15 Temmuz akşamı yaşananlar bize bir kez daha göstermiş oldu ki; bir asrı aşkın zamandır milletimizin benliğini ifsad için Batıcılığın muhtelif formlarından Anadolu’ya akıtılan kazurat, Müslüman milletimizin ferasetini, basiretini, cesaretini, yiğitliğini, fedakârlığını, inancını kirletememiş, kalbinde yanan iman ateşini söndürememiş... İyi de, bunca lağım infilâk hâlindeki bir yanardağ üzerine boca edilse söndürürdü de, bu millet nasıl oldu da korundu?
***
Başlangıçta Allah’a erdirici hak yollardan biri olarak kurulup birkaç kuşak sonra bozulan, derken ruhları zehirleyici bir nefsaniyet ve dalâlet mihrakı hâline gelen Bektaşiliğin tıpkı bugünkü Fettuşîlik gibi peygamber ocağını çıyan yuvasına çevirdiği ve Vaka-ı Hayriye adı altında tasfiyesi ile memleketin ordusuz kalmaktan da öte yangın yerine döndüğü bir demde.. Günümüzde muhtelif Ehl-i Sünnet düşmanı sözde “selefi” hareketlerin üstlendiğine benzer bir misyon ile Arablar arasında reformizmin değişik şekillerinin (Vahhabîlik, sonraları Abduhçuluk, Efganicilik, vs.) yayılmaya çalışıldığı bir demde.. Devlet-i Aliye’de dirlik ve düzenin kalmadığı ve Batılıların her koldan ve her şekilde saldırdığı, çözümün de Tanzimat’la  yine Batı’ya teslim olunmakta arandığı bir demde.. Tam da böyle bir demde, Mevlânâ Halid Hazretleri, Hindistan’a kadar gönderilip irşad edicisine eriştirilmiş ve kendisi de Nakşî Sırrını, dâvânın tam kalbi olan Anadolu’ya taşımış, dünyanın “merkezine” pençesini atmıştır; “Mehdi'yi hamil 10 süvari” bahsi.

Devlet-i Aliyye’nin yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber her ne kadar Bâtılın hâkimiyeti tesis edilmiş gibi görünse de, bir Nakşî büyüğünün buyurduğu üzere:
- “Ne garib taifedir şu Nakşîler; kafileyi GİZLİ yollardan sevk ederler!”

Allah neleri nelere vesile kılarak gösteriyor. Fettoş, İslâm’ı kökünden kazımak üzere 40 sene boyunca yetiştirildi, büyütüldü, semirtildi ve senelerce milletimize sinsi sinsi sokuldu. Ne zaman ki takiyyeyi bırakıp er meydanında Ehl-i Sünnet Vel Cemaat’in kalesine toslamaya kalktı, yatsı ile sabah namazı arası kadar bir müddette darmadağın oldu. FETÖ küfrün hesabını berhava ederken, bir de tersinden bir mucizenin gerçekleşmesine de hizmet etti; tanklardan, uçaklardan tüfeklerden yağan ateş, kalblerdeki ateş söndüreceği yerde, 7 Ağustos 2015 tarihinde ayan beyan görüldüğü üzere, İstanbul’dan Diyarbakır’a, Anadolu’nun tüm sokaklarını iman ve ihtilâl ateşiyle yanan ve yakan bir yangın yerine çevirdi...
 
100 Yıllık Nakış
Tanzimat’tan hemen evvel Hindistan’a giden ve oradan bugün Anadolu’da İslâm’ı ayakta tutan “Nakşî Sırrı”nı getiren Mevlâna Halid Hazretlerinden bahsetmiştik. Gelelim Cumhuriyet dönemine. Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasıyla beraber bağımsızlığımız ortadan kalktı ve idare Batı adına içerideki işbirlikçilere teslim edildi. Anadolu’da, İslâm’ı ve Müslümanları ortadan kaldırmakla vazifeli bu gürûh, ellerindeki tüm imkânları seferber etmelerine rağmen muvaffak olamadılar. Özellikle Üstad Necib Fazıl’ın Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin gösterdiği yoldan ortaya koyduğu Büyük Doğu ideolocyasının İslâm’ı ve Müslümanlığı masal olmaktan çıkarıp canlı, tatbik edilmeye hazır bir şekilde örgüleştirmesiyle, İslâm’a karşı cebhe almış bir unsurun Anadolu’da kök salması imkânsız hâle geldi. Necib Fazıl, yazdığı eserler, verdiği konferanslar, girdiği mücadelelerle son elli yılın siyasî hayatını şekillendirdi. 1970’li yıllar, Büyük Doğu'yu tatbik etmek üzere “zuhur” eden Mirzabeyoğlu ve İbda ile (Akıncıların kuruluşu, Gölge ve arkasından tirajı 100 bine dayanan Akıncı Güç dergileri) Türkiye'nin asıl rotasına dönmesine şahit oldu. Üstad Necib Fazıl’ın tam da bu dönemde Ülkücülere el atmış olduğunu ve 15 Temmuz’dan beri bakarak bugün bunun ne kadar da isabetli bir siyaset olduğunu da ayrıca görmek gerek.
Tüm bu vaziyet aynı zamanda Türkiye'yi istedikleri gibi yöneten Batılı egemenlerin uyanmasına ve ülkemizin “jakoben, dayatmacı lâik” Kemalistler eliyle daha uzun süre yönetilemeyeceğini anlamalarına sebeb oldu.

Batılılar, Anadolu’da Kemalizm gibi bir anlayışla hâkimiyetin sürdürülemeyeceğini teşhis ettikten sonra, “Ilımlı İslâm” modelini tesise başladılar. Bugün gelinen noktaya nisbetle geçmişi değerlendirecek olursak; bir yandan devletin kademelerine “Ilımlı İslâmcı” kadrolar yerleştirilirken, diğer taraftan da Kemalist anlayışın hâlen hâkim olan unsurları vasıtasıyla, Yürüyen Büyük Doğu: İbda ve yine İbda gibi pazarlıksız Allah ve Resulü diyen İsmailağa Cemaati benzeri yapılar ortadan kaldırılarak “Ilımlı İslâmcı”ların önü açılmak istendi.

28 Şubat Operasyonu, bu amaca yönelik olarak özellikle İBDA’yı ortadan kaldırmak adına yapıldı. “Ilımlı İslâm”ın hâkim olabilmesi adına, gerçek bir İslâm İhtilâli ve İnkılâbı dâvâsı güden, bu davayı fikir planında sistemli bir şekilde örgüleştiren ve maddî planda da bu amaca yönelik hareket eden İBDA itibarsızlaştırıp ortadan kaldırılmak zorundaydı. Böylelikle Kemalist işbirlikçilerin yerine göreve getirilecek olan “Ilımlı İslâmcı”ların önü açılacak ve onlara kalan meydanda, İslâmî(!) maskeleriyle istedikleri gibi at koşturabileceklerdi.

Anadolu’da küfrün kayıtsız şartsız hâkimiyetini tesis adına fikir ve aksiyon planında İslâm dâvâsı güden İBDA’yı ortadan kaldırmak ne kadar önemliyse, pazarlıksız Allah ve Resulü diyen, parayla pulla satın alınamayan, korkutularak yolundan döndürülemeyen Nakşileri ortadan kaldırmak da planın bir başka boyutuydu. Yani, İslâm dâvâsı planında ana figür “kavgası Nakşî sırrı olan” Büyük Doğu-İbda ve bu planın fonunda geniş bir tabana yayılmış yine Nakşî Menzil ve İsmailağa Cemaatleri… Bizim Müslüman milletimiz de bu iki unsur ile muhakkak ilişik.
Şehid edilen Bayram ve Hızır Ali Hocalar ve yine aynı dönemde Mahmut Efendi Hz.’nin zehirlenerek öldürülmek istendiği de bilgimiz dâhilinde... Daha öncesinde Merhum Muhammed Raşid Hz.’ne yönelik cinayet teşebbüsleri… Bu yüzden Menzil’de alınan muhtelif tedbirler… İBDA’cılara yapılan operasyonlar ve efsaneleşen Birinci ve İkinci Metris Destanları hatırda. Salih Mirzabeyoğlu’na önce idam, sonra da müebbed hapis cezası verilmesi, yine ona yapılan Telegram işkencesi… Saydığımız eylemlerin toplamına bakacak olursak, bunların hepsinin, belli bir gayeye matuf bir biçimde gerçekleştirildiğini görmekteyiz.

Bunca çabaya rağmen muvaffak olamadılar. Her hesabın üzerinde O’nun bir hesabı olduğuna hem iman ettik, hem de bu dönemde bizzat müşahede ettik. Birinci ve İkinci Metris destanlarının mânâ ve ruhuna uygunluğundan dolayı 15 Temmuz için Üçüncü Metris diyoruz. Daha doğrusu “diyen” diyor.
 
Anadoluculuk
Saldırıyı tanıdığımıza, hedeflerini bildiğimize ve bizi bir arada tutan ruhun ne olduğunu hatırladığımıza göre, artık “yeniden kuruluş”u konuşmanın vakti de gelmiştir herhâlde.
Batı güdümündeki FETÖ’cülerin aksiyonuna karşı muazzam bir reaksiyon gösterdik. Bugün de hâlen meydanlarda ihtilâlimizin bekçiliğini yapıyoruz. Bunlar tamam da, ya yarın? Bu ihtilâl 15 Temmuz’un kısır bir reaksiyonu olarak mı kalacak, yoksa fikir ve aksiyon planında iş ve eserler vererek hakiki hürriyetin vesilesi mi olacak? Bu soruyu hangi kesimden kime soracak olursak olalım, hepsinin bir ağızdan ikinci şıkkı seslendireceği muhakkak. Hattâ müşahhaslaştıralım. 7 Ağustos’ta Yenikapı’da Cumhurbaşkanı Erdoğan hitab ettiği 4-5 milyon kişiye “ey millet, sen esaret ve zilleti kabul eder misin?” diye sordu, halk hep bir ağızdan “hayır!” diye yanıtladı.

 Şimdi herkes değişimden bahsediyor da, kimse bunun nasılından bahsetmiyor. “Devleti sıfırdan kuracağız.” Niyet güzel; fakat nasıl?

Milletimiz görüldüğü üzere artık statik olmaktan çıktı ve son derece dinamik bir forma kavuştu. 15 Temmuz’dan beri muazzam bir akış var ama hangi istikâmete. Son derece kritik bir noktada bulunuyoruz esasında. 15 Temmuz ile beraber başlayan ihtilâlin pörsümemesi için milletimize ya liderinin bir hedef göstermesi, yahut hedefleri olan bir lider gerekiyor. 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Receb Tayyip Erdoğan’ın şahsı etrafında meydana gelen sinerjinin sönümlenmemesi için hızlı bir şekilde hedef tayini ve milletimizin bu hedef istikâmetinde süratle yeniden teşkilâtlanması, ihtilâlin pörsütülmemesi için son derece elzem. 2023, 2071 hedefleri her ne kadar senelerdir istikâmet göstermekten aciz siyasîler elinde kalan milletimizin hoşuna gidiyorsa da, bir süre sonra sormayacaklar mı “bu tarihlerde ulaşmak istediğimiz hedef ne” diye? 15 Temmuz’da gördüğümüz bir şey var ki, bundan sonraki Türkiye siyasetinin de belirleyici unsuru bu olacaktır sanıyoruz; 15 Temmuz’da insanımız hiçbir şekilde riya denemeyecek yegâne şeyi, canını ortaya koydu. Canını ortaya koymaktan çekinmeyen, evlâdının canını ortaya koymaktan çekinmeyen bu millete artık yol, köprü, GSMH, mal, mülk gibi muşamba dekor kabartmalarından müteşekkil bir hedef gösterilemez. Ruhî ve ulvî bir rüzgâr esiyor sokaklarda kaç gündür ve buram buram ihlâs kokuyor. Bu millet, ihlâslı bir şekilde bağlı olduğu İslâm’ı artık misafir gibi yer gösterilen olarak değil, ev sahibi gibi yer gösteren olarak yaşamak istiyor. Demek ki artık siyasî iradenin milletimize maddî cihetleri olan ulvî bir ideal ve bizi bu ideale götürecek ideolojiyi önce kendisinin benimsemesi ve ardından da teklif etmesi gerekiyor.

Gelelim Anadolu’ya. Günlerdir bir sürü “vatan” tarifi dinliyoruz. İbda Hikemiyâtı’na bakarak bir tanımlama yapacak olursak; vatan, fikrin tecelligâhıdır.

Bizim bugün üzerinde yaşadığımız toprak parçası Anadolu. İdeal çapında dava olan Anadoluculuk ise Devlet-i Ebed Müdded idealini yeniden bu binek taşında canlandırmak için, Anadolu’da, örnek ümmet modeli Sahabîler döneminden başka hiçbir insan tipini ve toplum yapısını benimsemeyecek bir şekilde bağımsızca yaşamak ve yaşatmak... Bizi bu ideale götürecek olan ideolocya ise, “Mutlak Fikir”in günümüz hayatının her plan ve şubesine tatbik edecek şekilde örgüleştirildiği İslâm’a Muhatab Anlayış. O insan tipiyse, yine İbda Hikemiyâtı’ndan öğrendiğimiz üzere; Anadoluculuk ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifâdesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifâde edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet bir insan tipini tarif edendir. İşte Müslüman Anadolu İnsanı; putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn HİLAL’e teslim eden ve onun davasını bütün dünyaya şâmil bir aksiyon hâlinde güden aslî ve asil kadro olmaya yeniden can-ı gönülden talibdir.

Türkiye kurulurken bu Anadolu’yu nefsimize ve devletimize hâkim kılmak gerekirdi; fakat bunun yerine bizi ruh kökümüzden koparmak ve tam mânâsıyla esir etmekle meşgul oldukları için en az yüz sene geciktik...
 
***
Üstad Necib Fazıl’ın “Bunca zevalin ardından ancak kemâl çığırı açılabilir” dediği gün bugündür... İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Anadolu’da bozuldu ve her yerde altüst oldu. Şimdi, Müslüman Anadolu İnsanı bunu yeniden buradan başlayarak düzeltmeye ferd ve cemiyet olarak hazır. Bu bozulmanın muhasebesini yapmış, Müslüman milletimizin yeniden eşya ve hadiselere teshir edici olmasını sağlayacak fikir de hazır. Peki, devlet ve siyasî irade böylesi bir değişime hazır mı? Milletin iradesi geçerli olduğuna göre, o zaman ilk hedefimiz de belli; Anadoluculuk! Biz bu hüviyeti kuşanacağız, kurtulacak ve kurtaracağız! Sonraki hedeflerimizde belli olmasına belli de, her şeyin de bir sırası var değil mi?
Şartların omzumuza yüklediği misyon, bunca şehîdden sonra aynı zamanda boynumuzun borcudur!
 
Baran Dergisi 500. Sayı