Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
ve GAZİSAM Müdürü Prof. Dr. Mehmet Seyfettin EROL
 
Suriye’de yaklaşık 5 senedir devam eden bir savaş var. Suriye’de Kürt kantonlarının birleşmesiyle alakalı birçok teori üretildi. Sizce burada uluslararası güçler tarafından tezgâhlanan oyun nedir?
Suriye’deki oyun çok net aslında. Suriye Büyük Ortadoğu projesindeki hedef ülkelerden bir tanesi. Suriye’deki bölünmeyle birlikte bölgede bir Kürt devleti, bir Alevi devleti ve bir de Sünni Arap devletinin inşası söz konusu. Dolayısıyla Suriye’deki operasyon Büyük Ortadoğu Projesi haritasında öngörülen hedefe uygun bir girişimin parçasıdır. İkincisi ise, yeni Suriye haritasıyla birlikte Türkiye’nin ve diğer bölge devletlerinin, özellikle Kürt sorunu üzerinden ciddi anlamda bir iç savaş havasıyla karşı karşıya bırakılarak tehdit edilme durumu. Tehdit altındaki ülkelerin başında Türkiye ve İran geliyor. Bölgede Irak ve Suriye’de yaşananlarla birlikte dört yapıdan oluşan Kürt devleti projesinin ilk iki aşaması tamamlandı. Şimdi hedefte Türkiye ve İran var. Suriye operasyonunun hedeflerinden birisi “Büyük Kürdistan” inşası ve bununla bölgedeki diğer iki ülkenin istikrarsızlaştırılması. Kürt koridoru inşa süreci Türkiye’nin hem jeopolitik-jeostratejik hem de enerji merkezli çıkarlarına-hedeflerine tehdit oluşturuyor. Bu koridorun inşasında ABD, AB ve İsrail kadar bölge devletleri de mevcut tutumlarıyla rol oynuyor. Bunlardan birisi de İran. Çünkü Kürt koridoru ile birlikte bölgedeki boru hatları, sadece Irak petrolünü değil, görünen o ki önümüzdeki süreçte Körfez petrolünü ve eğer İran da sisteme tamamen dâhil edilirse Hazar ve İran enerji kaynaklarını da taşıyacak. Bu da Türkiye’nin bypass edilmesi ve İran’ın ön plana çıkması ile eşdeğer olacak. Bir diğer önemli husus ise, Suriye’deki istikrarsızlık ortamıyla beraber özellikle Arap Ortadoğusu’nun yeniden şekillendirilmesi. Sünni Arap Ortadoğusu Kürtler, Şiiler ve radikal Sünni yeni devlet oluşumları Suriye sonrası daha da hız kazanacak. Dolayısıyla Suriye krizi sonrası bölgenin siyasi haritası önemli ölçüde şekillenecek. İran her ne kadar bazı kazanımlar peşinde olsa da, uzun vadede bu yeni süreçten olumsuz etkilenmesi kaçınılmaz. Dolayısıyla kazanımları kısa vadeli. Buradaki iki devletin inşası çok önemli… Birisi Kürt devleti, diğeri ise IŞİD olarak bilinen Vahhabi ve Selefi ağırlıklı bir devlet yapılanması. Bu iki devletin inşası Türkiye ve İran’ın aleyhine. Çünkü bu iki devlet ile Türkiye ve İran’ın Ortadoğu’yla irtibatları çifte bir hat ile kuşatılmak, engellenmek isteniliyor. İlk hatta Kürt devleti, ikinci hatta ise radikal Sünni, Vahhabi Selefi Arap devleti söz konusu olacak...
 
Türkiye’de Kürt meselesi etrafında yaşanan hâdiseler Suriye’de oynanan oyunun bir yansıması mıdır?
Türkiye’deki hâdise her ne kadar 7 Haziran’a endekslense de, aslında hâdisenin zirve yaptığı nokta 6-8 Ekim Kobani olaylarıdır. Bunu göz ardı etmemek lazım. Kobani’yle beraber böylesi bir terör dalgasının sinyalleri ciddi şekilde verilmişti. 6-8 Ekim’de de bunun provası yapılmıştı. Bu provada Türkiye Cumhuriyeti de anladı ki Suriye ve Irak’ta oynanan senaryonun bir benzeri Türkiye’de gerçekleşecek. Yani Türkiye’deki terör durumu sürpriz değil. Çünkü Suriye’de bağımsız bir Kürt devleti oluşmasıyla ilgili olarak uluslararası çapta bir operasyon yürütüldü. Kobani’de, asıl adıyla Ayn El Arab’da olası bir Kürt devletinin hikâyesi yazıldı. Uluslararası kamuoyuna Kürtlerin bir devletinin olması gerektiği yönünde bir psikolojik operasyon yürütüldü ve bu devletin meşruiyet zemini oluşturulmak istenildi. Kobani bu bağlamda bölgedeki bir Kürt devletinin inşasıyla ilgili uluslararası kamuoyunun hazırlanması noktasında önemli bir rol üstlendi. Burada yazılan hikâyede, Kobani’deki Kürtler, IŞİD’e karşı “özgürlük savaşı” veren laik halk olarak takdim edildi. Kadın haklarına ve özgürlük gibi Batı kamouyunun hoşuna gidecek özel noktalara vurgu yapılmak suretiyle bir sempati oluşturulmaya çalışıldı ve bu devletin inşa sürecine hız verildi. Hemen ardından da Kürt koridoru hâdisesi gündeme geldi. Dolayısıyla Türkiye Suriye’deki girişmelerde sürecin kendisine doğru evrileceğini çok net gördü. Son günlerde İran’da PJAK’ın bir saldırısı da gerçekleşti, İran’a yönelik de bir mesaj var. Oysa İran, IŞİD’e karşı mücadelesinden ve Esad’a verdiği destekten dolayı PYD’ye sempatiyle yaklaşıyordu. Biliyorsunuz, PYD kanadından Esad güçleri ile ittifak kurulabileceğine yönelik mesajlar da gelmişti...
 
İran’ın geçmişten bugüne uyguladığı politikalara baktığımızda Müslümanların faydasına bir hamle yapmış mıdır ve bugün yapabilir mi?
İran, Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgedeki girişimlerin kendi rejimini tehdit ettiğini gördü, öncelikle bunun altını çizmek lazım. İran, her ne kadar Şiilikle ön plana çıksa da, temel hedefinin Pers İmparatorluk alanı olduğu ortada. Bundan dolayı yeri geldiğinde bölgedeki Sünni halklara yönelik olarak da fazlasıyla pragmatik bir politika izlerken, yeri geldiğinde nüfusunun önemli bir kısmı Şii olan Azerbaycan’ın yürüttüğü Karabağ Savaşı’nda Ermenistan’ın yanında yer aldı. İran böylece “öncelikle çıkarlarım” dedi. İran bu politikasıyla yakın çevresinde etkili olmaya çalışıyor. Yakın çevresini kaybettiği takdirde İran kendi içerisinde bu tehdidi karşılamak zorunda kalacak. İran böyle bir şeyi istemiyor. Zaten belli bir döneme kadar da Türkiye ile de iyi bir ilişki kurdu. 2006’da bölgede İsrail ile Hizbullah’ın bir çatışması vardı. Bölgede İsrail-ABD ikilisine karşı, vekaleten bir savaş söz konusuydu. Yine İran kendi beka sorunundan dolayı Irak’taki direnişi ve hatta Saddam’ı destekledi. Şu anda baktığımızda Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen alanlarında etkili olma mücadelesi sergiliyor. Peki, bunun pratikte Müslümanlara bir faydası oldu mu? Bu mücadeleden ne Irak, ne Lübnan, ne Suriye, ne de Yemen kârlı çıktı. Savaş sadece İran sınırları dışarısında karşılanmış durumda ve bu mücadele daha da derinleşiyor. İran’ın yakın çevre politikası, iki ülke arasındaki Kasr-ı Şirin statükosuna da darbe vuruyor. Bu anlaşmayla, Türkiye ve İran arasında Ortadoğu ve Kafkaslarda bir nüfuz alanı paylaşımı vardı. Bugün İran Kasr-ı Şirin mutabakatının koymuş olduğu sınırları çoktan aştı. Yani Türkiye’nin nüfuz sahasında da birtakım faaliyetleri var. Diğer taraftan Suriye’deki savaşın bu kadar uzamasının bir diğer nedeni de İran’ın kendine orada alan açmaya çalışması ve Yeni Suriye’de kendine bir pay edinmek istemesi. İran’ın şu anki mevcut tavrı Türkiye açısından çok da kabul edilebilir bir noktada değil. En azından İran Dışişleri Bakanının Türkiye ziyaretini ertelemesi bile şöylesi bir hassas süreçte doğru bir hareket değildi diye düşünüyorum. Sonuçta iki komşu ülke kendi yakın çevrelerinde, kendi çıkarlarını önümüzdeki süreçte daha da derinden etkilemesi beklenen PKK/PJAK terörüyle karşı karşıya. Ama şu an İran’ın birtakım çıkışlarıyla Türkiye’yi uluslararası platformda zor durumda bırakmaya çalışıyor ve bununla ilgili suçlamaları devamlı surette diri tutmaya çalışıyor. Bu iddiaları kabul etmek mümkün değil. İran bu durumdaki hareketlerini devam ettirirse kaybeden kendisi olur.
 
Türkiye’nin önceden İran ile bugüne nispeten daha iyi ilişkileri vardı; ama şu an sizin de dediğiniz gibi ciddi bir gerginlik var. Diğer taraftan Suriye ve Mısır ile ipler atılmış durumda. Gelinen süreçte Türkiye'nin uluslararası arenada bir hayli yalnızlaştırıldığını gördük. Bunun sebebi nedir?
Türkiye ABD ile ters düştü. ABD, Türkiye’nin bölgede manevra alanı oluşturmasını kabullenmek istemedi. Türkiye’nin özellikle 2007-2012 aralığında kat ettiği mesafe başta ABD ve İsrail olmak üzere bir çok gücü endişeye sevk etti. Türkiye yumuşak gücü ile İslâm dünyasının liderliğine oynuyordu. Türkiye’nin kontrolden çıkma olasılığı ABD’yi yeni bir pozisyon belirlemeye itti ve Türkiye’nin yeni politikasının belkemiğini oluşturan ülke ve örgütleri hedef aldı. Mısır ile Türk dış politikasına önemli bir darbe vuruldu. Daha önce “Türkiye Modeli” üzerinden şekillendirilmek istenilen bir İslâm dünyası söz konusu iken, şimdilerde yeni Ortadoğu üzerinden şekillendirilmeye çalışılan bir Türkiye söz konusu. ABD-İsrail ikilisi bir taraftan Türkiye’yi alandan çıkartırken, diğer taraftan da kuşatmaya ve karşısına yeni rakipler dikmeye çalışıyor. Bütün hedefleri Türkiye’nin direncini kırmak, ona diz çöktürmek ve yeni sürece uygun bir şekilde yeniden dizayn etmek istiyor. İran da bu durumu kendisi açısından değerlendirmek istiyor. İran, Türkiye'nin şu anki “değerli yalnızlık” olarak adlandırılan, aslında “tehlikeli yalnızlık” olarak nitelendirilebilecek durumunu değerlendirip, kendisi açısından cepheyi daraltıp, Türk yakın çevresinde nüfuz alanını genişletme çabası içerisinde. Türkiye'nin mevcut durumundan istifade etmeye çalışıyor.
 
Zaten İran, tarihî boyuncu Müslüman devletlerin yükselişinden rahatsız değil mi?
Tabii ki... Tarih boyunca hiç bir zaman İslâm dünyasının ve Türkiye’nin lehine kayda değer bir adımı yok. Pers İmparatorluğu hedefi İslâm kimliğinin hep önünde olmuş bir ülke. Şiilik burada önemli bir araç konumunda. Yeri geldiğinde Vatikan ile işbirliğinden de çekinmeyen İran’ın Rusya ile işbirliği de Türk-İslâm dünyasının hep aleyhine bir seyre neden olmuş. Osmanlı’nın çöküşünde doğrudan ve dolaylı etkileri olan İran, “Yeni Osmanlıcılık” bağlamında gündeme gelen “Yeni Türkiye” projesinden de ciddi bir şekilde rahatsız olan bir ülke. Bunun için Rusya-Çin ikilisi ile derin ilişkiler gerçekleştiren İran, yeri geldiğinde ABD ile işbirliğinden çekinmiyor. Rusya-Amerika arasındaki gerilime rağmen, her iki ülkeyle de ilişkilerini derinleştirme eylemine girebiliyor.ABD ile yeni bir döneme başlatma sürecine giren İran,Kırgızistan lideri Almazbek Atambayev Tahran’ı ziyaret ettiğinde "İran'ın Şanghay'a üyeliği bundan sonra daha kolay olacak" diyor. Bu arada, Kırgızistan’ın Orta Asya’da Türkiye'ye en yakın devlet olduğunu da unutmayalım. İran, Türkiye'nin alanını etkilemeye yönelik bir hamle yapıyor. Türkiye'yi yalnızlaştırma çabası var, gerek Şanghay'la gerek Batı’yla...
 
Cumhurbaşkanı da geçtiğimiz yıllarda Şanghay'a üyeliği dillendirmişti?
Evet ama, 2012'de Türkiye diyalog ortağı olarak kabul edildi. Bu diyalog ortaklığı da dış kapının mandalı gibi, hiçbir anlamı yok. İran şu an gözlemci statüsünde, son Şanghay Liderler zirvesinde 7. ve 8. olarak Pakistan'la Hindistan alınıyor. İran da 9. üye olarak Şanghay'a girmek istiyor, üyelik olarak Türkiye'den çok daha yakın.
 
Peki, global çapta düşünürsek, Türkiye'yi yalnızlaştırmalarının sebebi nedir?
Bunun pek çok nedeni var. Birincisi, Türkiye'nin potansiyeli ortada. İkincisi tarihsel misyon anlayışına sahip. İslâm’ın her zaman için sancaktarlığını ve kalkanlığını yapmış bir ülke. Haçlı seferlerinde oynadığı rol ortada. “Yeni Haçlı Seferi”nin önündeki en büyük engel yine bu ülke. Ve bu yönüyle aslında İslâm’ın son kalesi. Üçüncüsü, sıfır sorunlu komşuluk politikasında şu görüldü; Türkiye aslında İslâm dünyasında liderliğe her yönüyle çok yakın. İslâm dünyasında, en başta toplumsal olarak bir tabanı var. Türkiye'nin bu süreçte hem halklarla olan irtibatı, hem örgütlerle olan irtibatı iyi. Düşünün, bir taraftan Vahhabi Selefi gruplarla irtibatı var, diğer taraftan İhvan-i Müslim ile irtibatı var. Yeri geldiğinde de İhvan'la Selefileri bir araya getirebilecek kapasitesi de söz konusu. Bu faktör İslâm dünyasındaki tüm ayrılıkları giderebilecek bir potansiyele işaret ediyor. Bugün İslâm dünyasını bölmek isteyenler açısından Türkiye'nin bu gücü asla kabul edilemez. Bunun için birçok yönteme başvuruluyor. Etnik-mezhepsel fay hatları derinleştiriliyor, çatıştırılıyor. Bu kapsamda İran'ın oynadığı role baktığınızda, 1.7 milyarlık İslâm dünyasında sahip olduğu Şii jeopolitiği ile bu bütünlüğün önünde bir engel. Ve İran’ın bu durumu Batı tarafından bir kez daha kullanılıyor. İran ne yazık ki buna müsaade ediyor. Bir de Sünni İslâm dünyası içerisinde ikilemler meydana çıkarılıyor. IŞİD gibi Vahhabi-Selefi yapıların doğmasına sebep olabiliyor. Bunu Ehl-i Sünnet vel Cemaat çizgisindeki İslâm anlayışıyla engelleyebilecek tek ülke Türkiye.
Bu süreçte Türkiye’nin dış politikadaki en önemli ortaklarından olan Mısır'a darbe vuruldu. Mısır'da biz sadece Mursi'yi kaybetmedik, Mısır'la birlikte Türkiye'nin alandaki en etkin ilişki içerisinde bulunduğu ılımlı yapısıyla ön plana çıkan İhvan hareketi de ciddi anlamda darbe aldı. Bangladeş’le olan ilişkilerimiz de başta Gulam Azam olmak üzere, Cemaat-i İslâmiye liderlerinin idamları sebebiyle darbe aldı. Oysa, İhvan'dan Cemat-i İslâmiye kadar tüm İslâmi gruplar Türkiye'nin ağzından çıkacak söze bakıyordu. Bugün ise hem Cemaat-i İslâmiye, hem de İhvan'a karşı ciddi anlamda bir operasyon var. Sünnî yapılar İslâm dünyasından teker teker tasfiye edilmeye çalışıyor. Böylece Türkiye’ye de operasyon yapılıyor, eşzamanlı hareket ediliyor. Türkiye İslâm dünyasında da sorunlu hale getirilmeye çalışıyor. Türkiye’nin inisiyatif sahibi olduğu projeler birer birer sabote ediliyor; Örneğin, D-8. Türkiye D-8 projesi içerisinde yer alan bazı devletlerle şu an sorunlu. Oysa, D-8 Türkiye ve İslâm dünyası adına önemli bir fırsattı, fakat ne yazık ki değerlendirilemedi, aynen ECO gibi. Türkiye'nin acil bir şekilde dış politikada revizyona gitmesi gerekiyor. Bu noktada yeniden güveni tesis edebilecek isimlerin ortaya çıkması ve pragmatik şekilde hareket etmesi lazım. En kısa vadede çözülmesi gereken sorunların başında, dış politikaya yeni bir yaklaşım getirilmesi geliyor. Aksi takdirde işimiz zor.
 
Türkiye'yi Irak’ta, Suriye'de ve Mısır'da yaşananlarla yalnızlaştırdılar. Çevresine müdahale edemez duruma geldi. Diğer taraftan içeride birtakım hâdiseler yaşandı. Yeni bir sürece girilse ve revizyonlar yapılsa da, yaşanan hadiselerle birlikte devletin çarpık görüntüden kurtulamadığını görüyoruz. Sistem yama tutmaz halde, bu durumun temel sebebi nedir?
Temel sorun sistemle ilgili. Sistem milli değil. Sistemin hızlı bir şekilde millîleştirilmesi ve kendi tarihsel, coğrafi gerçeklerine ve değerlerine uygun bir hale getirilmesi gerekiyor. Türkiye'deki mevcut yapı, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin bize dayattığı, Batı dünyasına, kulübüne tam entegrasyonu hedefleyen bir yapı. Kökenleri ise bizi yarı sömürge haline getiren 1838 tarihli Balta Limanı Anlaşması’na kadar uzanıyor. Türkiye Birinci Dünya Savaşı ile bir dip yaptı ve bir fırsatı yakaladı. Ama dediğim gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmeler, dayatmalar bizi bugünkü sistemin içerisine itti. Türkiye Soğuk Savaş sonrası süreçte tekrar bir millileşme hamlesi başlattı ve bu her şeye rağmen devam ettiriliyor. Çünkü Büyük Türkiye için arınma süreci kaçınılmaz. Milli görüşü hakim kılmak zorundayız. Aksi takdirde mevcut yapıya yama tutturmak mümkün değil. Dolayısıyla, Türkiye'nin yeni dünya yapılanması ya da İkinci Yalta süreci olarak adlandırabileceğimiz bu yeni dönemde kendi iradesiyle birtakım düzenlemelere gitmesi şart. Bunun için de güven şart. Türkiye'nin bu yeni süreci çok iyi okuyarak siyasi yönden güveni tekrar tesis edici adım atması gerekiyor.
 
Bugün Türkiye'de yaşanan hâdiselere baktığımız zaman siyasi partilerin hiçbirinin çözüme dair adım attığı yok. 1 Kasım'daki seçimde nasıl oy devşiririm zihniyetiyle hareket ediliyor. Şimdi bu görüntü topyekûn sistemin çarpıklığını ve krizini işaret etmiyor mu?
Türkiye 7 Haziran'da böylesi bir kriz beklemiyordu. Ama şu anki mevcut tablo, şu haliyle sistemi tıkamış vaziyette. Yani sistemin bu halde devam etmesi pek mümkün değil. Burada bir çıkmaz durumu söz konusu. Şu an tam bir kısır döngü var. Diyelim ki 1 Kasım'da AK Parti tamamen güçlü bir şekilde geldi; ama öyle bir atmosfer oluştu ki hadiseleri çok farklı duruma çekebilecek unsurlar var. En azından HDP'nin verdiği mesaj, kullandığı dil siyaseten çözüm adına çok ümitvar olmamızı engelliyor. Yapıcı bir siyaset, sorumluluk, duyarlılık gerekiyor. Sonuçta bu ülke hepimizin. Aynı gemideyiz ve başka gidecek bir yerimiz yok. 1 Kasım bundan dolayı önemli bir sınav olacak.
 
Yani istikrar getiriyor dedikleri demokrasi rejimi çok kolay şekilde manipüle edilebilip, istikrarsızlık getirebiliyormuş.
Demokrasi aslında bir süreçtir ve tek tip bir demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Fakat tüm dünyaya sadece Batı tipi demokrasi dikte/empoze edilmeye çalışılıyor. Batının değerleri, güç odakları ve gerçekleri ile dünyanın diğer kesimlerindekini bir tutmak, en azından demokratik bir anlayış olmaz. Batı bu çelişkiyi yaşıyor ve bu çelişkisini takıntı yapmış vaziyette. Batı, kendi demokratik anlayışı üzerinden tek tip bir dünya inşa etmeye çalışıyor. Tek tip dünyanın adına da demokratik dünya diyor. Bu doğru değil.
 
Genlerimizle uyuşmuyor.
Batılı tarzda düzenlemeler, kurumsal yapılanmalar, insan hakları çerçevesinde ön plana çıkartılan birçok sapıklık, çarpık uygulama ve “değerler” vb. aklınıza gelebilecek birçok husus İslâm dünyasının kendi gerçekleriyle çoğu zaman örtüşmüyor.
 
Diğer taraftan Batı’da devletlerin bir milli politikaları var, başa gelen kim olursa olsun bunu takip ediyorlar değil mi?
Tabiî orada sistem var. Sistem, o devleti oluşturan güç ve çıkar grupları ile bire bir özdeş ve milli. Bu sistemin bir de görünmez eli var. Kırmızı çizgi aşıldığında devreye giriyor ve hiç bir şekilde sistemden taviz vermiyor. Dolayısıyla Batı dünyasında herkes yerini bilir. Sistemi zorlayan bunun sonucuna katlanır. Bunun birçok örneği var. Türkiye uzun zamandır yitiği olan milli sistemin inşası mücadelesini veriyor. Bunu gerçekleştirdiği takdirde İslâm dünyası da büyük bir huzura erecektir. Çünkü İslâm dünyası bu sistemin ve güç boşluğunun olumsuzluklarını yaşıyor.
 
Milli bir yapılanması olması gerektiğini söylediniz, bu yapının temelindeki fikir ne olacak?
 Osmanlı'ya bakıldığında 3 temel vardır. Saray,  Medrese ve Yeniçeri… Sistem bu üçayak üzerine kuruluydu ve ahlâk burada en büyük faziletti. Bu ahlâkın kaybolmasıyla birlikte sistem kendi içerisinde birbirini yemeye başladı. Önce Medrese yendi. Sonrasında Yeniçeri ve Saray birbiriyle mücadeleye girdi ve Yeniçeri kaybetti. Sonrasında da Saray imparatorluğu infilak ettirdi. Ve o denge bir türlü sağlanamadı. Türkiye'de bu üçlü dengenin yeniden tesis edilmesi gerekiyor. Bu inşaya önce kavramlarla başlamak lazım. Çünkü kavramlar önemli ölçüde bozuldu. Bizi ifade eden kavramlar değil. Dolayısıyla sorunlarımız bile teşhis edilemiyor. Türkiye'de kavramlar üzerinden ciddi bir yıpratılma ve sisteme zarar verme durumu var. Kavramlar üzerinde tekrar tekrar durmak gerekiyor. Bunu her yazımda belirtiyorum, kavramlar yeri geldiğinde serseri mayın gibidir! Burada aydınlara büyük ölçüde rol düşüyor. Fakat günümüzdeki en temel sorunlardan biri de aydın niteliğiyle ilgili. Milli düşünceye yer verilmiyor. Adında milli geçen her şey hedef haline getiriliyor. Bu doğru değil. Kendini küreselci ilan eden, globalizmi kutsallaştıran bir kesimin yoğun saldırısı altındayız. Kendi değerleriyle, tarihiyle, milleti ve devletiyle sorunlu olan bu yeni yetme aydın tiplemelere, zihniyete fazlasıyla dikkat etmek gerekiyor. Türkiye’nin sorunu aslında bir aydın sorunudur.
 
Söylediklerinizden anladığımız kadarıyla İslâm ahlâkını haiz bir toplum oluşmadan, kurtuluşa giden bir yapı inşa edilemeyecek. Doğru mudur?
Ahlâk her şeyi içine alır. Ahlâk, İslâm dünyasının ve pek tabii ki Türkiye'nin en temel sorunu. Bu sorunu aştığımız an tekrar tarihteki onurlu ve güçlü yerimizi alabiliriz. Aksi takdirde İslâm dünyası üzerinde oyun oynanamaya devam eden büyük bir alan olmaya devam edecektir. Unutmayalım, Anadolu’yu ve bizi biz yapan İslâm ahlâkımızdı. Bizi Balkanlara taşıyan, Viyana önlerine kadar götüren, dünya imparatorluğu yapan buydu. Şu an bunu kaybettiğimiz için böyleyiz. Bu bizim en büyük sorunumuz. Ahlâklı bir nesil inşası şart. Gençliğimizi kaybediyoruz. Millî ve manevî değerlerine sahip, o bilinçle yetişen gençlik oranı, Türkiye’nin diğer alandaki büyüme oranlarıyla paralellik arz etmiyor. İslâm dünyasına ve Türkiye’ye yönelik yoğun bir operasyon var. Nesilleri dejenere etmek, toplumun temeli-sigortası olan aileyi yıkmak istiyorlar. Buna izin vermemek lazım. Bu bir felaketin habercisidir. Bir an önce tedbir almak gerekiyor. Aksi takdirde, tarihsel misyonumuzu gerçekleştirebilmemiz mümkün değil. Bırakın bu misyonu gerçekleştirmeyi, bizi tarihe gömerler.
 
Teşekkür ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim.