Günümüzde müzik dinlemek pahalı bir iş!

Geçen yüzyılın ortalarına, hatta sonuna kadar hangi millette olursa olsun müzik dinlemek için müzisyenlere gidilir ve o an icrâ edilen müziğin ortaya çıkarttığı atmosferden pay kapılırdı. İlk bakışta sadece imkânların verdiği zorluklardan kaynaklandığı zannedilen bu mesele, aynı zorluklar ortadan kalkınca değişmedi ve müzik esas hâliyle yine aynı şekilde icrâ edilen ve o şekilde dinlenilen bir sanat dalı olarak kaldı… Hani carpe diem-ânı yaşa diye bir tâbir var ya, aynen bunun gibi o ân yakalanıyor ve o ânın zevki tadılıyor. Müzisyenin bizâtihî kendisinden dinlemekle ile bir bant kaydı arasındaki farkı kabul edenler, ikisi arasındaki espriyi fark edenler hak vereceklerdir ki, ilki müzisyenin o anki ruh hâleti içerisinden gelen ve bir daha tekrarlanması mümkün olmayan, ikincisi ise, o ânı yakalayıp boyuna tekrar etmekten başka marifeti olmayan… Eğer müzik dinleyenin maksadı o ândaki ruhî neşe, hüzün yahut daha başka hisleri tatmak ise, bu iş gerçekleştiğinde faâl olan bir kişi daha vardır ki bu bizzat dinleyicinin kendisidir ve kendisinin de içinde bulunduğu hâleti ruhiye o müziğe bir şeyler katmaktadır… Tabiî bunun hasrında olarak sanat ve sanatçının ayağına gitmek gibi bir hürmet ifâdesi de var işin içinde; bugün aynı şekilde cereyan eden konserler hâlen var ama artık bahsettiğimiz mânâda konsere giden, müzik dinlemek için illâ konser salonlarını tercih edenler de çok sayıda değiller… Bir bant kaydından dinlediği eserden sarhoşluk derecesinde tad alabilenler ile müzisyenin icrası esnasında bedenen orada olmasına mukabil hiçbir ilişki kuramayan bedbahtlar da vardır. “İllâ ki” diye bir ön şart getirmemekle birlikte, fiziğin bir anda ötesine sıçrayan bu hâdisenin oluş şartlarına şahid olmakla, olup bittikten sonra şahid olmanın arasındaki keskin farka dikkat çekiyoruz. Nitekim şahsen yaşadığım bir hâdise: Bundan beş yahut altı sene evvel bir seyahat esnasında günbatımını görebileceğimiz yüksek bir yerden otomobil ile geçerken yanımdakiler bir anda arabayı durdurup tepenin kenarından güneşin batışını fotoğraflamaya başladılar… Otomobil içerisinden gün batımını seyrederken, günbatımını o an fotoğraflayanların bu hâdiseyi makine içine hapsedip yakalarken o ânın bizzat kendisini kaçırdıklarını fark etmiştim!

“Modern” diye isimlendirdiğimiz, fakat kıstaslarını hesap etmeden neye göre modern saymamız gerektiğini belirleyemediğimiz zamanların ironisi de budur; yani, gelip, geçip, gideni bir şeylerin içine hapsetme kudretine malikken, o şeyin kendisinden mahrum olunduğunun farkında olmamanın trajedisi…

Günümüzde “müzik dinlemek” tâbiri konser salonlarına gitmeyi değil en basitinden kulaklıklarını takmış birisini hatıra getiriyorsa, bu, müzik dinleme biçiminin aşırı derecede farklılaştığını gösterir. Böyle olunca da, yani müzik ile etkileşimimizin biçimi değişince ister-istemez etrafındaki kültür de değişiyor. Yeni aletler, teknolojik gelişmeler ilk bakıldığında büyük rahatlık ve kolaylık getirmesiyle gözlerimizi araba farı görmüş tavşanlara döndürse de, getirdiği ile götürdüğü arasındaki hususlar hesab edilmeksizin hayatımıza kattığımız her yenilik, bizi yeni-ileri yerine eski-geri’den daha geriye götürme ihtimâlini de barındırır; çünkü yerinden oynatılan taşların yerine koyduğumuz taşlar artık bir daha eski beğenmediğimiz taşların vazifesini göremeyeceği gibi, aynı taşları tekrar aynı yerlere koymakla da eski neticeyi almama ihtimâli pek yüksektir. Eskilerin tecrübe ile elde edilmiş bir hayat dersinin özü hâline getirerek söylediğini zannettiğim “taşları yerinden oynatmak” tâbirini yönetici ekâbirinin memleketimizde kullanılan yenilikler etrafında hiç düşünmediğini ibretle seyrediyoruz zaten… Bu yenilik-eskilik bahsinin en katı misâllerinden birisi de Eski Yunan’da imiş ki, çalgı aletine bir tel daha ekleyene idam cezası verirlermiş. Memleketimizde müzik icra edenlerin büyük bir bölümü için telaşa mahâl yok, çünkü ortada yerinden oynatılamayacak kadar üstün nitelikte yeni eserler yok! Hatta iyileri her dâim müstesna tutarak söylersek, umûmî manzaranın keşmekeşliğini hesaba katarak “üstün” ve “nitelik” kısmını da fedâ edelim bile desek, geriye “eser”den de bir eser kalmayacağı için, ne eskisi ne Yunanı efendim, isterseniz müzik aletine diş teli takın! Komik olabileceği gibi diğer yandan trajik olan şey ise, bu diş teli atraksiyonu ile pop star yarışmalarında ilk üçe kalma talihiniz artabilir…

Mevzumuza devam edersek, bana kalırsa kuşattığı çerçeve hesap edilmeden kullanılan bir tâbir de “ânlık geçici zevkler”dir; bu dünyanın bizatihi kendisi baştanbaşa ânlık geçici bir zevk iken, içindekilerin geçiciliğinin kapsadığı saha ne kadar olabilir ki? İşte müzik bu ânlık geçici zevklerden doğrudan ruha hitap etmesi tarafıyla beraber bir anda sıyrılıyor ve kendisinin tek bir ânı yakalamaya doğru ilerlemesiyle, bu gayeye vasıtalık ettikçe ulûhiyete doğru, yani yaratıcının bir olan vasfını tasdike doğru akıyor da akıyor…

Gün geçtikçe her şey minimalize bir hâle geldi ve her bir şey kendi bütününden kopa kopa, koptuğu yerlerde bir başka bütün hâline geldi ki, bu hâl, yani teferruatların çokluğu, hepimizi birçok meselede asıl bütünün gözden epey uzak düştüğü bir mecraya sürükledi. Manzarasını kuvvetli bir şekilde tasvir edebileceğimiz bir resimden bir parça gösterilirse –bütününün fikrine sahip olduğumuz için- hemen tanırız ve “bilme” dediğimiz tanışıklık gerçekleşir! Peki ya hiç bilmediğimiz bir resimden manzara gösterilirse? Bildiğimiz iyi bir bütünün parçası bizde nasıl hoşluk meydana getirebiliyorsa, düşünelim o hâlde, bilmediğimiz kötü bir bütünün parçasının üzerimizdeki etkisinin ne olduğunu nereden bileceğiz ki? Netice de onun ne olduğunu bilmiyoruz! Yani kötü bir şeyin etkisinin üzerimizde hâsıl ettiği tesiri fark etsek bile, onun nereden, nasıl ve ne şekilde geldiğini bilemiyoruz! 

İşte “her şey minimalize bir hâle geldi” dediğimde bunu kastediyordum; her mevzuya dâhil edilebilir tarafıyla bildiklerimiz bir tarafa, bilmediğimiz binlerce teferruatın âdeta bombardımanları altında yaşıyoruz ve karşı koymaya ilmimizin ve fikrimizin yetmediği bu saldırıların bana kalırsa en can yakıcısı, en haini, en sinsi ve dehşetli olanı müzik bahsinde yaşanmaktadır. Biraz evvel söylediğim ve müzik bahsine hamlettiğimizde nereden, nasıl ve ne şekilde geldiği kestirilemeyen fakat tesirlerini toplumumuzda bariz bir şekilde gördüğümüz bu hususun ehemmiyetini Turan Oflazoğlu kendi yazdığı bir tiyatro eserinde, musikiyi tarif ederken mükemmele yakın bir şekilde izâh eder: “ezgiler baskın birlikleri gibi, uygun aralıklardan gizlice sokulup içeriden açıyorlar kalenin kapılarını… Kişiyi savunmasız bırakıyorlar!” İyi müzikse pek âlâ da, ya kötü ise ne olacak?

Hani bugün her sektöre uyarlanan bir kelime var: terör! Gıda, sağlık, trafik ve sâirlerine kadar uyarlanan fakat müzik için bir türlü kullanılamayan… Hah! Ne de olsa sadece “uyarlanmış” olarak tehlikesine dikkat çekiliyor. Tehlikesi izâle edilmek için değil de, sanki dikkat çekildikten sonra başıboş bırakılmak için varlar! Tabiî bir de politik belirsizliğin getirdiği anlayışla bugün “terörist” dediğimize yarın dememe ihtimâlimiz de var değil mi? Her neyse artık, diğer kategorileri bilemem ama bugün terör ifadesinin bana kalırsa yerli yerine oturduğu saha müzik bahsidir ve insanımıza içinde bulunduğumuz sistem tarafından edilen işkencelerin başında müzik terörü gelmektedir. Ve ister sağlık, ister trafik yahut her neyse terörün başka türlüsüyle bir, beş, yirmi beş kişinin ölümü ile dehşete kapılan vicdanlar, gördüğümüz dehşeti beş yüz bine, beş milyona, elli milyona katlayan ve durmadan ha bire ruhlarımızı körelten bu terörü nasıl görmezler? Nasıl olsa kaâle alan olmayacağı için cevabını da biz verelim bari: Çünkü bunu görmek için, sahtelik kokan, feryat kisvesine bürünmüş, sadece gırtlaklara yuvalanmış kelimelerden daha çok şey lazımdır…

Terör’ü, tedhiş-korkutma, ürkütme ve dilimizde kullandığımız mânâsı ve Arapça’dan alınan tarafıyla dehşete salma, dehşete düşürme diye kullanıyorsak eğer, bugün, TV’lerden, radyolardan, internet ortamından, devletin ve belediyelerin düzenlediği etkinliklerden ortalık yere saçılan müzik gayet korkutucu, dehşete salan ve düşüren, ürküten bir müziktir ve hiçbirisinin devlet tarafından en adîsinden olsun bir tetkik kurulu ile karşılaştığını zannetmiyorum. İşte, bahsettiğim bu müzik terörü her gün TV’de gördüğümüz alelâde bir reklam müziğinden tutalım konser salonlarına kadar uzanan bir genişlikte “baskın birlikleri gibi, uygun aralıklardan gizlice sokulup içeriden açıyorlar kalenin kapılarını… Kişiyi savunmasız bırakıyorlar!”…

Bu günlerde asıl ihtiyacımız olan şey, bütün kamuoyu Afrin, Menbiç’e kilitlenmişken, memleket içinde en büyük terörü gerçekleştiren kötü müziklerin farkına varacak, insanımızı nizamsızlığa ve Allahsızlığa doğru sevk eden asıl terörün ruhların sakatlanmasından beslendiğini anlayacak devlet aklıdır! Bana kalırsa, bir numaralı memleket meselesi olarak bu aklın nereye saklandığını bulmaktan, “gel bizi kurtar!” diye kapısında yalvarmaktan başka mühim bir vazifemiz de yoktur!

Yazının girizgâhında söylediğim müzik dinlemenin pahalı bir iş olmasına gelince:

Bahası, kıymeti, para ile elde edilmeyen ve ancak belirli bir kültür vasatına, zevkine ermekle elde edilebilen, yetmedi, içinde yaşadığınız memleketin varsa kötü tesirlerinden kaçmayı başararak, ucuzluğu nisbetinde çokluğu olan, çokluğu nisbetinde bereketi olmayan bir kısırlık arenası içinde yaşıyor olmaktan geçiyor… 

Baran Dergisi 578. Sayı