Superman, Batman, Spiderman, man, man, man…

Amerikan rüyasının yarattığı rüyadan öteye geçemeyen, süper kahraman olarak nitelendirilen şişirilmiş karakterler…

Avrupalı egemenlerin kan kusturarak yerlilerin elinden aldığı topraklar üzerine kurulu olan Amerika Birleşik Devletleri, toplumsal yapısını karma bir topluluk üzere kurdu. İlk dönemler Avrupa artığı sakıncalı çocuklardan müteşekkil “asosyal” insanların yığıldığı ülke olan ABD, “rüyalar ülkesi” makyajını yüzüne sürerek, yeryüzünün her noktasından sınırları içine kattığı insanlarla karma bir topluluk kurdu. Anlaşılacağı üzere tarihî ve kültürel geçmişi olmayan bu toplama devlet, vaat ettiği rüyayı millileştirmek adına gökdelenlerden sıçrayan kapitalist düzenin bekçisi neo-kahramanlar üretti.
1900’lerde gövdesi iyice büyüyen ABD, babası olan Avrupa’nın sanatını kendi çıkarları doğrultusunda eğip bükme ihtiyacı duydu. Kültürel ve milliyetçi duygulardan arınmış, yeni bir hayata yelken açan vatandaşlarına Amerikan milliyetçiliği gibi önü-arkası boş bir söylemle seslenemeyen bu devlet, en dipteki insanların duygularına doğrudan hitap eden “çerez sanat” diye tabir edebileceğimiz popüler yemler üretti; bunlar hedef kitle üzerinde başarılı da oldu.

20. yüzyılın başlarında Avrupa’da yayılan çizgi roman edebiyatçılığı çok geçmeden ABD’ye de sıçradı. Superman, Batman, sonraları Spiderman gibi hayali çizgi kahramanlar, coğrafyada “kahraman” açlığıyla beraber müthiş ilgi gördü. Kitaplar seriler halinde yazılıp basılıyor, halkın nabzına ve devlet çıkar ve siyasetine göre şekillendiriliyordu.

Kola içeceğinin ilk başlarda ilaç niyetiyle üretilmesi, akabinde yoğun talep sonucu Amerikan milli içeceği haline gelmesi gibi, hayali kahramanların masallarıyla örülü çizgi romanlar da, başlangıçta sadece ticari gayelerle yayımlanırken, sonraları, kültürel açıdan zayıf ve ortalama Avrupalıya göre çocuk sayılabilecek Amerikan toplumunu esir aldı. Kahraman kültü ihtiyacının, bundan mahrum bir toplumda, suni olanlarıyla giderilmesiydi bu durum.

Çizgi roman kahramanları kitaplardan dışarıya fırlayarak, oyuncak, tiyatro, çizgi film ve en sonunda sinema filmi olarak emperyal düzenin sadık kulu haline geldi. Hayali kahramanların, yani “man” çetesinin ekonomik getirisi bir yana, üzerlerinden inşa edilen kültür emperyalizmi ile 3. Dünya ülkelerine açıldılar ve halkların semiyotiğinde Amerikan hayranlığı-rüyası çadırı kurdular.

Üstüne üstlük aynı güçler, oluşturdukları kapitalist suni kültür ile insanları sömürdükleri yetmiyormuş gibi, bir de hayâ etmeden amorallik sergileyerek, üzerine çöreklendikleri halkların ve toprakların binlerce yıllık tarihi geçmişinden hikâyeler cımbızlayıp, paranın ve yüzsüzlüğün verdiği pişkin cesaretle, bu hikâyeleri kendi sinema dilleriyle harmanlayıp, önümüze muhteşem görsellikte yapımlar olarak koydular.
Bu denli ahlâksızca işleyen, sanatı çıkarları uğruna bu denli tahrip eden güç, köksüz müziği ve sinema diliyle insanların zihnini işgal ediyor, halkını olmayan tarihi ve kahramanlarıyla tabir yerinde ise afyonluyor, yabancı toprakları işgal etmeden evvel, savaş duygusunu halkın bilinçaltına verecek filmler çekiyor. Piyonlarına bu şekilde askeri kamuflaj giydirip, savaş alanına sürüyor ve bir de üstüne subliminal mesajlarla sömüreceği toprakların asıl sahiplerinin algılarıyla oynuyor.
Sanatın bu denli kirlendiği bir yüzyıla denk düştü ömrümüz. Hâlbuki bundan 50 sene evvel dahi, su içtiğimiz testiye varana kadar insan elinden çıkma, sıcaklık veren el sanatları işlenmekteydi.

Elbette doğrulabilir ve “bu toprakların hikâyesini ancak bu topraklarda derisi kavrulmuş eller yazıp çekebilir” fikriyle, kadim geçmişimizi ve öz hikâyelerimizi, beyaz perdede hakkını vererek yorumlayabiliriz.
Hem de hayalî değil, bizatihi bu havayı teneffüs etmiş hikâyeleri…

Baran Dergisi 565. Sayı