Allah insanı ruh ve nefs kutuplarıyla yaratmış ve ruh kutbunu gerçekleştirmesiyle imtihan etmiştir. Ayrıca insanı başıboş ve rehbersiz bırakmamış, Peygamberler göndererek hakikatini bulmasına ve gerçekleştirmesine yardım etmiştir. Allah’ın bir ismi de “El-Muin”/kullarına yardım edendir. Zira kul sınırlı aklı ile sınırsızı kuşatamaz, Mutlak Fikri kuramaz. Peygamberlere ve onların getirdiği kitaplara muhtaçtır.

İnsanoğlu ile birlikte, en başından itibaren hak ve batıl kutupları var olmuştur. Bu minvalde materyalizm ve idealizm kutuplaşması çok eskidir. Bilinen en eski düşünce ürünleri olan antik Yunan’a kadar uzanır. Fakat insanlık düşünce tarihi eski Yunan’dan da eskidir. Bu husus Batı merkezli propaganda ve eğitim gereği gözlerden kaçırılsa bile, Mezopotamya (Babil vs.), İskenderiye (Mısır), Hindistan vs. var. Bunlar kadim medeniyetler ve eski Yunandan daha eski. Bu husus konumuz dışında olduğu için materyalizmin kaynağı olarak Demokritos ve Aristo’ya, idealizmin kaynağı olarak Sokrat ve Eflatun’a gitmeyeceğiz.

Batı’nın rönesansı ve aydınlanmasıyla birlikte atağa geçen materyalizm ağırlıklı düşünce tarzına, onun türevleri olan pragmatizm, kapitalizm, komünizm, modernizm ve post modernizme kısaca temas edeceğiz. Bunların insan ve toplum anlayışlarıyla İslâm’ın insan ve toplum anlayışlarını karşılaştırırken “mekanik insan” ile “önce insan” farkına dikkat çekmek istiyoruz. Ve işin ilginci Batı’nın rönesansı, kilise tasallutundan kurtulmak için insan merkezliliği esas alır ve insanın hürriyet alanını kiliseye karşı geliştirirken, neticesinde vardığı yer ise mekanik insan ve kâinat tasavvurudur. Cemiyeti mekanik bir şablona oturtmak ve oradan kitleleri yönetmektir. Özgürlük, hümanizm vs. derken mekanizme varılmıştır. Batı’nın kişi hak ve hürriyetleri mevzuunda çektikleri çileler saygı ile izlenirken, dünyayı da beraberinde sürükleyerek vardıkları bu nokta da ibretle takip edilmelidir. Batı temel hak ve hürriyetleri elde etmek için bu kadar boğuşurken, İslâm âleminin “Dinde zorlama yoktur” ölçüsü çerçevesinde geniş bir din ve vicdan hürriyeti ve bununla birlikte üstün bir kişi hakkı uygulaması vardı.

Mekanik insan ve kâinat tasavvurunun kaynağı Newton’dur. Newton’un saat gibi işleyen kâinat algısı peşinden bu anlayışa uygun insan profili doğurmuştur. Pozitivizm ve bilimcilik anlayışı da bunu takviye etmiştir. Aslında bağnazlık sayılan düz bir ilerlemeci çizgi ile katı determinizmin izdivacı materyalizme hayat öpücüğü olmuştur.
Mekanik ve düz ilerlemeci çizginin bir örneği olarak pozitivizmin (A. Comte) üç hâl yasası sayılabilir. A. Comte, toplumları kendi determinist anlayışına göre (determinist de değil, kendi kurgusuna göre) “teolojik evre, metafizik evre, pozitif evre” diye sınıflar. K. Marks’ın tarihi maddeciliği de benzer sınıflamayı yapar (ilkel komünizm, antik üretim tarzı, feodalizm, kapitalizm ve komünizm), proletarya algısı da mekanik bir tasnif içerir. Rastlantı ve varyasyonlar üzerinde mekanik bir düzenek olan Darwin’in doğal seleksiyon teorisi de düz ilerlemeci çizginin ve mekanik kâinat tasavvurunun örneğidir. Hiçbir amaç içermeyen, sanat, felsefe ve bilim çalışmalarıyla medeniyetler kuran insanoğlunu dışlayan bir “evrim teorisi”, insanı ve doğayı açıklamakta çok çok yetersizdir. Kısaca hayat, şablonları kabul etmiyor; hayatın ve insanın en büyük özelliği, sırdır. Sır idraki ise İslâm’dadır, insanın hakiki özgürlüğünün, bizatihi kendisini bulacağı noktanın İslâm’da olması gibi...

Tüm mekanik ve determinist kâinat algısına karşı, kuantum fiziğinin onların katı determinist ilkelerini yıktığını ve Newton fiziğinin, günlük hayatımızda cari olsa bile, atom-altı parçacıklar dünyasında iflas ettiğini belirtelim. Çağın bilim buluşları da İslâm’ın tezlerini desteklemekte ve isbat etmektedir. İnsana ve kâinata mutabık olan İslâm’ın tarih anlayışıdır. İslâm’ın, ruh ve nefs kutuplarını ayrı ayrı değerlendirilmesi, insanı ve toplumları kronolojiye göre değil, iniş ve çıkışlarıyla ele alması, insandan çıkan her şeye değer vermesi ve hakikatini göstermesi, kısaca insanı mekanik olarak değil de canlı olarak ele alışı buna misaldir.

“Mekanik insan” mevzuuna duygusal cihetten bakmamız meseleyi daha berraklaştıracaktır. Mesela iki insan aynı şeylere sevinebilir veya üzülebilir, fakat sevinç ve üzüntüleri aynı derecede olamaz. Modern-kapitalist insan tipinde reklamlardan dizilere, sanatçı denen müsveddelere kadar davranışlar, jest ve mimiklere varıncaya kadar taklit edilmektedir. Rol modeller ve Süpermen çizgi filmleriyle, sahte kahramanların yapay dünyası ile kitleler (burada çocuklara dikkat!) oyalanılıyor. Böyle bir mekanik kitle oluşturulmak istenmektedir. Tıpkı maymunun insan davranışlarını taklidindeki komikliklerine şahit olmaktayız. Tersinden Darwin haklı çıkıyor. Başka bir misal: Bir toplulukta biri espri yapıyor, topluluktaki herkes aynı tempoda aynı kahkahayı patlatıyor. Hiçbir insanın refleksleri ve sinir sistemi aynı olamazken, seri malı-fabrika üretimi bir nesil oluşmaktadır. Garip ve komik bir durum…
Komik demişken, gülmenin sadece insana özgü ve bunun insanın metafizik varlık oluşunun delili olduğunu “Gülme” adıyla müstakil bir eserde inceleyen H. Bergson şöyle der:



“Bir fikir, konuşmanın başından sonuna kadar büyüyen, filizlenen, çiçek açan, olgunlaşan bir şeydir. Hiçbir zaman durmaz, kendini asla tekrar etmez. Her an değişmesi şarttır zira değişmeyi bırakmak, yaşamayı bırakmak demektir. Jestler de yaşam gibi canlı olmalıdır. Hayatın temel kanununa, asla kendini tekrar etmeme şartına o da boyun eğmelidir! Ama işte, bir baş veya kol hareketi sürekli aynı, düzenli aralıklarla kendini tekrar ediyor. Bu hareketi farketmişsem, dikkatimi dağıtmayı başarmışsa, yeniden ortaya çıkmasını bekliyorsam ve beklediğim anda da ortaya çıkıyorsa, istemeden de olsa gülerim. Niçin? Çünkü artık önümde otomatik biçimde işleyen bir makine vardır. Bu artık hayat değil, hayatın içine yerleşmiş ve hayatı taklit eden bir otomatizmdir. Gülünçtür.”

Modernizmin kölesi olan insan, estetik birçok hasletini kaybeder. Mesela ona bir evi tarif ederken ne kadar güzel özelliklerden bahsedersen bahset, anlamıyor. Ancak evi övmek için, “On bin dolarlık ev” dendiği zaman anlıyor. Sıcaklık ve tabiîlik ifadesi olan ruh çekildiğinden birçok modern yapı için, etrafındaki tabiat güzelliğini saymazsak, “modern ve soğuk” diyebilirsiniz. Bunu kırmak için sıcak malzemeyi (ahşap vs.) modern yapılara sokmak istemekteler; böylece insanla evin bağını tekrar kurmayı arzuluyorlar. Fakat modernleşmenin getirdiği şehirleşme ile bu ne kadar mümkün? Her şeyden önce insanın köreltilen estetik duygularını canlandıracak küllî bir anlayışa ihtiyaç var. Aksi halde yapılanlar soğuk beton binaların içine bir saksı yerleştirmekten öte bir mana ifade etmez. Mekanik olmayanı anlamayan modernlik, aslında insanı ıskalıyor, onu moderne-maddeye feda ediyor. Nerde “önce insan” algısı?

Madem duygulardan bahsediyoruz -ki “insan önce hisseder, sonra fikreder”- devam edelim. Burada duygudan kasıt beş duyu değil, insanın batınî duygularıdır, müşterek his, aşk-vecd halidir. Ve insan, zıtları birleştirebildiği anda, vecd halindedir. Bu sözü ise Ölüm Odası’nda zıtlar arasında gidip gelinmesinin ilhamı ile ifade ediyorum. Allah’ın ayetleri-tecellileri olan kâinata İslam’ın hasrı içinde bakabilmek ve bunun vecdini duyabilmek için. Buna madde de dâhil, öyle ki maddenin ardındaki sırrı kurcalarcasına. Demek ki bizim maddeyi tasarrufumuz maddecilerin tasarrufundan daha derindir. Günümüz Müslümanlarının hali bu sırdan uzaktır ama “İstikbal İslam’ındır!” Bu tezi zıddımız doğruluyor.

Batı dışı modernleşme sürecimizden kısaca bahsedelim. Batı kendi geleneği içinde moderni çıkarırken, bizim onların sürecini atlayarak modernleşmeye kalkmamız saçmalık veya komiklik olduğu gibi neticesi de başarısızlık olmuştur. Kendi modernimizi doğuracağımıza bunu da anlamayarak Batı karşısında duyulan eziklikle yenileşmeyi Batılılaşmak olarak algıladık. Hâlbuki devşirme kültürle ne Batılılaşma olur, ne de şahsiyet olunur. Zaten şahsiyeti olmayanın da hiçbir şeyi olmaz. Batı kendi modernini doğururken, bir çile çekmiş ve oluş sancısı sonucu eserini vermiştir. Bizdeki Batı taklitçilerini kastederek soruyorum: Hiç doğum sancısını taklit ederek doğum olur mu? Aslında doğum sancısı taklidi bile yapılmamıştır. Bizdeki Batıcılar (Kemalistler) bu kadar ucuz soydandır.
Bilim ve objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, materyalist anlayışın hâlâ eğitim sisteminde cari olduğunu ve bu şuur süzgecinin tesiriyle muhafazakar ve Müslümanın da bu sakatlıkla malûl olduğunu üzülerek belirtelim. Modernizmin ilim anlayışıyla İslâmî eğitim verilmektedir. Ve ilahiyat ve Diyanetin yetiştirdikleri de reformist ve rasyonalist olmaktadır. Kurgulanmış mekanik kâinat anlayışına paralel kurgulanmış akıllar yetişmektedir. Birbirinin kopyası türünden, al birini vur öbürüne. Şahsiyetsiz, tarzsız, usulsüz kişiler, hocalar. Modern ve ilkel bir nesil doğduğunu, Cumhuriyetin şen sıpa tipinin bu şekilde sürdüğünü söyleyelim.

Her insan ayrı bir şahsiyet olduğu gibi, öğretmen olanlar da şahsiyetleriyle tebarüz etmelidir. İdeolojilerin bırakıldığı günümüzde tekdüze bir eğitim mahsulleri olan öğretmenlere karşı eski kuşağın öğretmenleri daha farklıydı; hemen hemen hepsi nevi şahsına münhasır idi, kimi fanatik tutkulu veya takıntı derecesinde olsa bile eğitme biçimleriyle şahsiyetleri arasında ilgi vardı. Tarzı, üslubu vardı. Şimdi bunlar da kalmadı. Seksen sonrası 24 Ocak Kararları ve kapitalist sistemle entegre olma çabaları sonucu hızla otomatlaşmış bir nesil doğdu. Ak Parti’nin de, bu sürece uyumu ile meyveleri verildi. Buna sebep olanlar da şikâyet eder hale geldi; ama çözüm üretemiyorlar, çapları ve kadroları müsait değil. Yani onlar da seri malı olmuşlar. İnsanın hamle ve değişim gücüne (önce içte inkılap, sonra dışta inkılap) saygı duyuyoruz. Ve ortamın buna müsait olduğunu ve davet ettiğini müşahede ediyoruz. Bu da müsbet bir gelişme. Robotlaştıran eğitimden kurtulmalıyız. FETÖ’nün okulları buna misaldir. Pink Floyd’un hicvettiği fabrikadan seri mal üreten gibi nesiller çıkaran, robotlaştıran eğitimdir. Devlet, kendi siyasi emellerini değil, düşünme alışkanlığını kazandırmalı. Benimsetme ve şartlanma değil, irfanı ve sır hikmetini tanımak ve milletini sevmek, nefsin esaretine karşı, ruh ve kalp özgürlüğünü bilmeyi öğretmelidir… Hatta öğretmeli değil, hissettirmeli, yaşayışıyla vermeli. Bunları verse yeter: “Kendini tanı”.

İnsan ve bilgi ilişkisindeki çarpıklık üzerinde de durmalıyız. Bilgiyi varlığın dışında bırakmak, insan var oluşuyla ilgisini kesmek. Bilgi için bilgiyi aramak, hatta çıkar ve sömürge için bilgiyi amaç görmek, teknolojik üstünlüğe sahip olmayı (bilgiye sahip olarak) kendi üstünlüğü olarak görmek ve öbür medeniyetleri sömürü ve zorbalığa layık, gelişmemiş, geri kalmış insan soyu olarak görmek. Bütün bunlar Batı’nın kibri ve maddeyi kutsamasına yol açmış, ilahî olanı red için insanı merkeze koyarken (hümanizm, insan hakları, özgürlükler vs.) aslında insandan ziyade maddeye değer vermiştir. Derinliğine insan özüne değil de, maddeyi tasarruf eden teknolojiyi icad eden genişliğine insana değer vermiştir. Bilim de değerini buradan alır ve bu açıdan kutsanır, sanki değer yargısı gibi değer görür. Tabiî kendi tekellerinde olduğu müddetçe.

Öğrenmek kişinin kendi kendine var ettiği bir olgudur. Peygamber sözünde, “Ya öğreten ol, ya öğrenen; üçüncüsü olma” şeklinde öğrenme teşvik edilmesine rağmen, modernizm öğrenmeyi de metaya çevirmiş, kişinin varoluşuyla ilgisini kesmiştir.

Hayatın mânâsı laboratuvar ortamlarından çıkmaz. Metalaşmış bilgi ile de hakikate ulaşılamaz. Ancak kendimizi ve kâinatı irfansız-hikmetsiz tek düze tanımış oluruz. Aslında Batı’nın bilim ve teknik algısıyla eşyanın hakikatine ters düşülmüş oluyor. Bugün Batı’nın bin bir akıl harikası keşifleri yanında “neden buhran içindedir?” diye düşünmek gerek. Maddî keşifleri onlara niye bıraktığımızı da. Zira İslâm’ın altın asırlarında durum böyle değildi.
Fikir ve irfan derinliği olan, insan ve kainat tasavvurumuzun işaret dilini oluşturan BD-İBDA dünya görüşü, mekanik düşünmeye alışanlar tarafından yadırganır, ters gelir; kafa konforunu, şablonları ve ezberleri bozduğu için. Halbuki insan kelimelerle düşünüyor ve düşüncede ne kadar ufku genişse hürriyetine ve insanî özüne o kadar yaklaşıyor. Birbirine zıt kelimeler bile “zıtların birliği-kesrette vahdet” esprisi içinde Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası” ve öbür eserlerinde işlenir. İnsanın özüne, varlık hikmetine göre geniş bir bakış açısıyla özgürlük alanı açılır. Fakat mekanik düşüncenin dar kalıplarını aşma çabasında olanlara hitap eder ve onu kendi oluş orijinalliğine davet eder. 

Baran Dergisi 568. Sayı
30.11.2017