Geçen yazımızda Marks’ın yaşadığı devrin hâkim görüşü olan liberal kapitalizmin müdafii klasik iktisatçılarla mukayesesini yapmaya ve onun düşüncelerine yön veren ana sâiki incelemeye başlamıştık.

18. Asrın ikinci ve 19. Asrın ilk yarısında, kabaca yüzyıllık bir zaman dilimi boyunca, tarımda makinenin yoğun kullanımı ve son derece yaygınlaşan hayvancılık sebebiyle rençbere ihtiyacı azalan kırsal bölgelerdeki işçiler ve topraklarını kaybeden küçük çiftçiler, nafakalarını temin maksadıyla şehirlere yığılıp iptidai şartlar altında hayatlarını sürdürmeye başlamışlardı. Ağır sanayide, manifaktür sektöründe, madenlerde ve yine toplu üretim yapan el işi atölyelerinde çalışma süresi günlük 15 saati buluyordu. İşçiler ve işverenler arasındaki rekabet acımasızdı. Makineleşme temposu öyle büyük bir hızla devam ediyordu ki, üretimde yaşanan inanılmaz artışlara rağmen işçi talebi düşüyordu. Makinelerdeki ufak çaplı iyileştirmeler bile büyük üretim atışlarıyla neticeleniyordu. Yüksek işçi arzı ve işsizlik sebebiyle, insanlar neredeyse karın tokluğuna çalışmaya mecbur bırakılmaktaydı. Bir kısmı ülkelerini terk ederek Amerika ve Avustralya kıtalarına gidiyor, ama orada da sukutu hayale uğruyordu. Son birkaç yazımızda tasvir etmeye çalıştığımız manzara korkunçtu. Üstad Necib Fazıl’ın makineleşmenin Avrupa medeniyetini hallaç pamuğu gibi savurduğunu söylediği durum işte buydu ve bu hali en iyi bir şekilde inceleyip tasvir edenlerin başında Marks gelmektedir: Onun tesbitiyle, nisbetsiz üretim, akabinde kriz, ardından yine nisbetsiz üretim ve yine kriz. Mağdur olan ise, ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan ücretli kesim… “Makine bilmecesinin sırrı”, insanların hep daha çok kazanma ve “muktedir” olma hırsında yatmaktadır ve Marks, buna karşılık bu hırsın mağduru işçilerin üretim araçlarına el koymasını önermektedir. BD-İbda’nın içtimaî düzeni teminin, ancak ferdleri kalbinden kelepçeleyecek bir inanç mihrakının mevcudiyetinde mümkün olabileceği tesbitini ise zımnen kabul etmektedir. Muhayyel komünizm ütopyası ve burada mutlu olacak istikbaldeki nesiller, aslın, yani Allah inancının yerine ikame edilmiş inanç mihrakıdır Marksizm’de.

Cemiyetin zihin dünyasına tesir eden düşünürlerin mecburen varoluşu ve olan biteni/eşya ve hadiseleri izahta tecritçi bir yaklaşım benimsediklerini ifade etmiştik. Hepsi temel bir fikre ve ideale sahib… Aslında adının koysalar da koymasalar da aşkın bir varlığın (sadece düşüncede ya da düşüncenin kendisi de olabilir bu varlık) merkezinde olduğu bir fikir düzenine sahibler; bu düzenin iyi ya da kötü örgütlendiğinin, tutarlı olup olmadığının, hakikatle irtibatının bulunup bulunmadığının bir ehemmiyeti yoktur. Bu fikre istinaden sabiteler oluştururlar ve eşya ve hadise tahlillerini gerçekleştirirler. Yani ilk önce bir fikri “mihrak fikir” olarak kabul edip algı antenlerini bu merkezden çevreye doğrulturlar. Temel fikir derken kastettiğimiz budur. Marks, Batı Avrupa halklarının maruz kaldığı ve o dönem için kaçınılmaz/doğal ve dolayısıyla meşru görülen iktisadî saldırının neticelerinin çok berrak bir biçimde yaşandığı bir vasatta “Komünizm/sınıfsız, kavgasız, huzur içinde yaşayan cemiyet” fikrini kendine sabite edinmiş ve peyderpey bu fikri temellendirecek eserlere imza atmıştır.

Marks’ın kendi dönemi açısından içtimaî hadiselere yeni bir bakış açısı getirdiği ve “kendi içinde tutarlı” teorik bir dil geliştirdiği hakikattir. Yaptığı mefhum tarifleri, öz itibariyle diğer iktisatçılarla benzeşse de, bunları yeni bir bağlamda değerlendirmesi onu farklı kılmaktadır. Mesela Kapitalist kazancı eleştirisinde kullandığı artık değer tabiri, onun değil, 18. Asır fizyokratlarının buluşu bir kavramdır; ama o, bu kavramı kendi fikir düzeni içinde çok önemli bir konuma yükseltmiş, dünya görüşünün neredeyse merkezî birimi haline getirmiştir. “Yabancılaşma”, “sömürü” gibi yeni terimler oluşturup etraflıca tanımlamış ve fikir düzeninde yine önemli kavşak noktalarına yerleştirmiştir. Bunlar, onun Komünist cemiyetin zorunluluğuna dair geliştirdiği tezin dayanak noktalarıdır. Bu arada Komünist cemiyet düşüncesinin patentinin de Marks’a ait olmadığını ifade etmemiz lazım; geçmişi Eski Yunan’a kadar götürülen Komünist cemiyet görüşünün Thomas More, Proudhon, Campanella gibi birçok müdafii vardır. Fakat özel mülkiyeti, parayı ve devleti reddeden Komünizme en sağlam retorik ve diyalektik desteği verip inhisarına alanın Marks olduğunu söyleyebiliriz.

Marks, aslında, bir iktisad teorisi geliştirmemiştir; diğer iktisadçıların aksine onun uğraştığı zihninde teşekkül etmiş dünya görüşüne istinaden mevcud olanı yıkıp toptan yeni bir içtimaî düzen tesis etmektir. Dünya görüşü ise iktisad merkezlidir, zira madem her şey maddeden ibarettir, o halde hayatın akışını belirleyen iktisaddır; iktisad ismi altında toplanan alt yapı, yani üretim ilişkileridir. Hâlbuki sadece iktisadî ilişkilerle ne ahlâkı, ne estetiği, ne dini, ne de bir bütün halinde cemiyeti izah edebilirsiniz. Bu ilişkilerin çok mühim bir tesiri olsa da, insanoğlunun bütün serencamını bunlara bağlamanın yersizliğini Marks da kabul eder. Ona göre insanın bütün davranışlarının maddenin esiri olduğunu iddia etmek, kaba materyalizm ve faydacılıktır; ferd ve cemiyeti izah etmekten uzaktır. Böylesi materyalizmi “kaba” biçiminde vasfetmesinin sebebi, belki de cemiyeti sömüren Kapitalistlerin bu görüşü savunarak yaptıklarını meşrulaştırmalarıdır. O bu tarz bir materyalizmi değil, (nasıl oluyorsa) insanların kardeşçe yaşayacağı, hiç kimsenin birbirini kıskanmayacağı bir cemiyeti doğuracak materyalizmi benimsemektedir. Marks, sanki bir cemiyet tasavvuru sunmamakta, bir “tarikat”i tarif emektedir.

Marks, kuralları olan ahlâkî bir öğreti getirmez; mevcud ahlâkî kaideleri ikiyüzlülük ve sömürü aracı olmaktan çıkaracak şekilde aslına avdet ettirmeyi hedefler. İnsanların üretim araçlarının ve bunlara müteallik her şeyin doğrudan sahibi olduklarında seri üretimde ürünleriyle yaşadıkları yabancılaşmanın ve sermayedarlarca sömürülmelerinin nihayete ereceğini düşünür. Marks’ın en orijinal ahlâkî görüşü bundan ibarettir. Lenin insanlar yeni ortama, sömürünün olmadığı ve her şeyin ortak olduğu cemiyete “alıştırıldıkça” iyilik cihetinde tekâmül edeceklerini ifade eder. İyilik ise “sömürünün olmaması”, “insana yakışır bir biçimde yaşama” gibi muğlak sözlerle anlatılmaktadır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Marks, materyalizmi ve maddeyi farklı bir şekilde tanımlamaktadır. Bunun sebeblerinden birisi de Marks’ın, materyalist görüşün zaruri neticesi determinizm/muayyeniyetçiliğin insan hürriyetiyle tezat teşkil etmesinin farkında olmasıdır. Yani muayyeniyetçiliğin mutlak hâkim olduğu bir tabiatta, mesela bir fikir sistemi oluşturmanın ve onu cemiyete tatbik gayretinin anlamsızlığı ortadadır. Diğer bir deyişle, madem her şey mekanik bir şekilde belli sebeblerin belli neticeler vereceği bir düzende yürümektedir, o halde bunu değiştirmeye matuf her teşebbüs hem bu mekanizmaya aykırı, hem de anlamsızdır. Elbette böyle bir arzunun var olmasının bile tek başına “mekanik” bir düzenin varlığını nefyettiği o devrin maddecilerince görülmek istenmemiş, sadece buna bir çözüm aranmıştır. Bu çözüm, Marksizm açısından Marks ve Engels’in Hegel’den aldığı diyalektik tekâmül düzeninde bulunmuştur. Marks aslında bir Hegelcidir; hatta Engels ile tanışana kadar materyalistliği bile şüphelidir. Diyalektik materyalizm adıyla materyalizmi felsefi açıdan önceki materyalistlerin düştüğü metafizik tuzağa düşmeden izah etme teşebbüsünün asli faili, Engels’tir. Lakin diyalektik süreç fikrinin banisi Hegel, bir ruhçudur ve diyalektik süreç esasen “metafiziktir”; çünkü maddedeki diyalektik süreç, maddenin latifleşip ruhlaşması ile neticelenmek durumundadır.

Bu yaklaşımın Marks ve Engels tarafından kendi görüşlerine adaptasyonundan, hem içtimaî tekâmül sürecini –sınıflar mücadelesi ve peş peşe gelen tarihî merhaleler- kendi açılarından yerli yerine oturtmayı hem de tek tek ferdlerin var oluşlarının hakkını vermeyi amaçladıkları anlaşılmaktadır. Diyalektik materyalizme göre, maddenin her tezahürü aynı anda zıddını doğurur ve kemiyet ve keyfiyet (nicelik ile nitelik) arasında birbirlerini ileri itecek biçimde sürekli bir dönüşüm vardır. İnsandaki –bir “tanrı” olmadığına göre maddeden çıkması gereken- iradenin izahı bu zıdlıkta yatmaktadır. İrade, maddeden neşet etse de onunla zıtlık oluşturmaktadır; maddeyi tesir altına almaktadır. Bu tarz bir düşüncenin aslında materyalist bir görüşte yerinin olamayacağı açık, ama başka türlü bir izah da mümkün gözükmüyor. -İşin doğrusu iddia ettiğinin aksine materyalizmin bir bütün olarak “izahsızlık ve teslimiyet”, yani bir inanç olduğunu İbda Fikriyatı net bir şekilde ortaya koymaktadır.- Kişiler, ferden hür iradeye sahibtirler, makine ya da basit bir madde değildirler. İnsanların tercihlerini kendilerinin yaptığı konusunda Marksizm’de bir tereddüd yoktur. Marks’ın aksi bir düşünceye sahib olması, kurmaya çalıştığı sistemle tenakuz teşkil edeceği gibi (madem hür irade yok, niye bir “şey” kurasın?), ona göre şartlandırılmış/makine insanlar tasavvuru hiçbir saygı hak etmeyen, aşağılık bir düşüncedir. Yabancılaşma bahsi zaten bunun üzerinedir. Ferdler tamamen hürdürler, lakin tercihleri çevrelerinin tesiri altındadır. Bu tesir mutlak belirleme değil de “şartlarını oluşturma” ve yönlendirme şeklinde cereyan etmektedir. Marks’ın iktisad görüşü ve devrî anlayışı (peşpeşe gelen zorunlu dönemler), bu minvalde teşekkül etmiştir. Onun sürekli kullandığı “ileri-geri” sıfatları bu noktadan bakıldığında anlaşılabilir. Yani, her içtimaî hadisenin cemiyeti oluşturan ferdlerde bir değişime yol açacağı, onların zihin dünyalarında, alışkanlıklarında, hayat düzenlerinde farklılaşmaya sebeb olacağı açıktır. Bu değişimlerin tedricî birikimi, neticede mevcut halin yıkıldığı bir devrime kadar uzanır. İnsanlar devrim yönünde zorlanırlar/koşullanırlar, ama devrimi gönüllü yaparlar. Devrim, eski tarzların ortadan kalkıp yeni şartlara uygun olanların onların yerine ikamesi demektir. Bu yeniler, insanlara zararlı, onların ruh ve bedenlerini deforme edici olabilir; ancak çözüm, önceki hale dönmek değil, yeni tarzların getirdiği değişimin birikip kemale ermesiyle bir sonraki merhaleye geçmektir. Bu geçişlerdeki belirleyici güç, iktisaddır, yani içtimaî üretim ve bölüşüm tarzıdır. Her bir merhale, bir sonraki için zorunludur. İnsanlık tarihini üretim tarzına göre bölümlere ayıran Marks, diyalektik süreç içinde mülkiyetin ortak olduğu ilkel cemiyetten, mülkiyetin ferdlere intikal ettiği (bu yüzden de devletin tesis olunduğu) feodal cemiyete, oradan kapitalist burjuva cemiyetine ve nihayet sosyalist cemiyete geçişin zorunlu olduğunu ve her birinin bir sonrakini mecburen doğurduğunu söyler. Her yeni gelen merhale, bu durumda bir öncekine muhtaçtır. Marks ve Engels’teki nihaî ana fikir budur. Ancak, bir ruhçu olan Hegel’in kabul etmesinin gayet normal olduğu bu tamamen “gaî/teleolojik” sürecin bir materyalist ideolojide nasıl durduğu taraftarlarınca sorgulanmamıştır. Bu da, sürekli ifade ettiğimiz üzere, her davanın esası olan “iman” bahsine girmektedir.

Bu noktada Marksizm’in Komünizme bakışıyla alakalı birkaç husustan bahsetmek gerektiği kanaatindeyiz.

Marksizm’i tesis eden Marks ve Engels ikilisinin zihin dünyasındaki insanlık macerasına yönelik ön gördükleri son merhale, komünist cemiyettir. Bu merhale, her davanın ihtiyacı olan müteâl/aşkın varlık meselesini çözmeye yöneliktir. Bu müteâl varlık, aynı zamanda bir idealdir. Bütün içtimaî sistem tekliflerinin mümeyyiz vasfı olan içtimaî adaleti tesis iddiasının son haddine kadar ulaştırılmış halidir bu “müteâl ideal”: Hassas bir iş bölümü ve bilim ve teknolojide gerçekleştirilecek büyük buluşlarla üretim tarzının azami mekanizasyonu ve böylece üretici güçlerin, (yani, ülke topraklarında ve sonra da dünya üzerinde yaşayan herkesin) asgari çalışmayla azami verimi elde edeceği bir cemiyet... Herkese verilecek en üstün eğitimle zihin ve kas emeği arasındaki farklılığın kaldırılacağı, her ferdin kültürel, zihnî ve bedenî faaliyetlere çokça zaman ayırabileceği bir cemiyet… İçtimaî “ahlâk”ın mükemmelen tesis olunup bunun yazılı bile olmayan kurallarına herkesin canı gönülden uyacağı, üretim kolaylığı ve mal bolluğundan, üstün eğitim ve dolayısıyla şuur seviyesinin yüksekliğinden kimsenin kimseyi “kıskanmayacağı”, kısacası herkesin rahat içinde yaşayacağı bir cemiyet... Birbiriyle çatışan menfaat ve sınıfların ve dolayısıyla sömürünün olmadığı, cemiyetin her bir ferdinin halinden memnun ve eşitliği önemsemeyecek kadar eşit olduğu, hiçbir suç işlenmeyeceğinden hukuka, devlete, vs. ihtiyaç duyulmayan bir yeryüzü cenneti hayali… İşte “somut durumların somut tahlili”, “somut sorunlara somut çözümler” vb. prensiplerle iş gören Marksizm’in, müntesipleri için vadettiği, kaçınılmaz, mukadder, bilimsel olarak kaskatı bir “vakıa” olan istikbaldeki Komünist cemiyet… İnanmayı isteyen için iş görecek bir iman mihrakı…

Lenin, Marks’ın asla ütopyacı olmadığını ve komünist cemiyetin bilimsel bir gerçeklik, bir zorunluluk olduğunu söylerken, aslında içinde taşıdığı şüphelere rağmen, davasına inancının ne kadar kuvvetli olduğunu beyan etmektedir. Bu “cennetin” tek kusuru, “tanrısız” olmasıdır; o ihtiyacı da Marks’ı “tanrılaştırarak” çözmüştür Marksistler.

Baran Dergisi 540. Sayı