Dil, kendilerine yüklü mânâların taşıyıcısı kelimelerin terkibi demek. Kendi adımıza, Salih Mirzabeyoğlu’nun Tilki Günlüğü eserinde lisanın “eşek” mânâsına gelişini şimdi daha iyi anlıyoruz. İmam-ı Gazali’nin her ilmin başına lügat ilmini koymasının sebebi budur. Dilin olmadığı yerde hiçbir insanî oluşun olamayacağı, insanı hayvandan ayıran en kesin vasfın dil kullanımı olduğu bir bedahet; aklı başında hiç kimse buna karşı çıkmıyor. Dilin içerisinde mesleğe, sosyal mevkie, yaşa, çevreye, vs. göre farklı dil alanları vardır ki, çoğu kişi bunun şuurunda dahi olmaz. Diğer taraftan, devrin insanlarının dünyaya bakışı değiştikçe bu alt-dillerin bağlı olduğu manevî dilde büyük değişimler oluşur. Bu kimi zaman kendiliğindendir, kimi zaman da bir dil yapıcısının eseridir. Aslında her şair, her romancı, her siyasetçi, hatta bir seyyar satıcı bile bilerek ya da bilmeyerek bu işin parçasıdır. Mesela Walter Porzig “Dil Denen Mucize” isimli eserinde, “argo”nun dildeki dönüşümün motoru olduğunu iddia etmektedir. İşte bir dilin şemsiyesi altında insanların birbirleri ile iletişim kurmalarını sağlayan, kelime ve seslerin üzerinde “ortak bir dil maneviyatına” sahib olmalarıdır. Bu hal, sıfatı ne olursa olsun o dili konuşan insanlara hâkimdir. Değilse, dil birliği kaybolmuş demektir. Ülkenin gidişatının kendi istedikleri cihette olmasını arzulayanlar, dilin imkânları içinde husule gelse bile onun da üstüne çıkan bu üst/şuurları tesbit edici dili oluşturmak durumundadırlar.

***

İster iktisad, ister siyaset, adı ne olursa olsun herhangi bir ilgi sahası, mânâ mihrakları yerli yerine oturtulmuş bir dünya görüşü/dil içerisinde yerini bulamazsa, son tahlilde kendi kendinden ibaret kalmaktadır. Bir ülkede düzen ve istikrarın temininin ve kendinden olanı toplayıcı, olmayanı dışlayıcı tutarlı bir sistemin inşâının yolu, “insanlara mal olmuş ortak bir dil-dünya görüşü” tesisinden geçmektedir. Yani bizim zaviyemizden iktisad veya başka bir meseleye giriş, ilk olarak o meselenin Mutlak Fikir’e muhatab “Tatbik Fikir-Vasıta Sistem” içindeki yerini tesbitle başlar. Bu da ancak tarifler ile mümkün olmaktadır. Hülasa, bir mevzuyu ele almak, bizim nazarımızda, dünya görüşünün mahiyetini teşkil eden Mutlak Fikir’e muhatab “tatbik fikir dili” ile irtibatlı, onu hem kendi sahasına uygulayıcı hem de diğer sahalarla münasebet noktalarını gösterici bir alt dil oluşturmak demektir. Üstteki dile nazaran usûl mevkiindeki bu alt dilin muhtevasının merkezî boğumlarının da o üst dil tarafından tayin olunması gerektiğini belirtelim.

***

Her yeni nesil, çevre ve zihin temelinde bir öncekinden farklıdır. Fay hatlarından açılmanın zamanla kapanma (veya başka bir deyişle kendini dengeleme) ihtiyacı duyması ve bunun da deprem biçiminde tezahür etmesi gibi, nesiller arasındaki farklılıklar, tariflerdeki mânâ kaymaları, bir zaman sonra mevcut anlayış sistemindeki düzeltmeler ile telafi edilemeyecek hale gelir ve tıpkı bir deprem tesiri yapacak yepyeni bir anlayışın zuhurunu gerektirir. Nesillerin ve elbette bunları ihata eden çevrenin manevî ve maddî yapısındaki değişimler ile “Mutlak”a muhatab anlayış mihveri arasındaki fark ne kadar büyükse, yeni gelecek anlayışın da o nisbette derin tesirli ve geniş çerçeveli olması icâb eder.

Hicri 10. Asırda İmam-ı Rabbani ile gelen İslâm’a muhatab son kâmil anlayıştan bu yana geçen sürede çevre şartlarının alt üst oluşu ve dünya çapında yeni bir muvazene ihtiyacı, Mutlak Fikir’e muhatab ve tüm insan meselelerini Mutlak Merkeze bağlayan bir daire gibi hiçbir açık nokta bırakmamış yeni bir İslâmî anlayışın doğuşunu zaruri kılmıştır. Aksi yok oluş olan bu doğuşun adı da BD-İbda anlayışıdır; son iki asırdır “dengesizlikte denge” sağlayan insanlığın Mutlak Fikir’e nisbetle tekrar dengesini temin edecek fikir mihrakı… İnancımız odur ki, bu fikir ortaya çıktığı anda zaten denge tekrar kurulmaya başlanmıştır. Bunun “baş gözümüzle” görülebilir hale gelmesi artık bir zaman meselesidir. 


Abdullah Kiracı - Dil ve Dünya Görüşü makalesinden alınmıştır