2- LOZAN MUAHEDESİ
 
Üzerinde çokça tartışmalar yapılan Lozan Muahedesi’ni değerlendirirken, her şeyden önce Millî Mücadeleyi yürüten I. Meclisin Lozan’ı neden kabul etmediğini düşünmek zorundayız. Meclis zabıtlarında da geçtiği üzere, Mehmetçiğin kanının Lozan’da heder edilmemesini şiddetle savunmuştur. Lozan’a Rauf Orbay gibi tecrübeli isimler dururken İsmet İnönü’nün gönderilmesi de mecliste epey tartışmalara yol açmıştı. 

Lozan, her şeyden önce iki tarafın karşılıklı eşit masalarda oturduğu bir antlaşma değil, isminden de görüldüğü üzere “Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı”dır. I. Cihan Harbi’nin galip devleti İngiltere’nin başkanlığında düzenlenen bir konferanstır. Zaten konferansın başkanı İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türk heyetinin taleplerine karşı, “mağlupların galipler karşısında hak iddia etmesi nerede görülmüştür? Siz ancak Yunanistan’ı yendiniz, müttefikleri değil” diye çıkışır. Konferansa Fransa, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Japonya katılırken, Rusya Boğazlar meselesi görüşülürken çağrılmış ve ABD ise gözlemci sıfatı ile bulunmuştur. Davet ve organizasyonu yapan İngiltere’dir. Lozan, İsviçre’nin bir kasabasıdır. Lozan Antlaşması 143 maddeden oluşmaktadır.

Şu gerçeği hiçbir zaman unutmayalım. Millî Mücadelede İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla savaşılmış değildir. Fransızlarla 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması ile Türkiye-Suriye sınırı karara bağlanmış, Ege Yunanlılara verilince de İtalyanlar işgal ettikleri yerlerden geri çekilmişti. Biz ise Yunanistan belasını dört-beş muharebeden sonra ancak def edebilmiştik. Fakat İzmit ve Çanakkale’ye yaklaşınca daha ileri gidemedik. İstanbul ve Marmara bölgesinin çoğu İngilizlerin elinde iken İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar ile Mudanya Mütarekesi’ni 11 Ekim 1922’de yaptık. Dikkat edin Yunanistan masada yok. Yunanistan Lozan’da bizle pek muhatap değil.

Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922’de başladı, 4 Şubat 1923’te kesintiye uğradı. 23 Nisan 1923’te müzakereler tekrar başladıktan sonra ancak 24 Temmuz 1923’te nihayetlendi. Yaklaşık altı ay sürdü. Bu arada gerginlikler, savaş blöfleri ve arabuluculuklar yapıldı.

Görüşmeler tıkanmış iken arabuluculuk eden bir isimden bahsetmek istiyorum. Heyette danışman-tercüman olan ve zamanın İstanbul hahambaşısı, sonra ise Mısır hahambaşısı olan Haim Naum adında bir Yahudi’nin rolü önem arz ediyor. Üstad Necip Fazıl bu olayı “Vesikalar Konuşuyor” eserinde ayrıntısıyla anlatır ve Lozan’ı asıl pişirenin Haim Naum olduğunu delilleriyle gösterir. Haim Naum önce İngiltere’de Lord Curzon’la görüşür, sonra M. Kemal ile görüşür ve ertesi gün Lozan’a gider. İşin hulasasını söylersek İslâmiyeti bırakma karşılığında İngilizlerle anlaşmayı temin eder.(1) Necip Fazıl, aynı bahsin sonunda şu ehemmiyetli tesbiti yapar:

Gizli Yahudi kurmaylar emrindeki Avrupa politikası, şu ince (döviz-düstur)la ifade olunabilir: Yabancı medeniyetleri garba özendirip kendi kendilerinden uzaklaştırmak; böylece onların, başkalarını kendilerine benzetmesi tehlikesine mâni olmak; maksat yerine gelince de gerçek terakkinin işte bu olduğu medihleriyle pohpohlamak; ve mukabil millî cereyanları irtica, gerilik damgası altında suçlandırmak… Garbın işte bu planı, bir Yahudi buluşuyla ve Türk milletinin en nazik anında, hikayesini arz ettiğimiz şekilde işlemiş ve sene 1923’ten itibaren sular işbu noktadan akmaya başlamıştır. Yarının tarihçisi bu hakikati görecektir.(2)

Millî Mücadeleyi yapan I. Meclis feshedilip, M. Kemal tarafından atama ile pek de demokratik olmayan bir yöntemle II. Meclis oluşturuluyor ve yeni meclis Lozan’ı onaylıyor. “Gazi Meclis” ise tasfiyeye uğruyor. Mecliste Lozan görüşmeleri sert eleştirilere muhatap olmakta idi. Bir Mebus, “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir” diye genel hissiyatı yansıtmakta idi.

Millî Mücadeleyi, I. Meclis yapıyor. Fakat Barış Antlaşması, bu meclise rağmen yapılıyor, meclisin kırmızı çizgileri olan Misak-ı Millî ihlal ediliyor. Batum, Hatay, Halep, Musul ve Kerkük bırakılıyor, Boğazlarda hükümran olamıyoruz. Batı Trakya’da plebisit yaptırılmayıp Yunanistan’a bırakılıyor. On İki Adalar İtalya’ya bırakılıyor. Zaten onlarındı demek tatmin edici bir cevap olmuyor, çünkü onlara geçici bırakıldığından geri isteme hakkımız vardı. Lozan’da ise kesin bırakılıyor. Musul ve benzeri birçok yerde (Mısır, Ortadoğu, Kıbrıs) aynı durum vardı. Tartışmalar yanlı olduğu için bu mevzu istismar ediliyor. Fiilî durum aleyhte olsa bile hak iddia edilebilirdi. Fakat maalesef gönüllü bırakma ve resmen terketme var. Bugün sorunlar yine karşımıza geliyor. İşte bağırsan duyulacak mesafedeki On İki Adalar, işte Musul-Kerkük... Boğazlar dahi bugün önemli bir sorun olacaktı ama 1936’da, savaş çıkma ihtimaline karşı Rusya’ya karşı elimizi güçlendirmek için İngiliz ve Fransızlar bize Montrö ile Boğazlarda asker bulundurma hakkı tanıdı.

Yaklaşık 12 yıldır savaşta olduğumuz ve İngilizlerle savaşacak gücümüz olmadığı doğrudur. Kimse de böyle bir kahramanlık beklemiyor. Fakat neyin karşılığı maddî kurtuluş sağlandığını tartışmak hakkımızdır. Ülke için mi yoksa kendi iktidarlarını güvenceye almak için mi tavizler verilmiştir? Batı yanlısı bir rejim kurulması karşılığı mı Lozan imzalanmıştır? Belgeler bu soruya müsbet cevab vermemizi söylüyor.

İngilizlerin Şark politikalarının İslâm’ı içten yıkmaya odaklı olduğu malumdur. İngilizlerin Vehhabiliğin kurucusu ve destekçileri olmaları da malum, Lawrence ile yaptıkları da. İslâm’a bakışı dolayısıyla M. Kemal ile anlaşma yapmaları İngiliz siyasetine ve kurnazlığına daha uygun idi. Düşünün, Türkiye’de fiilî işgali İngilizler sürdürseydi, alfabe, şapka, eğitim ve hukuk değişiklikleri yapılabilir miydi? Mesela, İngiliz hocalar mı bize eğitim verecek, İngiliz hâkimler mi yargılama yapacak ve jandarmalık görevini ifa edeceklerdi? İngilizler Batılılaşma yanlısı M. Kemal’le anlaşmayı tercih ettiler, çünkü bu onların da işine geliyordu. İşgali sürdürmenin riskine karşı böyle bir dahilî müttefikin temini, İngilizler açısından kaçırılmayacak bir fırsattı. Bir de Fransız işgaline tepki veren Maraş’ı düşünün, “işgal altında cuma kılınmaz” diye başlatılan halk direnişini. Çünkü insanlarda ülkelerinin işgaline karşı yurtseverlik duyguları yükselir ve heyecanlanırlar. İngilizler bunu gayet iyi gördüler. Türkiye’de fiilî bir işgalin meşakkatli olacağını farkettiler. Ayrıca fiilî işgale Rusya’nın tepkisi de farklı olurdu. Ne de olsa iki büyük güç burun buruna gelecekti. Bu İngiltere için ayrı bir yük olurdu. İngilizler, işgalin askerî ve malî kayıplara yol açması riskini göremeyecek kadar kör olmadığı gibi Ortadoğu ile ilgili fitne planları da meşhurdur.

Bir şeyin neticesinden sebebine varmak mümkündür. “Her ilmin yanlışı nihayetinde belli olur” hikmeti malûm. Lozan’dan sonra olanlar da Lozan’ı imzalayanların niyetini açığa vurmaktadır. Lozan’ın imzalanmasından iki ay sonra Cumhuriyetin ilânı, altı ay sonra hilafetin kaldırılması ve İstiklâl Mahkemeleri vasıtasıyla Tek Parti diktatörlüğünün sağlanması, hukukumuzdan alfabemizden, kılık kıyafetimize kadar Batıcı devrimlere geçiş gibi birçok delil bunu isbatlamaktadır. İngilizlerin ve Batı’nın Kemalist devrimleri destekliyor oluşu da önemli bir hüccettir.

Lozan’a dönelim: K. Karabekir, İsmet Paşa’ya şöyle der: “Siz M. Kemal Paşa’yı Lozan’dan aldığınız ilhamlarla bir inkılaba teşvik ediyorsunuz.” Konuşma daha da uzar, İsmet Paşa’ya Karabekir, “emeksiz külah kapan sekiz-on kalem sahibi ile yirmi otuz silahşöre dayanıyorsunuz” der.(3) Karabekir’in bu sözleri M. Kemal’in işleri bir çete yöntemiyle hallettiğinin iddiasıdır. Zaten uygulamalar da bunu gösterir. Mecliste işlenen cinayetler, estirilen terör havası vesaire...

K. Karabekir’in hatıratında dikkatimizi çeken şu bilgiyi de paylaşalım: İngiliz kaymakamı Rawlinson İstanbul’dan Erzurum’a gelerek K. Karabekir’le görüşüp, açıkça cumhuriyet teklif ediyor. Rawlinson’un teklifi Ankara’ya iletiliyor.(4) Tarih 1919. İngiltere nabız mı yokluyor?

Lozan Konferansındaki Amerikan gözlemcisi Joseph C. Crew müzakerelerde Lord Curzon’un “İsmet’e ofis katibi gibi davrandığını ve onu alaya aldığını” kaydeder.(5)

Lozan’da alınıp verilenleri madde olarak sayarsak:
İskenderun Fransa’ya bırakıldı.
Musul, Kerkük meselesinin çözümü sonraya bırakıldı.
Mısır, Irak, Sudan, Kıbrıs, Suriye, Lübnan, Filistin üzerindeki haklardan İngiltere lehine vazgeçildi. Buraların senedi bizde idi, fiilen elimizde değilse de. Bu resmiyeti kendi elimizle verdik.
Batı Trakya elden çıktı. Yunanistan yenilmesine rağmen Batı Trakya’yı bizden aldı. Karaağaç Yunanistan’ın savaş tazminatı olarak bize bırakıldı.

12 Adalar İtalya’ya resmen verildi. Çünkü geçici bir süre ile İtalya’nın elindeydi ve iade etmesi gerekiyordu. Bu haktan vazgeçildi. Bozcaada ve Gökçeada bizde kaldı. Bu arada Limni’yi bize bırakacaklardı ama bizim heyet antlaşmaya yazmayı unutmuş.

Kapitülasyonlar kaldırıldı. Bu bir kazançtır. Fakat adli sistemimizin değiştirilmesi şartıyla. Kemalist devrimler sayesinde Batı’nın kültürel, siyasî ve iktisadî hegemonyasına girildi. Öyle ki fiili kapitülasyonlara gerek kalmadı. Ancak Ticaret Sözleşmesi, Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri ve Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri ile, bu üç mevzuda kapitülasyonlar fiilen devam etti.(6)

Adlî ıslah yapılana kadar beş yıl Türkiye’de yabancı hukukçular heyeti görev yaptı. Görev süreleri 1929’da doldu. Ülkeyi İslâm’dan koparacak bütün devrim ve reformların bu süre zarfında gerçekleştirilmiş olması, mezkûr hukukçuların işlerini başarıyla gerçekleştirdiklerinin kanıtıdır.

Osmanlı’nın borçlarının %62’si bize yıkıldı. Osmanlı topraklarında borçlar eşit olarak, paylaştırılacaktı. Bu şarta uyulsaydı 780 bin kilometreye bu oran düşmezdi. Daha az olurdu. Hem Osmanlı’nın mirasını reddedip hem de borçlarını kabullenmek büyük bir tezat.

Gümrükler beş yıl süreyle İngilizlere tanınan avantajları sürdürecek idi.

Lozan’a göre Boğazlarda egemenlik hakkımız yoktu. Geçişlere karışamıyor ve Boğazlarda asker bulunduramıyorduk. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, 1936’da Montrö ile bu haklarımız alındı.
Musul meselesi 1924 yılında Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Türkiye buraya üye değildi ve İngilizler Musul, Kerkük ve Süleymaniye’ye el koydu. Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra İngilizler Musul’a girip fiili durum meydana getirmişti zaten.

Mübadele yapıldı.

“Başka ne yapılabilir idi?” diye sorulabilir... Kemal Tahir’in vurguladığı gibi, fiilî olarak alamasak bile haklarımızı düşmana kendi ellerimizle senet olarak vermezdik ve her fırsatta dile getirirdik.
İmparatorluğun bütün mirasının reddedilmesini, “bir mahalle dükkanı bile böyle tasfiye edilmez” diye eleştiren Kemal Tahir şöyle der: “Haklar her zaman silahla savunulamaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik. Sırası geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik. Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama, bize zorla da ‘bağışladık’ dedirtemezlerdi… Hele rejim değişmelerinin tarihsel haklardan vazgeçmekle hiçbir ilintisi olamaz.” (7)
 
Dipnotlar
1-Necip Fazıl Kısakürek, Vesikalar Konuşuyor, Büyük Doğu Yay., İst., 2013, s.96-104.
2-Kısakürek, a.g.e., s.104.
3-Mumcu, a.g.e.,  s. 127.
4-Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası-İnkılap Hareketlerimiz, Emre Yay., İst., 2000, s. 67-69.
5-Özoğlu, Hakan, Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası, Kitap Yay., İst., 2016, s. 33.
6-Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, AÜSBF Yay., 1978, Ankara, s. 264.
7-Kemal Tahir, Yol Ayrımında, İthaki Yay., İst., 2016, s: 463-464


Baran Dergisi 595. Sayı

07.08.2018

Yazının birinci bölümünü okumak için TIKLA