İktisadda –ve elbette diğer her sahada- bir mihrak, muharrik fikir olması gerektiği meselesine geçen sayı değinmiştik. Bu sayı, bu hususla alakalı olarak Marks’tan bahsetmek istiyoruz. Aslında Marks’tan nisbeten bağımsız olarak Marksizm, sadece iktisadî bir görüş değil herkesin az çok bildiği üzere; iktisad dâhil cemiyetteki her sahaya kendi mantığı içerisinde düzen verme iddiasındaki toptancı içtimaî bir görüş… Ferdî ve içtimaî hayatı materyalist bir bakış açısıyla yeniden tanımlama teşebbüsü… Diğer materyalist mezheblerin aksine de devletleşme imkanı bulmuş ve, yanlış ya da doğru, pratiğe dökülüp sınanmış. Öte yandan, Popper’in dediğine bakarsak Marksizm’in iddialarının sınanması imkânsızdır, çünkü son haddine kadar karşı olduğunu söylediği metafizik sahanın içerisindedir. Hegel’in diyalektik idealizmine ve teleolojisine karşı çıkarken “sınıfsız toplum” gibi ondan daha tutarsız bir teleoloji ve ideale sahibtir. Batı insanının yaşadığı ve dünyanın geri kalanına yaşattığı sıkıntıları, Avrupalı düşünürlerin, iman mihrakı Mutlak Fikre sahib olmadıklarından “amorf” yapılar halinde patlatmalarına en güzel örnek Marksizm’dir diyebiliriz.

Konumuz Marks’a daha yakından bakmak olduğu için, o günün koşullarına kısaca bir değinmenin lüzumuna inanıyoruz. Avrupa’da kapitalizm (ya da diğer bir deyişle piyasa rekabeti ve sermaye birikiminin önündeki engelleri sonuna kadar kaldırma) rejimi, 17. asır sonundan itibaren en makul model olarak benimsendi. Bu durumun önceye, 15. ve 16. asırlara dayanan muhtelif sebebleri var, ancak bunların ikisi önemlidir. Birincisi, sömürgecilik yarışına giren Batılı devletlerin, zapt ettikleri topraklardan vergi toplamak yerine hammadde sağlamanın ve manifaktür biçiminde de olsa sınaî üretimle bunları işleyip satmanın ülkeye büyük zenginlik kazandırdığına kanaat getirmeleridir. Toprak ve onun mahdud ziraî üretimi üzerinden değil de işlenmiş mamul mal üzerinden ülkenin zenginliğini artırma temayülü de diyebiliriz buna.

Sömürgelerin bütün kaynakları (insan, sanayiye yönelik ziraî ürünler, altın, gümüş ve muhtelif madenler) ya doğrudan kendi ülkelerine ya da diğer sömürgelerindeki plantasyonlara taşındı. Bunların işlenmesiyle elde edilen artı değer, sömürgeci ülkeler için önceden benzeri görülmemiş bir zenginlik kaynağı oldu. Mesela şeker, Fransızlar ve İngilizlerin 17. Asırda Amerika’daki sömürgelerinde Afrikalı köleleri istihdam ederek üretip kendi ülkelerinde ve diğer memleketlerde sattıkları çok önemli bir mamuldü. Elbette bu ticareti yürüten birilerinin olması gerekiyordu. İlk büyük sermaye şirketlerinin, sömürgecilikle uğraşanlar olduğunu biliyoruz. Kapitalizmin ilk büyük sermaye kaynaklarından birisi bu insan ve hammadde ticaretidir.

İkincisi görünüşte daha ziyade siyasîdir. Reform hareketleri esnasında Kilise mallarının müsadere edilmesi ile hem krallık hazineleri hem de toprak sahibi soyluların kesesi dolmuştu. Lakin krallık idareleri kendilerine siyasî sahada ortak istemediklerinden üretici ve tüccar burjuvayı toprak sahibi soylulara karşı desteklemeye başladılar. 16. ve 17. asırlar toprak sahibi soyluların ya mallarını kaybettiği ya da burjuvalaştığı bir dönemdir. Böylece 17. asır Avrupa’nın kuvvetli merkezi devletler döneminin başlangıcı kabul edilebilir. Krallar güçlenirken, toprak sahibi soylu kesimi zayıfladı. Burjuva kesimi ise sermayesini devlet desteğiyle sürekli büyüttü ve bunu ticaretten ziyade üretim kapasitesini artırarak yapmaya çalıştı. İşte bu, “ekonomi politik”in, yani “iktisad”ın doğduğu dönemdir. Bu mesleği icra eden ve eserler veren kişiler, neredeyse ortak bir sesle üretim artışının tek zenginlik kaynağı olduğunu, bunu da elinde sermaye olan kesimlerin yapabileceğini söylüyorlardı. Onları denetlemek gerekirdi, lakin esas denetleyici serbest piyasa idi. Yaşamak ve ellerindeki sermayeyi daha büyütmek için çok çalışmalı, akıllıca yatırımlar yapmalı, üretim için en makul çözümler bulmalı ve atılgan olmalıydılar. Onların bu vasıfları ülkeyi zenginleştirecekti. Eski lonca sistemi, ayak bağıydı. Üretimin önündeki tüm manialar kaldırılmalıydı. Ülkeyi ve devleti refaha kavuşturacak yeni modelin adı kapitalizm idi. Bu modelde, lonca devrinin kanuni kısıtlamaları kaldırılmış ve yeni icadlar neticesinde üretim haddi olağanüstü artmıştır. Üretim hızla makineleşmeye doğru evrilmiştir. Bu tarz üretim artışının dehşet bir işçi talebi doğurduğu, hırslı ve sürekli sermaye büyütme iştihası dolu sermayedarların işçilerin ücretlerini alabildiğine kısarak daha bir zenginleşme temayülünü taşıdığı bir hakikattir. Bu durum, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir devrin kapılarını açmıştır: Yalnız bu kapılar, mutlu bir devre ve dünyaya açılan kapılardan ziyade bir kâbusa açılan kapılara benzemekteydi. Ülkelerin zenginleşmesinin bedelini, başta kendi halkları olmak üzere bütün dünya ödemekteydi. Marks işte böyle bir dönemde doğup eserlerini vermiştir; eleştiri bombardımanına tuttukları da bu devrin haksızlıkları kadar, hatta ondan daha fazla bunları meşrulaştırmaya çalışan bilim adamlarıdır. Yukarıda sıraladığımız iki ana husus da onun teşrih masasının baş aktörleridir.

Bu dönemde büyük bir içtimaî trajedi yaşandı ve bu halin vicdanlı insanların canını acıtmaması mümkün değil... Marks, geçen yazılarımızda da ifade ettiğimiz üzere hakkaniyet duygusu baskın bir insan ve kurduğu sistem esasında bu hissin aksülameli. Marks, Kapital’de 20 yaşında, çok zengin bir modacının yanında, havasız bir ortamda, yirmi kızla birlikte elbise dikerken aşırı çalışmaktan ölen Mary Ann Walkey’i anlattığı satırlarda, İngiliz madencilerin beş yaşındaki çocuklarının bile çalışmak zorunda bırakıldığını anlattığı bölümlerde ve daha nice yerde bu insanlık trajedisini çok güzel tasvir etmektedir. Cümleleri, Dickens veya Hugo’nun sefalet tasvirlerini aratmayacak bir canlılıktadır. Kısacası içinde bulunduğu haleti ruhiyenin tesiriyle, samimi bir şekilde mevcut cemiyetin durumuna dair analizler yaptığını söyleyebiliriz.
Marks’ın derin bir analitik sezgisi olduğuna şüphe yok. Fakat analizin senteze döndüğü yerde mecburen tecritçi ve toptancı bir yaklaşıma girerek kendi ileri sürdüğü temel tezle mütenakız çözüm teklifleri getirmiştir. Ayrıca bu teklifler sarih değil, muğlaktır ve farklı devirlerde yazdığı kitap ve makalelerde tekliflerinin içeriği değişmektedir. Bu yüzden herkesin kendine göre bir Marks’ı vardır. Marks’ın entegre, külli, her sahaya el atan bütün bir ideoloji kurmadığını Marksistler de kabul etmektedir. Her ne kadar yazdığı her cümleye “kutsallık” atfetseler de, Marks’ın boş bıraktığı sahalar Marksizm açısından büyük tartışmaların doğmasına yol açmıştır. Mesela devletin Marksizm’de var olup olmadığı konusu, Marksistlerin gündemini uzun bir süre meşgul etmiştir. Biz aslen Marks’ın dünya görüşü ve bu görüşün merkezi hüviyetini teşkil eden iktisad sahasındaki fikirleri ile alakadar olduğumuzdan, umumi Marksist literatür şu an için konumuzun dışında kalıyor.

Marks için maddenin ve bilginin kaynağının ne olduğu gibi felsefenin asıl ilgilendiği konular önemsizdir. Ona göre insanların hayatlarında tesir bırakmayan şeylerin ehemmiyeti de yoktur. Materyalizm onda bir akide değildir. Tarih boyunca sınıf mücadelesinden mülhem materyalist bir diyalektik tezi vardır, ama bunu materyalizmin isbatı maksadıyla felsefi bir temellendirme için kullanmaz. Gramsci’nin onun düşünceleri için kullandığı “praksis felsefe” tabiri çok yerindedir. O bir pratik adamıdır ve analizlerinden çok “sezgiye dayalı tecritle vardığı neticeler” bütün fikriyatının çerçevesini belirler. Şu ifade bunun tipik bir örneğidir: “Sorunun kendisi, çözümlemek için gereken maddi koşulların zaten var olduğu ya da en azından ortaya çıkmakta olduğu durumda belirir.” Bu, ancak şahsi tecrübenin sezgi yoluyla elde edebileceği bir bilgidir, terkibî bir hükümdür. Denis Collin’e göre Marks’ın görüşlerine “bilimsel sosyalizm” adını vermesi, analitik metodla bütün içtimaî sorunların künhüne vardığı kanaatine sahib olmasındandı, ancak ortaya koyduğu çözüm önerileri sırf soyutlama esaslıydı. Ona göre “tarihsel materyalizm”in kaçınılmaz neticesinin “sınıfsız toplum” olduğu tezi, onun soyutlamalarının en göze çarpan örneğidir.

Marks’ın iktisad görüşlerinin temel fikri, içtimai refahın ortaklaşa bir üretim sistemiyle azami hadde çıkarılmasıdır. Sermayenin belli ellerde toplanması yerine, proletaryanın (mülksüz, ücretli işçilerin) denetiminde kamuya mal edilmesi gerektiğini söylemektedir. Sermaye, Smith’in tarifiyle kumanda gücü demekse, artık kumanda gücünün, doğrudan üretenlerin elinde olması gerekmektedir. Devrinde yaşamış diğer liberal iktisadçılar gibi, üretim ile içtimaî refah arasında bir bağ, refah ile üretim arasında bir paralellik görmektedir, ama farkı mülkiyettedir: “Herkesin kabiliyeti kadar üretmesi, herkesin ihtiyacı kadar tüketmesi”… Bu basit fakat bir o kadar tesirli ifadenin Marks tarafından özde kabul edildiğini söyleyebiliriz. Üretimin artırılması, hayatı kolaylaştıracak, insanların daha mutlu olmalarını sağlayacaktır.

Klasik iktisadçılar gibi ona göre de tüm cemiyetle birlikte iktisadı yöneten ve insanlar üzerinde onların iradesinden bağımsız işini yürüten kanunlar vardır. Bu kanunlar, cemiyeti oluşturan tek tek ferdlerin iradesinden bağımsız ve onlara rağmen yürür. Diğer taraftan Marks, ferdlerin hayatları üzerinde tasarruf kuvvetlerinin olduğunu da savunmaktadır. İşin doğrusu bu mütenakız ifadeler, Marks’ın maddeye mündemiç diyalektik/birbirini sürekli çeken zıd taraflar düşüncesinden doğmaktadır. Diyalektik düşünce tarzının mistik bir mahiyet taşıdığı aşikârdır; lakin kapitalist sömürü düzenine getirdiği sert tenkidlerin mistik bir desteği olmasaydı bu kadar tesirli olamayacağı da muhakkaktır. Ondan sonra gelen Marksistlerin kafalarını karıştıran hususlardan biri de, Marks’ın kurguladığı ve her duruma göre farklı bir suret alabilen diyalektik anlayışın muhtelif revizyonist hareketlere zemin hazırlamasıdır.

Gelecek sayı aynı bahse devam edeceğiz.

Baran Dergisi 538. Sayı