları ve Carlos’un muhabbet ve sadakat dolu sesleri salonu doldurdu. Mirzabeyoğlu, Ramirez Sanchez’e (Salim Muhammed-Çakal Carlos) “Sen hayatı lüzumsuz geçmeyen insanlardan birisin. Hala Filistin davasının hapiste de olsa seslendiricisisin. Gönüldaşlık bağı içinde senin de kurtulmanı diliyorum. İçerde de dışarıda da olsan yürekli adam bir devrin gurur kaynağın yürekli adam bunu unutma” şeklinde hitap etti.
Bir fikir sofrasında, bir ziyafet sofrasında idik, kuş sütü dâhil herkese her şey vardı. Bitmeyen bir özlem, doymak bilmeyen bakış ve dimağ; öyle ki, her bir ruh onun hasreti ile kavrulmakta. Ve bana ne diyecek diye bakmakta. Bana ne diyecek; “Hangi fikirde olursanız olun, bendeki sen ve sendeki ben meselesinde bir nispet sahibi olunuz.” Anlayan aldı cevabını.
Ve yine O diyor; “Sadece insana dayanan düşünce putperest düşüncedir. Putun mânâsını iyi anlayalım.” Tefekkür bahsiyle alakalı ve yine bütün beşerî sitemleri, salt aklı önceleyen, salt maddeci girişimleri yücelten, salt liberal yahut sosyalist literatürle ‘ruhçuluğu’ devre dışı bırakmaya gayret eden ve son olarak insanı merkeze aldığı iddiası ile zuhur eden ‘hümanizm’ şaklabanlığını mânâlandıran mührü basıyor: PUT. Ancak bunu derken ucuz bir kolaycılıkla söyleyip kaçmıyor, her fikri meydana çağırıyor; konuşmaya, kendisini ifade etmeye çağırıyor. Dünyanın içine düştüğü çıkmazdan kurtuluş yolunun sürülecek izini, varılacak adresini veriyor. ‘Fikir konuşmak’ ve “kavganın bittiği yerde lafın da bittiğini” dile getirirken “sana yapılan haksızlıkları söyleyebilirsin ama bunları söylemek seni haklı çıkarmıyor.”, “Düşüncesini reel hâline getirmek isteyenler kendi mutlaklarını ortaya koysunlar.” diye de eklemeyi ihmal etmiyor. Ve zamânâ mahsus kumandanlık ve tefekkür hakkı olarak adres belirtişi; “Fikirde aslan payı bizdedir, çünkü biz Müslümanız.”, “Bütün dünyaya sunulabilir bir ideolocyan yoksa; senin fikir haysiyetin yok demektir.”
Dinleyiciler onun zarif ve samimi üslubu ve ‘anlatabiliyor muyum’ tarzı yoklamaları ile kendilerini karşılıklı bir sohbetin içerisinde hissediyorlar. Bu hissediş bakışlara yansıdığı gibi ufaktan ufağa dile de yansıyor. NAKŞİ sırrı çerçevesinde gelişen edebin güzel numuneleri halinde “evet” anlamında göz göze gelmeler, onay işaretleri ve seslerini yükseltmeden ‘devam’ türü kelimelerin söylenişi… Mecnun’un gözlerini Leyla’dan alamayışı gibi binlerce kişinin gözleri ve kalbi ona dönük ona açık. Acaba ne diyecek, ne yapacak? Aşık olmayan ne anlar maşukun halinden.
Ve açıldıkça açılan idrakler ve hazır olunca zuhur eden fikirler. “Allah’ın sırrı insan, peki insanın sırrı”. Tüm davası Allah’ın davası ve O’nun sırları peşinde koşmak olan keşif sahibi için ne kutlu mâna ve işaretler var. Allah kendi sırlarını her kula açıcı değil ve dilediğine dilediğini vermekte hür; İstidraç ve keramet bahsi. O diyor ‘Keramet hak, istidraç sahte keramet’. “Hz. Musa Kıssa’sı ve Musa’nın elindeki asanın ejderhaya dönerek büyücülerin yılanlarını ve diğer kurgularını yutuşu. Bu esnada Hz. Musa’nın irkilişi ve bunun Firavun tarafından fark edilip- hissedilip ‘bu gerçekleşen hadisenin Hz. Musa’dan değil ancak Allah’tan olabileceğine kanaat edişi” konferansta anlatılan ve kuru bir ifadeye mahkûm edilmeden içten dışa yansıyan hakikatin ve ‘hayret’ makamında seyredilmesi gereken o ulvi oluşun ipuçlarını mânâlandırıyor. Ve kelimeler, daldan dala tedailerle meseleler.
O diyor; “Bir ara herkes AB’ye karşıydı. Bir rüzgâr esti, ne oldu anlamadık, şimdi herkes AB’nin güzelliği üzerinden başlıyor konuşmaya. Şimdi biz üniter olduk ama Amerika üniter devlet değil.” Mevcut siyasilere nereden gelip nereye gittiklerini gösteren bir hatırlatma. Ancak bununla yetinmiyor Mirzabeyoğlu, Ecevit’i ve Ecevit solculuğunu hatırlatarak günümüz İslamcılarına da gerekli mesajı veriyor yahut biz öyle anlıyoruz. O diyor; “Ecevit, 'Anahtarı çevirdikten sonra kapı açılacak olduktan sonra şiddete lüzum yok' diyor. Bu, doğru bir laf ama anahtarı çevirip içeriye girdikten sonra içeriye ne döşeyeceğini bilmiyorsun. Orada iktidara gelmen sonun oldu ve bütün solun emeğini kendine bağlamış olarak kendinle birlikte solu da gömmüş oldun. Ecevit'in o devrimci olduğu zamanda bile ben Ecevit'le ölçmedim devrimciliği.” Mevcut iktidara zarif ve ince bir gönderme; sakın ECEVİTLEŞME.
O diyor; “Beni Kürt meselesinden ziyade, 'Kürdün meselesi ne olmalı?' ilgilendiriyor. Ben bu soruyu sorduğum anda Türklere de diyorum ki 'Beni Türklerin ne olması gerektiği ilgilendiriyor”. Neyi murad ediyorsun?” Dert meselesi; ırkçı, kavmiyetçi, yabancı ideolojiler içerisinde hayat bulan ve bununla kurtulacağını zanneden tüm kesime ülkücü, MTTB ve yurtsever” sesleniyor; MESELEN NE?
Bu çerçevede “İdeolojisi olmayan veya yanlış olan bütün hareketlerin sonunda yokluğa mahkûm” olduğunu belirten Mütefekkir şöyle devam ediyor; “ Demokrasiyi bir amaç ediniyor. Cahiliye döneminde birileri isteklerini nasıl tanrı ediniyorlarsa, şimdi de demokrasi adına hegemon güçlerin isteklerini tanrılaştırıyorlar. Adam demokrasi getirmek için, günlerce uçaklarla insanları bombalıyor. Demokrasi demek hegemonların isteklerini kabul etmek demek. Bunu kabul etmezsen silahla kabul ettiriyorlar. Eğer Ortadoğu şekillendirilecekse bu şekillendirme ancak Anadolu’dan yapılır.” Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde açık ve net bunu bir kez daha belirtiyor hem de duyması gerekenlere en net ifadeyle ilan ederek; “Yeni dünya düzeni kurulacaksa, biz de ‘buradan başlasın’ diyoruz.”
Salon hınca hınç dolu olmasına ve salon dışındaki mermer ve merdiven boşluklarında binlerce insan saatlerce oturmasına rağmen tek bir bıkkınlık belirtisi yok ve her daim dudaklardan dökülen “devam et” sözleri. Kimse kalkıp gidici değil. Kumandan açıldıkça açılıyor. Damlalar ırmağa, ırmaklar denize dönüyor. Allah aşıklarının kapıları çalınıyor; İmam-ı Azam’dan İmam-ı Rabbani’ye, Muhyiddin İbni Arabi’den İmam-ı Gazali’ye, Hegel’den Bergson’a her mevzu yerinde ve zemininde münasipçe ve münasip olduğu kadar ikrâm ediliyor genç dimağlara. Genç dimağlara diyorum çünkü gelenlerin büyük bir çoğunluğu genç. Ve gençlere sesleniyor Kumandan Mirzabeyoğlu;“Gençlere sesleniyorum; Maya tutturmaya baksınlar ve genç kalsınlar.”
Sol kesime hakkını teslim ediyor; “biz” diyor “antiemperyalistliği onlardan öğrendik” ve Türk Solu içinde bir müddet bulunduktan sonra “İslam’a dönen” bazı kimseler var ki, cebi boş geliyor mealinde ifadelerden sonra Roger Graudy’nin cebi dolu geldiğini söylüyor. Ve biz burada da yine dersimizi alıyoruz; cebimiz boşsa hiçbir kıymetimizin olmadığını. Fikir ve aksiyonda dava sahibi olmak yahut bunun iddiasında bulunmak, daha basiti bu manâda bir “SAF”ta yer almak için asgari miktarda bile olsa cebinde bir şeyler olmalı ve insanda fikir cebini doldurma gayret ve iştiyakı bulunmalı. Yoksa fikir karşısında kıymetin koca bir HİÇ.
"Yaşama hakkı" diye bir şey olmadığını, aslında dünyaya yaşama göreviyle gelindiğini, yaşama hakkının bu görevden doğduğunu söylediği yerler ise vazifelendirme şuuru çerçevesinde yapılması gerekeni gösteren müthiş dava... Dava için ölmek değil DAVAYI YAŞAMA VE YAŞATMAK; ha bunu yaparken ölmüşsün o ayrı dava. Ama asıl iş DAVAYI YAŞAMA VE YAŞATMA.
Ve dil meselesi; “Her toplumun hafızası, lügatinde topludur. Herkes kendi dilini hakikaten, sahici olarak izah edebilse millet, birbirini zenginleştirir. Bugün biz; Amerika’dan, Avrupa’dan, şuradan ya da buradan kelime alıyoruz. Bu, ihtiyaçtan dolayı değil mi? Kelimeleri edebiyatla temellendirmeliyiz.”
Fütuhî hikmet, kendinden zuhur meselesi ve Haliç Kongre Merkezi'nin tevafuken sırları... Bu ise ehline mahsus ve ancak O ağızdan duyulunca mânâsı kavranacak soydan.
Ve hareketsizliğini ahmaklığına bağlaması gereken ucuz soydan adamlara kapaklık cevap; “Silahlar sustuğu zaman ne konuşacağız demiştim ya, buna dair bir misal vereyim. Cevat Rıfat Atilhan, bizim kuşak iyi tanır onu ama gençleri bilmiyorum. Yahudilik ve Masonluk bahsinde çok eser vermiştir ve bu işinde biraz alınması bakımından suyu çıkmıştır. Onun üstüne duracağım. Onun Yahudilik üzerine kitapları halkta öyle bir hale döndü ki uyuz ilacı gibi oldu kitapları. ‘Onu yapma sakın masonların oyunudur’, ‘Aman bunu yapma masonların oyunudur’… Ama çok sonra bizim Üstad ile olan beraberliğimiz sırasında ben bir takım şeyleri Üstad'a söylerken bunu da araya sıkıştırdım. Üstadım o Mason oyunudur, bu Yahudi oyunudur. İş öyle bir hale geldi ki acaba kimse bir şey yapmasın diye bunları da mı Yahudi yayıyor”
Ve konuşmasının bir yerinden ince bir vazifelendirme ve şuur vurgusu;
Konferans dinleyenler gidici değil, besbelli ki İrfan Sultanın çektiği fikir ziyafetine doymak bilmiyorlar. Birkaç kalkma denemesi sonrasında artık dayanamıyor ve kalkıyor. Çünkü meseleler meseleleri açıyor, kelimeler kelimeleri tedâi ettiriyor. Ve karşıda koca bir deha ve devasa “yediğini bünyeleştirmiş bir kütübhane” var. Ve konuşmasının bir yerinde açıklaması kitaplık çapta olması gereken hikmet; “Akıl kadar rûyâ da, hayâl de bir hakîkattir.” Şuur seviyesinin her değişiminde hakîkatin seviyesi de değişir.(..) İzâfî mi 'mutlak'a bağlanır, mutlak mı izâfî'ye? Gayet tabiî izâfî mutlak olana bağlanır.”
O konuşmasının başında bir televizyon muhabirinin kendisiyle ilgili yazdığı haberi okumuştu, biz ise yazımızı onunla bitirelim “Salih Mirzabeyoğlu, ezber bozar ama bunu sadece ezber bozmak için değil, insan ve toplum meseleleriyle ilgili bir dünya görüşü sunar. Sanıyorum ki bu, bilhassa rahatsız edici olandır” diye konuştu.
Evet, KUMANDAN ANADOLU’YU SEVİNDİRİRKEN, ANADOLU HALKININ DÜŞMANLARINI DA RAHATSIZ ETTİ. 
Baran Dergisi 412. Sayısı