“Dünya Devleti” veya “Devletlerin Devleti” Olmaya Namzet İki Devlet Modeli: Leviathan ve Başyücelik Devleti -III-

İngiliz filozof Thomas Hobbes’un (1588-1679) meşhur sözü: “Homo Homini Lupus: İnsan insanın kurdudur.” Hemen belirtelim ki, Hobbes’un meşhur eseri Leviathan’da bu cümle bulunmamaktadır. Hobbes’un tasvir ettiği insan doğasını ifade etmek için kullanılan bu söz, aslında Latince bir deyimdir. Bu söz; “Homo homini lupus est” şeklinde ilk olarak, milattan önce üçüncü yüzyılda yaşamış Romalı ozan ve oyun yazarı Titus Macchius Plautus tarafından kullanılmıştır.(1)

“Hobbes’un insan doğası hakkındaki düşünceleri, modern dönem felsefesinde ve aydınlanma felsefesinde en çok tartışılan sorunlardan biri hâline gelecektir. Bir egoizm içerdiği açık olan ve doğal durum diye varsaydığı insanlığın ilk aşamalarından söz eder ve bu doğal durumda herkesin herkese karşı savaştığını söyler. Ona göre “İnsan insanın kurdudur” yani insanlar doğal durumda kalsaydı herkes herkesle savaşırdı. Bu durumda devlet, bu savaşı önleyecek yapay kurum olarak ortaya çıkmaktadır ve bu kurum insanlar tarafından meydana getirilmektedir. Hobbes, bu savaşı engelleyecek olanın savaşı yapanlardan daha güçlü ve daha despot olmasının gerekliliğini vurgulamaktadır; aksi takdirde bu savaş engellenemez. Dolayısıyla devlet Leviathan gibi bir dev olmalı, yani acımasız, güçlü, insanlar arasındaki savaşı önleyebilecek ve güvenliği sağlayabilecek bir yapılanması olmalıdır. Anlaşıldığı üzere Hobbes, monarşist ve otoriter mutlakiyetçi bir devlet anlayışını savunmaktadır.
“Doğal durumda Hobbes’a göre insan, bencil bir varlıktır. Yaşamak için gerekirse kendi türdeşini ortadan kaldırabilen bir varlıktır. Eğer devlet kurulmasa ve müdahale etmeseydi, güvenlik sağlanamazdı ve herkesin herkesle savaşı devam ederdi. Devlet üstün güç olarak bu savaşı engellemekte ve tabiatı icabı insanlar arasında monark/tek idareci olmak zorunda kalmaktadır. Hobbes’un görüşüne göre devleti idare eden kişinin de, tıpkı devlet gibi, bir monark olması gerekmektedir.” (2)

Bir not: Thomas Hobbes’un Leviathan’ına bugünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin denk geldiğine dair bir kanaat mevcuttur. Buna dair pek çok yazı da yazılmıştır. Amerika’nın Demokrasi havariliği üzerinden nasıl da kendi yaptığı “helva”dan putları acıkınca bir bir yediğine son 30 yılda bütün bir dünya şahittir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilkin Kore ve Vietnam, ardından irili ufaklı 50 civarında doğrudan ya da dolaylı müdahale, nihayet Afganistan, Irak, Libya, Suriye bu mevzuda bariz misallerdir. Amerika devlet olarak böyle de, yetiştirdiği tebaası ne durumda? Çok değil, yakın tarihte, meselâ Pokemon (çizgi film) izleyicisi bir çocuk, eline aldığı bir silahla ırkçı bir katliama teşebbüs ediyor ve tam 8 kişiyi katlediyor. Mevzuya şahidlik eden üst düzey askerî bir yetkilinin, hiçbir profesyonel savaşçının 9 mermide 8 kişiyi öldüremez dediği sabittir. Katliam yapan çocuğa bunu niçin yaptığını soranlara, “onlar büyüyünce elimizdeki yiyecekleri almak için bizi öldüreceklerdi”, meâlinde bir şeyler söylüyor ki, Thomas Hobbes’un Leviathan’ı bariz bir ihtiyaç olarak anlam kazanıyor. Batı dünyası kendi insanını kurduğu devlet (Leviathan) ile bir nebze olsun kontrol altına alabildi diyelim, ama kendinden olmayanlara karşı Thomas Hobbes’un Leviathan’ına rahmet okutturacak bir noktada durduğuna da vurgu yapmak gerekiyor. Kısacası hâlihazırda Leviathan’ı temsil iddiasında bulunanlar olmasına, diğer bir ifadeyle “devletlerin devleti” veya “dünya devleti” olduğu iddiası veya yakıştırması üzerinden iş kotaran bir “Dünya Devleti” (ABD!) olmasına rağmen, onun da terbiye edilmeye, zapturapt altına alınmaya ihtiyacı var. Bundan dolayı, bir ihtiyaç olarak “derin devlet” tabir edilen çeşitli yapılanmalara, meselâ NATO üzerinden Gladyo gibi yeraltı örgütlenmelerine tevessül edildiğine şahidlik ediyoruz. “Beşerî akıl” üzerinden gerçekleştirilen örgütlenmelerde her ne kadar “sözleşme” adı altında müeyyide söz konusu ise de, ahlâkî müeyyidenin oluşturulamadığı er ya da geç anlaşılmaktadır. Bugün Kristal Krallık hayâli güden Şeytanın Dölü Deccal Komitesi’nin durumu bu mevzuda iyi bir örnektir... Din, dolayısıyla da vicdan veya ahlâka tekabül eden ve “selim akıl” üzerinden gerçekleştirilen örgütlenmelerin ise insan tabiatına daha uygun olacağı yine er ya da geç anlaşılacaktadır. İstikbâli kollayan Başyücelik Devleti’nin iddiaları ise bu mevzuda iyi bir örnektir.

Evet; Thomas Hobbes’a göre, “insan insanın kurdudur.” Bu hüküm cümlesi ne derece kabule şayandır? Daha evvel ki değerlendirmelerimizde, insanın hayvanî, diğer bir ifadeyle de nefsanî yönü dikkate alındığında, “insan insanın kurdudur” hükmü çok anlamlı gözükmektedir. Ancak, “insanı insan yapan” en büyük özellik hâlinde onun ruhî, yani insanî yönü dikkate alındığında, bu söz şu şekil tashih edilse yeridir: “İnsan insanın yurdudur.”

Evet; insan insanın kurdu değil, yurdudur. Daha doğrusu, insan insana sığınaktır, barınaktır. Bunun izahını şu şekilde yapmak mümkündür. Her şeyden evvel, insandan muradın ne olduğu sorusuna esaslı bir cevabın verilmesi gerekmektedir. İnsandan muradın ne olduğu sorusuna cevab verilmeden ne “insan insanın kurdudur” ve ne de “insan insanın yurdudur” sözünün hiçbir mânâsı da yoktur. Daha doğrusu, söz konusu önermelerin ifade ettiği mânânın murada uygun anlaşılabilmesi mümkün olmaktan çok uzaktır. Öyleyse?!

Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayetle, hadîs meâli:
“Mü’min mü’minin aynasıdır, mü’min mü’minin kardeşidir. Kaybettiği bir şeyini onun için muhafaza eder. Arkasından onu savunur.” (Camiüssağir [6:252, Hadîs No: 9142])(3)
Yukarıda zikredilen hadîs üzere, “Mü’min mü’minin aynasıdır.” Bu hadîs-i şerîf, sadece üç kelimeden ibarettir ama mânâsı pek geniştir. Zâhirî mânâsı da pek zengin olan bu hadîs-i şerîfin bir de derûnî mânâsı vardır ki, ârifler bu mânâyı şerh ve izah edebilmek için ciltlerle kitablar yazmışlardır. Bu eserlerin hepsinde ortak bir hakikat vardır. O da, umumî olarak insanın hususî olarak da insan-ı kâmilin Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarına ayna olduğu hakikatidir. Cenâb-ı Hakk diğer hiç bir mahlûkuna tecellî etmediği kadar insana ve bâhusûs insan-ı kâmile isimleri ve sıfatları ile tecellî etmiştir. Bu yüzden de Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları insanlardan zâhir olmuştur. Yani insan, Hakk’a mir’ât (ayna) olmuştur. Bu tezahürün ya da ayna teşbihinden gidersek bu yansımanın kimde ne derece olacağı insanın kalb aynasının ne derece temiz ve cilalı olduğuna bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’ın tecelliyatının en çok enbiyâ ve evliyâdan zâhir olmasının sebebi de budur. Zirâ en saf kalbler onların kalbleridir. Bu tecelliyatın en yüksek derecesi de, şübhesiz Kâinatın Fahri Peygamber Efendimize mahsustur. Allah Resûlü’nün (meâlen) “Beni gören muhakkak ki Hakk’ı görmüştür” hadîsindeki hikmetlerden biri de budur.(4) Zirâ Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları Habîb-i Kibriyâ’da zâhir olmuştur. İşte Allah Resûlü’ne “Mir’ât-ı Hakk” yani “Hakk’ın aynası” denilmesinin hikmeti budur. Şübhesiz O bir mir’ât-ı mücellâdır ve O’na bakan muhakkak ki Hakk’ı görür ancak bunun için göz lâzımdır. Lâzım olan bu göz baş gözü değil, kalb gözüdür. Nitekim O’na baş gözleriyle bakan niceleri, kalb gözleri kör olduğu için Hakk’ı göremediler. Kalb gözüyle görebilmek, hem sûreti hem sîreti insan olanların yapabileceği bir iştir. Sâdece baş gözü ile görenlerin, dört ayaklılardan hiç farkı yoktur. Nitekim Kur’ân’da, (meâlen): “Gözleri olduğu halde görmeyen, kulakları olduğu halde duymayan, kalbleri mühürlü olduğu için hakikati idrâk etmeyenlerin, tıpkı hayvanlar gibi hattâ hayvanlardan daha beter oldukları” beyân edilmektedir. Öyleyse hüner, baş gözü ile bakıp, kalb gözü ile görmektir. Kalb gözleri açık olanlar, erbâb-ı basîretdir. Cemâlullahı görmeye müsta’id ve lâyık olanlar da basîret sâhibleridir.(5)

“Mü’min mü’minin aynasıdır” hadisinden mülhem “Müslüman Müslümanın aynasıdır”, oradan “insan insanın aynasıdır” hükmüne, en nihayet “insan insanın yurdudur” hükmüne kadar sarkmak mümkün gözükmektedir. 

Tekrardan soralım: İnsandan murâd nedir? Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılmaktadır ki, insandan murâd, bütün âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Fahr-i Kâinat Efendimiz Allah Resûlü’dür. Nitekim Allah Azze ve Celle, aşk hâlinde iken, severek ve isteyerek kendi nurundan “Muhammedî Nur” veya “Muhammedî Ruh”u yarattı. Hadîs-i kutsî’de buyurulmuştur ki, (meâlen) “Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” Büyük Doğu-İBDA külliyatından da biliyoruz ki, Allah, bütün varlığı, “Muhammedî Nur” veya “Muhammedî Ruh”tan yaratmıştır.

Allah Resûlü, ilk yaratılan varlık hâlinde “Muhammedî Nur veya Ruh”tur. Diğer bir ifadeyle de “Hakikat-i Ferdiyye-Ferdin Hakikati”dir. Allah Resûlü, topyekûn varlığın temsilcisi olarak, “Halife-İnsan” olduğundan dolayıdır ki, Allah’a ayna olmuştur.
Yine Büyük Doğu-İBDA külliyatından biliyoruz ki, “Allah Sevgilisi, erkek veya kadının değil, İNSANDAN MURAD O olarak, bütün insanlığın temsilcisidir…”(6)

Bütün bir âlem veya topyekûn kâinat, insanda cem olmuştur, topludur. Nitekim insan, kâinatın özü ve hülasasıdır.

“Devletlerin Devleti” veya Dünya Devleti”in açık adresi de böylelikle görülmüş oldu! 

İslâm Tasavvufunda güneş ve ay, Allah ve Resûlü’ne remz olunmuştur. Güneş Allah’a, ay ise Allah Resûlü’ne remzdir. Ay, ışığını güneşten alır. Ayda görülen aslında güneştir. Ay ve güneş arasındaki ilişki, tıpkı ruh ve beden arasındaki ilişki gibidir. Beden ruhu, ay ise güneşi yansıtır. Ay, güneşle örtüştüğünde dolunay olur. Diğer bir ifadeyle de ay, güneşle tam olarak görünen olur. Ayın 14’ü dolunaydır. Tedaisi, İBDA’nın mânâsı güneşle ayan olur. Ay-hilâl olduğunda güneşe çanak (nefs!) olur. Hilal, güneşi içine alandır. Eski Mısır başta olmak üzere, pek çok ezoterik kültürde, meselâ mağara resimleri veya heykelciklerde insan suretlerinin başı üstünde hilâlin içerisinde güneşin resmedilmesi ruh ve beden düalitesi üzerinden “Küllî ruh”a yol bulma (temsil) mânâsına okunabilir. Ay’ın görünür hâli, bâtının zâhire çıktığına hamledilebilir. Ay’ın istidadı, ışığı güneşten almaktır. Diğer taraftan ay, güneşte fâni olmazsa, meselâ bütün kemâl mertebelerin kendisinde toplandığı dünya görünen olmaz. Dünyanın aydınlanması, dünyadaki tüm varlıkların güneşin ışığından nasiplenmesi, ay’ın aradan çekilmesiyle olur ki, ay’ın aradan çekilmesi, güneş ışığında fani olması demektir.

Ay, dünyaya nisbetle iki yüzlüdür. Gece ve gündüz! Aynadaki sır gibi. Aynanın arkasındaki sır olmazsa, aynaya bakan kişi de kendini göremez. İman ve küfür arasındaki ilişki de buna benzer. Bir mü’minin mü’min olduğunun ayan olması küfrün varlığıyla doğrudan alakalıdır. Onun içindir ki, mü’minde iman açık, küfür ise gizlidir. Diğer bir ifadeyle de küfür, mü’minin kendi kendini görebilmesi için aynanın arkasındaki sır gibidir. Nefs?!

İBDA Mimarı, 2014 yılının Kasım ayında, Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş olduğu “Adalet Mutlak’a” Konferansında aynen şöyle demişti: “Yeni Dünya Düzeni kurulacaksa bizde diyoruz ki buradan başlasın!” Aynı Konferans’ta şunu da demişti: “Sendeki ben, bendeki seni görmek!” Bu, fert ve toplum üzerinden toplumun en üst kuruluşu hâlinde devleti gözleyici bir insanın samimi bakışına da delalet eder. Sen ve ben, topluluk ifadesidir. Fert olmadan toplum olmaz, toplum olmadan fert kendisini bulamaz. Bu durum, “nefsini bilmek” ile de doğrudan alakalıdır. Hazret-i Mevlânâ’nın karşılaşma anında bir Papaz’a selâm vermesini hatırlatmanın tam yeri! Hikmetini soranlara, “Birbirimizin batınını selâmladık” cevabını veriyorlar. Öyle ya; kafirde küfür açık, iman ise gizlidir. Müslümanda ise, iman açık, küfür gizlidir.

Büyük bir Velî’nin, köpek suretinde beliren nefsini yere tükürmesiyle birlikte gelen İlâhî bir ses, onu tekrardan içine al nidasını bu çerçevede iyi okumak gerekiyor. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin niçin Batı medeniyetini toptan reddetmediği ve kendi fikri konseptini, “İslam Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünü hesaba çeken” olarak takdim ettiğini de yine bu çerçevede iyi okumak gerekiyor. Büyük Doğu ve İBDA Mimarlarının yaptığı, Mevlana Hazretleri’nin yaptığından hiç de farklı değildir. Büyük Doğu ve İBDA Mimarları, ortaya koydukları “yeni dünya düzeni” üzerinden Batı tefekkür dünyasının batınını selâmlamışlardır. Batı tefekkürü vesilesiyle kendi nefslerini de selâmlamışlardır aynı zamanda. Bu selâmlaşmada, İslâm’ın selâm, dolayısıyla da barış kökünden geldiğine bir gönderme yapıldığı muhakkaktır; İslâmlaştırma veya barışa davet etme mânâsını da beraberinde getirdiğinden, bir tür nefs terbiyesi mânâsına da gelmektedir. Dışarı atılıp tekrar içeri alınan nefs, yenilebilir bir şey hâline geldiğine göre, orada terbiye edilmiş bir nefsten söz edilebilir ancak. Bu çerçeveden bakıldığında, Batı tefekkür dünyasından beklenen, teklif edilen “yeni dünya düzeni”nin batınını selâmlamasıdır. Diğer bir ifadeyle de, İslâm şeriatının selâmına icabet etmesidir. Yani, terbiye edilmiş hâlinin nerede olduğunun şuuruna ermesidir.

“Bâtının zahire çıktığı bir devirde yaşıyoruz” diyen İBDA Mimarı’nın sözü üzerinden söylersek, Batı tefekküründen beklenen, İslam Şeriatını selâmlamaktır! Ünlü İngiliz tarihçi mütefekkir Arnold Toynbee’nin bundan tam 50 yıl önce gördüğünü, yani “Denenmemiş tek nizam kaldı, o da İslâmdır. İstikbâl İslamındır!” hakikatini görüp ona uygun davranmasıdır. Aydınlanma çağının üç büyük aktörü olan İngiltere, Fransa ve Almanya’dan beklenen, “insan insanın kurdu değil, yurdudur” mottosunu bayraklaştırmaktır.

Aydınlanma çağının İngiltere’den başlatıldığını kabul etmek için yeteri kadar sebeb var. Bunun böyle olduğunu bugün daha iyi görmek mümkün. Osmanlı sonrası kurulan yenidünya düzeninin baş aktörü İngiltere’dir. Efendi Hazretleri’nin niçin İngilizleri İslâm’ın en büyük düşmanı olarak gördüğünü iyi anlamak gerekiyor. İngilizlerin hem İslâm’ın en büyük düşmanı ve hem de Osmanlı sonrası dünyada yenidünya düzeni kurucu iradesi olarak belirmesinin derinliğinde, elbette Yahudi aklı ve sermayesi ile ortak hareket etmesi yatıyor. İngiltere’de konuşlanan Yahudi aklının izleri, Thomas Hobbes’un “Leviathan” isimli eserinden de süzülebilir. Bilindiği üzere “Leviathan” ifadesi Tevrat’ta geçen bir kavramdır. Aynı zamanda Emprizm/Tecrübecilik üzerinden iş kotarmasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani “olması gereken” olması gerektiği gibi ele alınmadı, daha ziyade “olan” üzerinden ele alındı ve bu da, İngilizler eliyle kurulan “yenidünya düzeni”nin en büyük handikabı oldu. Temeli yanlış atılan bir düzen büyüdükçe, en büyük düzensizlik şeklinde temayüz etti. Bugünkü kaos ortam bunun bir neticesidir. İslam tasavvufu, tecrübeciliğin lübbünü ve hakikatini temsil eder. İBDA Mimarı’nın tasavvufun tecrübî olduğunu söylemesini de bu çerçevede iyi okumak gerekiyor. Adeta, “olması gereken” bir çerçevede, yani “yenidünya düzeni”nin de hakikatine işaret ediyor gibidir.
 
1*http://dergipark.gov.tr/download/article-file/162706
2*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/18_19/modern_felsefenin_olusumu/1/index.html#konu-3
3*https://www.risalehaber.com/mumin-muminin-aynasidir-kardesidir-135188h.htm
4*https://defter-i-ussak.blogspot.com/2018/12/mumin-muminin-aynasidir-hadis-i-serifindeki-deruni-mana.html
5*https://defter-i-ussak.blogspot.com/2018/12/muhammed-aleyhisselam-mirat-i-hakkdir.html
6*Salih Mirzabeyoğlu, İnsan, “Erkek ve Kadın”, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2018, sh. 31.

Baran Dergisi 638. Sayı