Devrimiz sanat âleminin, üstünde en çok durulan, birçok sergiye ve sanat eserine isim olan kelimelerinden biri ABSTRACT'dır. Lügatları açarsak, karşılığını «tecrit edilmiş, ayrılmış, mücerret, concret'nin karşı manâlısı» olarak buluruz. Avrupa, kelimeyi lügattaki mânâsına çok yakın olarak kullanmış, tabiattan ayrı, görülmemiş ve bilinmeyen biçimlerin sanatı olarak kabul etmiştir. Tabiî tabiatı da şu anda anladığımız mânâdan biraz başka, biraz daha ilgisiz, hakikatlerden ayrı olarak kabul ediyordu. Tabiat, Avrupa için çok yakın zamanlara kadar, gözle görülüveren, kulakla duyuluverip, dille tadılıveren ve elle dokunuluveren bir biçimler, maddeler topluluğu idi. Abstre de bu tarife göre, tabiata benzemeyen, onun dışında biçimlenen sanat hadiseleri demekti. Avrupa yukarıdaki tabiat tarifinin dışına katiyyen çıkmıyor, bütün diğer sahalar gibi sanatı da, ne olursa olsun tabiatla mutlak bağlı bir heyecan, bir tat, bir estetik alemi olarak kabul ediyordu. Ona göre resim, tabiatın tuval üstünde, ressamın şahsiyetinden geçerek üslûplanması, renkler ve biçimlerle görülmesi idi; müzik, onun taklidi olarak aletlerden çıkan seslerle duyulması, şiir kelimelerle şekillenmesi, heykel ise pişmiş toprak, maden ve mermerle görünmesi idi. Resim ve heykel gibi biçim sanatlarında Avrupa pek rahat etmiş, fakat mimarîde biraz zorlanmıştı. Mimarînin onlar kadar tabiatı rahatça aktarmanın tatbikat yolu yoktu. Mimarînin otomatikman abstreye giden bir kuruluş mecburiyeti vardı. Fakat Avrupa bu şartlar içinde dahi ne yapmış yapmış, kendi anlayışı içindeki tabiatı mimarîye de sokmuştu. Sütunları yük taşıyan insan heykelleri, hiç olmazsa başlıkları defne yapraklan, kemerleri eğik dallar, salyangoz kabukları şeklinde yaparak, sanat anlayışını mimarî ile de birleştirmişti. Avrupa mimarlığının en muvaffak devri olarak kabul edilen gotikte dahi en küçük köşelere kadar, alabildiğine natüralist işlenmiş aziz heykelleri sokulmuştu.
 
Avrupa’nın bu tabiat ve sanat anlayışı nereye kadar mantıkî idi? Tabiatın dışına çıkılabilir mi? Tabiat sadece uzuvlarımızla alınan kadar mıdır? Önceden bilmediğimiz bir şekil biçimlendirildiği zaman, o, otomatikman tabiat olmuyor mu? Ve tabiatla sanatların mutlak birleşmesi gerekiyorsa, yapılan ne olursa tabiatın dışında olmağa imkân var mıdır?
 
Fakat ilimlerin ve tekniğin ilerlemesi ile, tabiatın tarifi ve hudutları değişti. Mikroskopla alabildiğine küçüklükler, derinlikler ve şaşırtıcı renkler alemine girilirken, teleskopla fezanın derinliklerinde, bilinmeyen biçimler, tasavvurların dışında mesafeler keşfedildi. Ve sanatkâr, tabiatı, çok daha geniş bir hürriyet içinde anlama ve çalışma imkânına kavuştu. Böylece biraz evvel bahsettiğimiz, asırların getirdiği sığ bağlardan kurtulan sanatkâr, abstre diye adlandırılan hür biçim anlayışı ile ve direkt olarak estetiğin emrine girdi.
 
Hemen şunu belirtelim ki, bu yeni anlayışın içine giren sadece sanatkârlardır. Büyük halk çoğunluklarının bu yeni ve derin meselelerden haberleri bile yoktur. Hattâ sadece alt halk tabakaları değil, yüksek tahsil kademelerini aşmış münevver grupları dahi bu durumdadır.
 
Şu hikâye durumu çok güzel hülâsa ediyor: Bir ressam açtığı abstre kompozisyonlar sergisinde, seyircinin, «bunlar ne ve neyi ifade ediyor?» demesine karşılık, «bunlar Hint okyanusundaki Emdem çukurunun 10552 metre derinliğinden çıkarılan bir yosunun ucundan alınan bir parçanın mikroskopta görünüşleridir» demişti. Seyirci, resmin neden etrafındaki tabiata benzemediğini sorarken, ressam, seyircinin tabiat anlayışındaki basitliği ortaya koyuyordu.
 
İlmin ve tekniğin ilerlemesine, tabiat anlayışının değişip, derinleşmesi ve şümullenmesine, sanatkârların çok daha geniş hürriyetler içinde çalışma imkânı kazanmasına rağmen, ABSTRAKT kelimesi yine de, «tabiatın dışı», mânâsını devam ettiriyor. Belki «abstrakt - mücerret» kelimesi, alabildiğine hürriyet, tamamen estetiğin emrinde olma halini ifade etmeyecektir. Ama, bu kelime sanat aleminin, tutulan, hemen hemen de tam bir hürriyet içinde ve estetik emrinde olma ifade eden malı haline gelmiştir. Başka, aynı veya yakın mânâlı kelime de yoktur. Bu duruma göre biz abstrakt'ı tabiatın dışında olma değil, tam tersine tabiat olma, fakat sanatkârın kafası ve eli ile tamamen estetiğin emrinde, hür bir tabiat olma, tam ve pür sanat olma olarak kabul edeceğiz.
 
Bu tarif içinde Avrupa nerelere varmıştır. Biz burada, bunun tahliline girişecek değiliz. Fakat Osmanlı alemini gözler önüne seriverince Avrupa’nın ne basit irtifalarda olduğunu görmek işten bile olmayacaktır.
 
Milletimizin yaratılışından getirdiği bir abstrakt karakteri var. Anadolu’nun kilimleri, takım taklavatı, Ege'nin zeybek cepkenleri, şalvarları üstündeki desenler, gerek renk ve gerek biçim olarak abstraksiyonun öz ifadeleridir. Bu mevzuda binlerce misal verilerek ilerlenebilir. Milletimizin bu karakteri, İslâm düşüncesi ve estetik teşvik ve hürriyeti ile birleşince, biraz sonra basit bir incelemeye koyacağımız dev abstraksiyonlar meydana geldi.
 
İslâm kültür ve düşüncesi, tabiatı, Avrupa gibi bir dış görünüş kabul etmiyordu. Bu sistem içinde tabiat, yaratılış, hele insan, muazzam araştırmaların mevzuu idi. Onun bütün cephelerinde korkunç ilerlemeler olmuş, müthiş derinliklere inilmişti. Tabiat içli dışlı, maddeli ve ruhlu, alabildiğine etütlerle çevrilmiş, bu ilim çalışması bir vecd ve heyecan içinde yaşanmıştı. Tabiat, İslâm için, dış olduğundan çok daha fazla iç idi, derinlik idi, ruh idi...
 
Tabiî, ilmin içinde bulunduğu bu durum, sanat alemlerini de sarmış, ilimdeki vecd ve çalışma, yaşamalar, aynen sanata da intikal etmişti. İslâm’a göre sanat için tam bir hürriyet vardı. Bir tek şartla çevrili bir hürriyet; vecdin, inanmanın, ilmin, heyecanın estetiğini yapmak... Tabiî İslâm, bu müthiş şartın içinde tabiatın basit dış görünüşüne bağlı kalamazdı, onun özüne inmek mecburiyetinde idi. Ve tabiî kalmadı da!
 
İnsanımız, Osmanlı İmparatorluğu’nun 15., 16., 17. asırları içinde, kendi yaradılışlarından getirdikleri abstre anlayışla, İslâm'ın ilim, kültür ve vecdini birleştirerek, erişilmesi imkânsız eserler yaptılar. Osmanlıların bu devrinde resim -heykel - mimarî ayrılığı da kalkmış, hepsi ancak abstre kelimesi ile anlatabileceğimiz bir beraberlik içinde mimarlıkta birleşmişler, vecd ve güzelliğin, nispetin en son noktalarından birine varmışlardı. Resim de, heykel de, mimarlık da, mimarî ile yapılmıştı.
 
Avrupa’yı tam bir taassup çemberi boğar, mimarî ile tabiatı mutlaka birbirine bağlama esası her şeye hakim olur, ağaçla, insanla, çiçekle, hayvanla mimarî unsurları birleştirme çabası, mimarları inkişaftan alıkoyarken, Osmanlı dahîleri yüzlerce yıllık hür mimarî an'aneleri ve malzemelerini bu büyük sistemle birleştirerek, erişilmesi hemen hemen imkânsız şaheserleri meydana koydular.
 
Osmanlı mimarlığının bilhassa yukarda belirttiğimiz asırlardaki durumunda, dışardan kabaca bir bakışla, siluetinin, daha ilk anda insanı teshir ettiği, büyük bir biçim içinde, bütünle son derece nispetli, alabildiğine zengin detaylar hemen dikkati çeker. Girift bir ana kitle yanında, abstraktif kelimesinin tam tarifi olarak, nispet, zarafet, heyecan kelimelerinin bütün mânâsını taşıyarak yükselen minareler, bütün dış çevre noktalarından hiçbir aksama göstermeden devam eden kitle, gayet güzel girinti ve detaylarla bütünün içine doğru ilerler. İnsan, yapıyı dışından içerde olarak, içinden ise dışı ile beraber yaşar.
 
Osmanlı mimarlığı, abstraktif şiirini bütün unsurları ile yaşar. Alabildiğine dev meseleleri, vardığı muazzam nispet neticeleri ile, kubbe, tambur, pencere, kemer, silmeler, muazzam masif duvarlar, etekler, ve yüzlerce unsur... Kâinat kadar geniş bir alem... Teker teker anlatmanın güçlüğü meydanda. Her biri için ciltlerle yazı lâzım.
 
Mimar Cevat Ülger’in makalesi cevatulger.com sitesinden alınmıştır.