15 Temmuz darbe teşebbüsünün akamete uğratılmasıyla, müteaddit kere söylediğimiz fakat bir türlü anlatamadığımız birçok husus anlaşılır oldu. Neticede, bu memleketin, vatanın ve din-i mübîn-i İslâm’ın felahını arzulayanlar ile yaklaşık bir asırdır Batı nâmına memleketin idaresini elinde bulunduran, Batı’nın menfaatlerini memleketin ve dahî kendilerinin menfaatleri üzerinde tutanlar arasındaki çizgi iyice keskinleşti. Bu kutuplaşmada, Müslüman Anadolu halkının ve memleketin bekâsının yanında saf tutanları “millî cephe” diye isimlendiriyoruz; karşı cepheyi ise bilhassa CHP ve hempasında temayüz etmiş kökten batıcı güruh olarak nitelendirebiliriz. Her ne kadar, bu memleketin öz değerlerine düşman olan güruh, darbe teşebbüsünün ardından, halkın öfkesinin altında ezilmemek için “millî cephe”ye yanaşmış olsa da, zaman geçtikçe asıllarına avdet ettiler ve bir çamur gibi yapıştıkları “millî cephe” kayasından dökülüverdiler.

15 Temmuz sonrası süreçte Müslüman halkın bu memleket zor duruma düştüğünde olanca kudretiyle mücadele edeceği ve canını bile vermekten imtina etmeyeceği bir kez daha anlaşıldı. Fakat ne yazık ki memleketi idare pozisyonunda bulunanların (sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar olan millî ve haysiyetli siyasîleri tenzih ederiz) sadece ahvali idare mesabesinde kaldıkları da fâş oldu. Darbe teşebbüsü Müslüman halkın destansı direnişiyle püskürtüldü. Müslüman halkın hiç kimseden bir direktif beklemeden sokaklara inmesinin yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dik duruşu kati neticenin alınmasında büyük tesir sahibiydi. Fakat bizim burada dikkat çekmek istediğimiz, bu süreçte adından çokça bahsedilmesine mukabil, hakkı tam olarak verilmeyen Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli...
Bahçeli, 15 Temmuz gecesi darbe teşebbüsüne karşı çıkıp ilk açıklamayı yapan siyasî olmasının yanı sıra 15 Temmuz sonrasında sergilemiş olduğu tavır ile hiç kimsenin değil, milletin adamı olduğunu göstermeye devam ediyor. Esasında Bahçeli’nin bu tavrı birçoklarının söylediği gibi 15 Temmuz sonrasında gelişmiş bir refleksten ibaret değil.

1999 senesinde MHP’nin başına gelen Devlet Bahçeli’nin hemen hemen her mitinginden sonra söylediği bir söz var; “önce ülkem ve milletim sonra partim diyorum”... Bahçeli’nin bu sözü lâf olsun diye söylemediğini, âdeta kendisine şiâr edindiğini anlamak içinse 17 yıllık genel başkanlık sürecindeki tavrına bakmamız yeter; böylece 15 Temmuz sonrası duruşunun da bir refleks olmadığını görürüz. Bahçeli’nin kıymetinin bu denli geç anlaşılmasının altında ise genel başkanlık serüvenine başladığı demlerde DSP’ye koalisyon ortağı olma hatası yatmaktadır. Zira 2002’de yapılan seçimlerde, en azından yüzde dokuzluk kemikleşmiş bir oyu olan MHP baraj altı kalarak Müslüman Anadolu insanı tarafından cezalandırılmıştır. Gerek bu hatadan, gerekse de Türkiye’de muhalif olmanın ne demek olduğunun tam olarak idrak edilmemesinden Bahçeli’nin bugüne kadar yaptığı uyarılar da “siyaseten” yorumuyla geçiştirilmiştir.

Bugünden baktığımızda;

Devlet Bahçeli’nin, yargıya FETÖ’cülerin kolayca yerleştirilebilmesinin önünü açan 2010 anayasa değişikliği referandumuna temkinli yaklaşmasının ve referandum sonrasında “Anayasa değişikliklerinin Türk milleti tarafından kabul edilmesiyle Türkiye için hayati risk ve tehlikelerle dolu karanlık bir döneme girilmiştir” derken kastettiği şeyin ne olduğu daha net anlaşılıyor.

Bahçeli’nin, demokratik açılım paketinden mülhem takındığı tavır ve her platformda sarfettiği “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur, bölücü terör sorunu vardır. Buna Kürt sorunu demek bin yıllık kardeşliğimizi zedeleyecek bir kavram kargaşasına yol açar” sözleri de hepimizin hatırında...

Aynı Bahçeli, memleketin salahı ve Müslüman Anadolu insanının menfaati için yeri geldiğinde Ak Parti’ye omuz vermekten de çekinmemiştir.

2007’de gerçekleştirilen ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla sonuçlanan seçimler öncesinde üretilen sunî “367” krizi seçime kendi adayıyla katılan MHP’nin tavrı sayesinde uzamadan çözülmüştü. Başörtüsü meselesinde de Bahçeli Müslüman Anadolu insanının hissiyatına hitap eden bir tavır sergilemişti.

Bahçeli son olarak başkanlık sistemi ve anayasa değişikliği referandumuna yeşil ışık yakarak, Türkiye’de, “karşı yanlış”a saplanıp muhalefet etmek maksadıyla ihanet ettiğinin dahî farkına varmayan muhalefet anlayışını siyasî parti bazında yıkan sayılı liderlerden birisi olmayı başarmıştır.

15 Temmuz gecesi ve sonrasında da Üstad Necib Fazıl’ın Ülkücü gençliğe üflediği ruh kendisini bir kez daha gösterdi. “İslâm’ın hakimiyeti, ümmetin topyekûn kurtuluşu dâvâsı söz konusu olduğunda, garazsız ve ivazsın bütün mü’minler kardeştir” ölçüsünce tüm mü’minler tankların karşısına dikildi. Böylece, Ak Parti ve MHP tabanının esasta aynı mânâdan beslenen ve sadece usulde ayrışan bir çizgiye sahip olduğu tekraren anlaşıldı. Bir “millî cephe” oluştu.

Tabiî olarak MHP’ye ve Üstad’ın tabiriyle “Müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk” olan Ülkücülere yönelik yapacağımız en önemli tenkid ve tavsiyeyi de es geçmeyelim. Bugün Ülkücüler, meselelere “milliyetçiliği mazrufundan ayırıp araya ırkçılığı yerleştiren” anlayışa mukabil; ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer vermeyen, İslâm merkezli bir anlayışa nisbetle yaklaşmakla mükelleftir. Zira bugün batıda “Türk, Müslüman; Müslüman ise Türk” şeklinde bir algı vardır. Müslüman Türklerin bunun hakkını vermesi, İslâm’ın izzet ve şerefini bu topraklarda yükselterek tüm dünyaya göstermesi boyunlarının borcudur; boynumuzun borcudur.

Baran Dergisi 511. Sayı