Bayram yaklaşıyor. Hatıralar bir bir kilitli çekmecelerinden davetsiz misafirler gibi çıkıp ansızın karşına dikiliyorlar. Kimisi iraden elindeymiş gibi; birçoğu ise iraden dışında sana sürprizler yapıyor. Yazı yazarken de bu iki durumu daha yoğun yaşamak mümkün.
Yazacaklarına dair yazıdan önce iskeletini oluşturduğun bir şeyler söz konusu. O mevzu aklında yer edince yazmaya başlıyorsun. İradenin kapsamına aldığı konuları dile getirirken her şey senin elindeymiş gibi bir durumdan başka bir hâle kıvrılıyor. Vakit parçalanmaz mekân üstü süreç hâline geliyor. Zamanın mekân üstü, mekâna ağlarını atmış ve mekân içinde bütün varlıkları öğüten -solduran- bir varlık olduğunu idrak ediyorsun. Ve bu süreçte duygu düşünce ve iradeni aşan bir dünyadan neler neler dökülüyor. Yüreğini yakan, tüylerini ürperten bir hâl. İnsan hayret içinde. Gözünü kör eden diline kelepçe takan bir anlar silsilesi. Bu hâl bazen seni girdabına alıp yutacak gibi bir his kıvrımına getiriyor. Göklerden denize düşmüş damla misali. Bazen yutulup gidecek, “ben” şuurunu kaybedecek bir hâle doğu gidiyorsun. Yokluğun kokusunu alır gibi olduğunda bu dehşetli andan bir anda çıkmayı yeğliyorsun. Ve çıkıyorsun. Nefes nefese kalıyorsun. Bu anda kader sırrını duymayana ne denir ki? Bu anda İslâm’da kader yoktur diyen zavallılara hangi kelimeler söylenir ki? Yunus Emre’nin ifadesiyle “Bir ben var bende benden içeri”. Veya Üstad’ın deyişiyle: “Ne yalanlarda var, ne hakikatte/Gözümü yumdukça gördüğüm nakış/Boşuna gezmişim, yok tabiatta/İçimdeki kadar iniş ve çıkış.” İnsan insana meçhul. İnsanın kendine meçhul oluşu ve bu meçhullere süreçlerde şahit olması bedahet. O zaman varlık gayemiz belli oluyor. İnsan kendini keşfetmeye memur. “Oldum” demeye, “bitti” demeye imkân yok. Her nefes ayrı bir durum, her nefes ayrı bir şuurlanma. Hakikate giden yollar insan nefesi sayısınca. Ne muazzam bir kudret, ne muazzam azamet. Hakikat ne kadar zengin ne kadar bitmez ki herkese nasibince ayrı ayrı kendini gösteriyor. Nefes aldığım sürede karşımda olaylar zinciri. Bana karar alma durumunu yaşatan eşya ve hadiseler. Duygu düşünce ve irademi yansıtan bir bütünlükte karar verici olmam. Evet, ben yaptım beni zorlayan olmadı. Ben derken karar alma sürecinden sonra fiilimi gerçekleştirdikten sonra muradım oluyor veya olmuyor. Gerisine tam anlamıyla hakim olmam mümkün değil.     

Kalp atışım kan dolaşımım nefes alıp vermem benim irademe mi bağlı? Doğduğun anı, cinsiyetini, hangi ana ve babaya ait olacağını belirlemek senin elinde miydi? Asla! O zaman sana düşen acziyetini idrak ederek kendini bilmen ve tanıman. Acziyetini idrak ederek bu yolda yürümen. Aksi takdirde hakikatin dışında yol arayıp bu yolda tökezlemek zorunda kalırız. Ben, sen, biz velhasıl hepimiz sonuçta çaresizliğin girdabında yok oluruz. Kaldıramayacağımız yükün altına girerek sefil bir duruma düşeriz. Kader sırrına erenler rahattadır. Niceleri bu sırdan pay almayınca ayakları kaydı. Niceleri bu sırrın hakikatine sırtını döndürünce nicelerinin ayaklarını kaydırdı. Kader sırrına ermek için İmam Gazalî’nin ocağına düşmeli, Necip Fazıl’ın çilesinde pişmeli, Salih Mirzabeyoğlu’nun nisbetinde tefekkür etmeli. Akıl keşmekeşinden kurtulmalı. “Bu iş ne akılla, ne de akılsız olur.” demeli. Farabi diyarında geçerken temkinli olmalı, İbna Sina okurken akıl batağına batmamalı. Peygamber ruhaniyetine bürünmeden yürünecek yolun çıkmaz sokak olacağı anlaşılmalı. Akıl, akıl olmalı, sınırlarını tanımalı. Akıl teslim olmalı ve öyle yürümeli. Akıl kuşattığı şeyi anlar. Allah’ın zatını, kader mevzuunu, ruhu akıl anlayamaz. Anlar gibi olur. Anlar gibi olduğunda kalbine teslim olur ve doğru yolu bulur. Akıl akıl olmalı, İmam-ı Gazalî okurken ele aldığı mevzulardaki derinlik ve tefekkür buudunu hissetmeli. İmam-ı Gazalî’nin eserlerinde şu hadisler şöyle, bu hadisler böyle dememeli. İmam-ı Gazalî’nin âlimliğini küçük göstermeye çalışmamalı. Ele aldığı bir mevzuda yanlışlığını dile getirmiyor. İslâm’ın en büyük sistem ve sentez kitabının olduğunu anlamıyor. İmam Gazalî’nin âlimliğinde şüphe uyandırıyor. Senin gibi kütüğe göre o hadisin durumu öyledir. İmanı hâl üstü bir hâlde yaşayan için o hadis bir bedahet. Bir de şunu görsene; İmam Gazalî ele aldığı mevzularda senin şüphe uyandırdığın hadisleri nasıl kullanmış. İslâm hakikatini nasıl güneş gibi berrak anlatmış. Anlatmış ve o hadisleri kullanmış ki; demek ki onlar hadismiş. Dikkat, akıl keşmekeşinden kurtulamayanlar kader sırrına eremiyor. Kader sırrına eremeyenler akıl keşmekeşine tutuluyorlar. Akıl keşmekeşine tutulanlar kader sırrına eremeyenler. İmam Gazalî’ye İslâm düşüncesini engelledin diyor. Nasıl engellemekse kitapları yüzyıllardır bu ümmetin fertlerine yol gösteriyor. Birçok alim ve mütefekkire dölleyici fikir oluyor.

Bir yolda gidiyoruz sürekli kaza olan bir yer var. Orada yaşayan insanların uyarısı ve kazaların sayısının fazlalığı bir tedbirin alınmasını gerekli kılıyor. Trafikçilerin bu durumu görmemesi elbette söz konusu olamaz. Ve insan hayatını tehlikeye sokan bu yere trafik cihazları konarak veya daha başka tedbirlerle yapılması gerekenler gerçekleştiriliyor. Ve nihayet birçok ölüm, yaralanma ve zarara sebep olan kazalar engelleniyor veya asgarî kabul edilebilir bir seviyeye indiriliyor. Hayatın genel akışında bunlara tanıklık etmek bedahet (apaçık görünen hakikat).

Televizyona çıkmış psikolog akıl veriyor. Kurban keserken çocukları uzak tutun yoksa psikolojileri bozulur. Çocukların hayatlarında geleceklerine dair telafisi mümkün olmayan yaralar açılır. Şimdinin yol göstericileri akıl vericileri. Müslümanlar da bu girdapta. Hemen psikolojiyi inkâr ettiğim zannına kapılmayın. Ahlâkî yol göstericilik iddiasını inkâr ederken ilmî yanını kısmen kabul ediyorum. İslâm tasavvufunun ışığında aydınlanmayan psikolojiyi inkâr ediyorum. İslâm tasavvufunun derinliğini görüp psikoloji ilmini bu derinlik ve aydınlıkla ele alanları kabul ediyorum. İslâmî bir dünya görüşünü sindiremeyenlerin psikolojiyi okuyup psikolog olmaları içimizdeki en büyük zehir. Adam İslâmî kimlikli mesleğinden dolayı akıl vermeyi de alışkanlık hâline getirmiş. Bir de ODTÜ veya Boğaziçi mezunu ve dışarıda da mesleğini renklendirip gelmişse ne alâ. Herkes ağzı açık dinliyor. Peygamberin sözlerini dinlerken teslim olma hassasını gösteremeyenler “Acaba bu hadis ‘mevzû’ olabilir mi?” diyenler, sorgusuz sualsiz dinliyor ve söylenenleri kabul ediyor. Çocuğumun okuduğu özel okul, veli toplantısına eserleri olan bir psikolog davet etmiş, seminer verdiriyor. Cilalama fasılları. Kimsenin aklında İslâm’a nisbetle sorgulama ve belirli bir süzgeçten geçirme yok. Batı’da (hey Batınız batsın emi!) artık bazı okullarda çocuklar istediği vakit okullara gelip eğitim alıyormuş. Yani şuna getiriyor çocuk istediği kendi hoşuna giden vakitte gelirse o zaman güya daha iyi öğreniyormuş. Okullarda kişiye özel vakitlerde eğitim veriliyormuş. Allah akıl versin. Bu aklı verene de bu aklı sorgusuz dinleyenlere de. Oysa bizim anlayışımız rızkınızı erken vakitte arayın. Az uyuyun az konuşun az yiyin üzerine. Büyük ilim adamlarının hayat çizgilerine bakın hepsi bir disiplin altında erken vakitte hayata atılanlar. İlim disiplinsiz olur mu? Disiplinde zaman ve mekâna kendi dünya görüşüne göre ayar vermeyle olur. İstedikleri vakitte kalkanlar tembel olurlar. Anne ve baba hayatın keşmekeşinde erkenden yol alıp kulaç atacak. Yavrumuz istediği vakitte al gülüm ver gülüm. Sonra bu çocuk evlenecek evlilik süresince bir takım meşakkatlere katlanacak. Evlilik hayatını sürdürüp sağlıklı nesiller yetiştirecek. Yine psikoloğumuz diyor ki (en çok duyduğum akıl vermeler de bunlar) aman çocuğu sorgulamayın o kendi mecrasını bulur, ona gerekli ortamları verin. Müslümanız, her gün ölçülerimiz ışığında kendimizi sorgulamamız gerekir. Buna “nefs muhasebesi” diyoruz. “Bugün Allah için ne yaptım?” diye kendimi yiv yiv deşmem gerek. Oğlumda, kızımda, eşimde, şahsımda bütün mümin kardeşlerimde bu nefs muhasebesi ve murakabesine vesile olmam gerek. Bu mümin olmamın gereği. Mesele bunu yaparken bunu yapabilmenin edasına bürünerek yapmak olmalı. İnsan psikolojisinden anlamadan İslâm’ın telkini tavrına bürünmeden yaparsan elbette sonuç alamazsın. Aldığın sonuç menfi olur. Bu durum bütün dünya görüşlerinde de söz konusudur. Usûl bilmezsen vasıl olamaz, gayene eremezsin. Günümüzde en büyük eksiklik bu olsa gerek. Edepten yoksunuz, usulden bihaberiz. Din baştan başa edeptir. Edep bir köşede pısırık gibi oturmak değil. Edep el öpüp, el pençe divan durmak değil. Edep her yerde her mevzuda yerini yurdunu bilip bulunman gereken yerlerde İslami tavrını izzet ve şerefli ortaya koymandır. Elbette sorgulayacağız, sorgulamaya vesile olacağız. Elbette haram, helalin ne olduğunu, ayıbın ne olduğunu öğreteceğiz. Ne demek ayıp haram ve helal ile sorgulamayın demek. Ellili yaşlardayım, şimdiye kadar kurban ibadetine birçok kez tanıklık ettim, kimsenin psikolojik travma geçirdiğini görmedim. Hiç kimsenin bu durumdan dolayı hastanede gözünü açtığını görmedim. Dedem, kurbanın kanını alnıma sürdüğünde elime bıçak geçirip önüme gelene saldırmak istediğim aklıma gelmedi. Evet biz eski nesiller kurbana şahitlik ettik. İlk kesildiğinde bir ürperti ve acıma hissi duymadık değil. Ama o kadar; tekrar yüzlerimizde bayramın sevinci ve ışıltısı olurdu. En aksi amcaların bile bize o gün sevgi dolu baktıklarını görürdük. Kurban ortaklarımızla beraber güzel hoş sohbetler eder, geniş sofrada kurban eti yerken herkesin şükür kanatlarıyla donanmış olduğunu kalp gözüyle görürdük. Dedemin alnıma sürdüğü kan alnımda bir sıcaklık olur, o sıcaklık tüm bedenime usul usul yayılırdı. Kalbimde Allah için kurban olan varlığın mânâsı nakşolur ve ben bambaşka insan olurdum. Evet. Biz eski nesiller kandan kaçmadık kanla yüzleştik. Kanla yüzleşen bizler kınalı kuzularla yaylalarda meleşmeyi sevdik. Hayvanlara eziyet etmek nedir bilmezdik. Eziyet etmek isteyenler de buna tevessül edemezdi. Yapmak istediklerinde başlarına ne geleceklerini gayet iyi bilirlerdi. Evimizden gizli gizli kendi yiyeceklerimizi onlarla bölüşürdük. Allah’a kurban olan hayvandan, Allah’a kurban olmayı öğrenir; Allah’ın emri dairesince yürümeyi başarırdık. Hayvanlarımız hastalandığında ebemizle uykularımızı bölerek defalarca kalkıp onları okşar. Onların acı çektiklerine şahit olup gözyaşları içerisinde dua ederdik. Biz kandan kaçmadık, kanla yüzleştik. Kavga ederken asla yumruk atmazdık güreşirdik ve yendiğimiz zaman bırakırdık. Biz kavga ederken bir kişinin üzerine mahallemizde de olsa onlarca kişi atılıp dövmezdik. Biz kavga ederken bıçağa ve yerdeki taşa sarılmazdık. Kendi gücümüzle ortaya atılır rakibin de kendi gücüyle ortaya çıkışına şahit olurduk. Adam gibi kavga eder, birbirimize zarar vermeden ayrılırdık. Elinde bıçak olanlara ve yerden taş alanlara insan gözüyle bakmaz, bunları kalleş insan tipi diye mimlerdik. Hemen hemen kimse mimlenmek istemezdi. Bizler kanla yüzleştik; ailemiz tarafından kurban etinden verilen hisseleri fakir evlere götürürken yardım etmeyi öğrendik. Kurbanın fakir evlerine sevgi tohumu ektiğine şahit olduk. Fakir evlerin çocuklarıyla aramıza dostluk köprüleri atıldığını bildik. Mahallemizde fakir evlerin anne babaları bizleri, bizim evlerin anne babaları ise onları korur oldu. Bir bütün olduk, oyunlar oynadık, güzel vakitler geçirdik. Şimdiki nesiller kanla yüzleşmiyor, kandan kaçıyor. Bu ibadetin bir vahşet olduğu inancı var. Teknolojinin esaretinde doyumsuz hiçbir şeyden zevk almıyorlar. Benciller, paylaşmayı bilmiyorlar. Kendi dışındaki insanları kendine birer hizmet ehli görüyorlar. Binlerce insan ölmüş, binlerce çocuk sulara gömülmüş, hiçbirinde bir acıma hissi yok. Varsa yoksa cep telefonu, tablet. Son marka olursa anne baba ne güzel. Sanal dünyalarında savaşçılık oynayarak en vahşi kan dökmeye hazır birer vampir olacaklar. Kanla yüzleşmeyenlerin acımasız metalik bir yüzleri var, ağlayıp sızlanmakta, “ben, ben, ben” demekten başka bir şey bilmemekte. “Haklarım var!” deyip vazifesini görmemekte. “Vazifeni yap ve hakkını al!” diyenlere düşman gözüyle bakmakta.

Kanla yüzleşenler insanlıktan pay alırken, kanla yüzleşmeyenler insanlıklarını unuttular. Ne mutlu kanla yüzleştiren, insanı insan yapan, ne mutlu ölümle yüzleştiren, insanı ölümsüzlüğe eriştiren anlayışa…


Baran Dergisi 656. Sayı