İmam-ı Rabbânî Hz., “Mektûbât”ında nefsi şöyle tavsif etmekte:
“İnsanda (Nefs-i Emmâre) ilk haliyle, daima mevki ve riyaset dâvasında ve benzerlerinden üstün olmak himmet ve gayretindedir. Her an istediği şeyse, bütün mahlûkların kendisine muhtaç olması ve emirleriyle yasaklarına baş kesmesidir. O, kendisinin hiç kimseye muhtaç ve müftehir olmasını kabul etmez. Bu, Ulûhiyet (İlahlık) dâvasından başka bir şey değildir ve Allah’la şeriklik iddiasıdır. Hatta (Emmârelik) vasfındaki nefs -ki bütün saadetlerden uzaktır- Allah ile şirketi (ortaklığı) bile kabul etmez. Onun da hâkimi olmak; var ve yok ne varsa, kendisinin mahkûmu görmek ister.” (İmam-ı Rabbânî, Mektûbat, NFK, BD Yayınları, sh. 120)

İlginçtir, diğer büyük felsefecilerin aksine varlık konusunu mustakilen tartışmamış olan Marks, materyalist iddialarının tam aksi istikamette, yani sezgici/tümdengelimci bir mütearife halinde içtimaî sıkıntıların baş amili mevkiine insanın hırsını ve sonu gelmez büyüme arzusunu koymaktadır. Ona göre kapitalizmde neticelenen içtimaî “diyalektik kanunların” motoru, insanların daha çok kazanma ve hükmetme arzusundan başka bir şey değildir. Hoş, daha çok süreçle ilgilenip hadiselerin niçin cihetinden çok az söz ettiğinden koskoca Kapital’de kendine ancak bir kaç sayfa yer bulabilen bu noktayı, Marks’ın dışındakileri nefyederken kafasından neler geçtiğini göstermek açısından öne çıkaran biziz.

Kapital, Batı’nın kapitalizme geliş sürecinin “teknik tahlili” hususunda gerçekten önemli bir eser. Kapitalizmi, öncesi ve sonrasıyla son derece ayrıntılı bir şekilde inceler. O devrin Avrupasında yaşananları çok canlı bir biçimde tasvir eder. Tesbitleri yerindedir, lakin çözüm sadedinde söyledikleri, tahlillerinin aksine, indî ve muğlaktır. Zaten Marksizm’e dair Üstad Necip Fazıl’ın tesbiti de bu minvaldedir: Aslî meselelere girmekten kaçınan, varlığı ve sebebler alemini “hep varmış” ve tetkike değmezmiş gibi “es” geçen, kapitalizmaya yönelttiği kimi tenkidleri doğru, ancak getirdiği intihardan başka bir şey değil… İleriki sayılarımızda, ehemmiyetine binaen, bu konuyu uzun uzadıya ele alacağız; nefy ile isbat maksadıyla…

Marks, bütün kötülüklerin anası olarak insanlardaki hırsı görmektedir; ama yine ona göre bu tabiidir, zira insan böyle bir canlıdır. Tefecilikle ilgili bir iktibasla, insanların hükmetmek adına nasıl para yığdıklarını ve bunun nasıl bir şeytanlık olduğunu Luther’e söyletir. Eserleri boyunca çabası hep bilimsel sahada kalma ve iddialarını bilimsel temele oturtma yönündedir. Hâlbuki kendisi gibi düşünmeyen iktisadçılara ve bilim adamlarına karşı kullandığı müstehzi ve aşağılayıcı dil, aksine bir müminin dilidir. Geçen hafta ifade ettiğimiz üzere, bütün çalışmalarındaki temel motif, hakkaniyet duygusudur; görüntüdeki müthiş teferruat ise, davasına ne kadar inandığını kanıtlamaktadır. Evet, Marks, varlığı olduğu gibi “veri” kabul edip bütün fikriyatını zihninde oluşturduğu ve gözlemleriyle teyid ettiği “yasalar” üzerine inşa etmiştir. Ama onun yasaları, konjonktüreldir, o zaman için geçerlidir. Diyalektik dönüşümden anladığı da budur. Her devrin kuralları, o devrin temel dinamikleri tarafından tayin olunur. 16. Asır sonrası Avrupa’nın ve ardından bütün dünyanın çehresini değiştiren, sermayenin gitgide merkezileşmesi ve bunun üretim tekniklerinde yol açtığı müthiş gelişmedir. Diyalektik gelişim dönem bazındadır, ancak her dönem, aynı zamanda, hâkim üretim tarzının zıdlarının ortaya çıkışına da yol açar. Kendi zıddını ve dengesini içinde taşır da diyebiliriz. Burada Marks, afaki bir denge kavramı kullanmak suretiyle, biraz da mecburen, fazlaca metafiziğe kaymaktadır.

Marksizm’i tetkik bahsini önümüzdeki sayılara bırakıp Marks’ın iktisad anlayışına ve en önem verdiği sermaye konusuna kısaca değinmek istiyoruz.

Marks’ın odaklandığı ana konu sermaye eleştirisidir. Ona gelene kadarki son iki asrın, bilhassa içinde yaşadığı 19. Asrın tüm kötülüklerinin anası, onun gözünde, sermayedarların doymak bilmez iştihasıdır. Bu tesbitine kısmen katılmamak mümkün değildir. Yalnız o sebeblerden ziyade netice ile ilgilenmekteydi.

19. ve 20. Asır iktisatçılarını çokça etkilemiş bulunan Marks’ın baş eseri Kapital’e göre kapitalistlerin elindeki sermaye, işçi sınıfının sabit ücret karşılığı ürettiği fazla malın toplamıdır. Marks, işin doğrusu üretimi teminde sermayenin varlığını inkâr etmemekte, onun bir sınıfın elinde diğerlerinin aleyhine kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Devleti de kapitalistlerin kontrolünden kurtarmak gerekmektedir. Bu yüzden devletin ve içtimaî sermayenin denetiminin, üreticilerin, yani işçilerin uhdesinde olması gerektiğini söylemektedir. Elbette işçiler adına sermayenin idaresi konusunu muğlak bırakmıştır. Zira idare ve dolayısıyla iktisadı kontrol için bir dönüşümün kaçınılmazlığına inanmakta, ama devrimle ilgili tam fikrî olgunluğa erişmiş bulunmamaktaydı. Lenin, devrimsiz dönüşümün olamayacağı, idarenin işçileri temsilen, onun en önemli örgütlenme biçimi olan partide olması gerektiği fikrindeydi; böylece hem devrimin nasıl yapılacağı konusu hem de akabinde idareyi kimin ele alacağı meselesi bir yere bağlanmış oldu.

Marks’a göre, kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi, “emek-değer yasası”dır. Bunun anlamı, cemiyetin temelini oluşturan unsurun, “canlı” emek gücü olmasıdır. Bu konuda çok ayrıntılı tanımlamalar yapmıştır. Ancak hülasa edersek, emek gücü, mecburen kendisinin alamadığı bir “artık değer” üretir. Bunun anlamı, işçinin, emek gücünün kendisine gerekli/zorunlu olan üretimin ötesinde, belirli bir ücret ile satın alınarak fazla üretim yapmasıdır. İşçi, bu üretime mecbur bırakılmaktadır. Marks, işçiye (buradaki işçiden maksat ücrete tâbi olan ve çalışmadığında geride birikimi bulunmadığından aç kalacak kişidir) onu yaşatacak kadarının verilip “artık değere” ise el konduğunu söylemektedir. Dolayısıyla, artık değerin nasıl üretildiği, kimler tarafından nasıl el konduğu ve sonra neye dönüştüğü meselesi, belli bir anda belirli bir içtimaî yapının niteliğini gösterir.

Marks, kapitalistin “kişileşmiş” sermaye olduğunu, aksi halde kapitalizmden bahsedilemeyeceğini ifade eder. İşçi de karşısında ona emeğini satan kişi olarak cisimleşmektedir. Sermayedarın tek arzusu daima kâr etmek ve büyümektir. Bu çaba, bir ülkede hasıl edilen toplam ürün değerinin para biçiminde kapitalist kesimin elinde toplanmasına yol açar. Bu değerin nihaî kaynağı, işte işçilerin karşılığı ödenmeyen bu emekleridir.

Artık değerin oluşumu üzerinde uzun uzadıya durduğu eserinde, cemiyetin enerjisinin bu tek yönlü akışına dair formüller ortaya koymaktadır. Kapitalizm, özü itibariyle bir meta (satış için üretilen ürün) üretimi mekanizması olduğundan, bu sistemde paranın kullanımı hayatî öneme sahibtir. Para, metaların kullanım ve mübadele değerlerinin kıstası olduğu nisbette, sermaye temerküzünü hızlandıran bir fonksiyonu haiz olmaktadır. Marks’a göre klasik teoride kapitalist sistem Meta-Para-Daha fazla meta (M-P-M’) formülü ile işler. Metanın değişimi ile elde edilen sermaye, yani para, yeni metaların üretiminde kullanılmaktadır. Ancak paranın iktisadî sermaye aracı olarak kullanılması bu meta deveran sistemini değiştirmiştir. Para artık bir sermaye gücüdür ve de bu sermaye daha çok üretim gerçekleştirerek daha çok sermaye elde etmeyi amaçlamaktadır. Bu yeni kapitalist deveran, Para-Meta-Daha Fazla Para (Kâr) (P-M-P’) şeklinde gösterebilir. Bu sermayenin temel döngüsüdür ve ülkedeki ücretlilerin bütün artık değerini yutma temayülündedir. Ancak bir metanın mübadele değeri sadece içerdiği emekle anlaşılamaz, ayrıca mevcut içtimaî münasebetlerin ortaya çıkardığı artık değer üretimine bakmak gerekir.

Bu noktada Marks’a bizden daha yakın akademisyen Murat Üçoğlu’na kulak verelim: “Marks, artık değer teorisini bu temel üzerine kurar, yani kapitalizm, her bir işçiyi, mücerred emeğe irca eder ve emek gücü olarak ortaya çıkarır. Bu da emeğin ücretli emek olarak alınıp satılabilen bir meta haline gelmesine sebep olur. Sermayenin değerlenmesinin temel unsuru kârdır. İşte bu sermaye değerlenmesi, Marks’ın teorisine göre, gönüllü veya rıza ile yapılan bir şey değil, emek gücünün sömürülmesiyle ortaya çıkan bir şeydir. Emek gücü sermayedar tarafından daha fazla artık değer ortaya çıkarmak için sömürülür. Böylelikle, artık değer kârın hesaplanması ve arttırılması için temel unsur haline gelir. Artık değer oranı bize emek gücünün sömürülme derecesini verir. Bu da sermayenin yeni bir dolaşımını ama bu sefer kârı da içine alan bir dolaşımını gösterir. Kısacası, P-M-P formülü bir totolojidir ve kâr elde edilmedikçe anlamsızdır. P-M-P’, kapitalist birikmenin aslî formülüdür. Bu döngü formülü, bir eşitsizliğe dayanmaktadır, zira sermayedar, sürecin sonunda en baştakinden daha çok paraya yani sermayeye sahip olmuştur. Emeğin üretim sürecinin organizasyonunun nihayetinde emek süresiyle sömürülmesi artık değeri yaratmaktadır zira emekçi sadece yaşaması için gerekli olan ve onun çalışmasını sürdürebilecek en düşük ücreti almaktadır. Marx’ın tenakuz olarak ortaya koyduğu bir diğer durum ise kapitalizmin emeği (doğası gereği içiçe bulunduğu diğer unsurlardan) soyutlamasıyla beraber bayağılaşmanın başlaması ve işçilerin yeteneklerini kaybedip sıradanlaşmasıdır. Diğer taraftan, kapitalizm rekabet için sürekli olarak teknolojik bir gelişime ihtiyaç duyar ve canlı emeği ölü emeğe (sabit sermayeye/ makineleşmeye) dönüştürmeye çalışır.”

Haftaya Marksizme ve onun üzerinden Kapitalizme devam…

Baran Dergisi 534. Sayı