Descartes’ın akıl üzerine bina ettiği Kartezyen felsefesinde bilgi problemi merkezî bir konuma sahibtir. Daha evvel “metodik şüphe” üzerinden bilginin nasıl elde edildiğine dair çeşitli izahatlarda bulunmuştuk. Her ne kadar bilginin elde edilmesinde “metodik şüphe”yi kendisine referans edinmiş ise de Descartes, aslında o, bilginin esas kaynağının “doğuştan gelen bilgi” olduğuna inanmaktadır. Augustinus üzerinden Eflâtuncu geleneğe bağlı olduğunu da gösteren olarak, idelerin doğuştan geldiği düşüncesine sahib olan Descartes, Kartezyen felsefesinde bu durumu “innate idea” terkibi veya kavramıyla karşılamaktadır. Bilindiği üzere, Augustinus’un Tanrı’sı, Platon’un İdeası ile büyük benzerlikler taşımaktadır.(1) Doğru söylemek gerekirse, temel bir problem olarak karşımıza çıkan bu mevzu, yani “innate idea” mevzuu çok su kaldırır gözükmektedir.

İnnate idea: Doğuştan gelen fikir… Küçük çocukların bile neyin adil olduğu ve neyin olmadığı konusunda doğuştan gelen bir duyusu vardır.(2) 

Not: İnsanoğlu, doğuştan potansiyel bilgi ile dünyaya gelir. Yani insan, yapabilmeye hazırlıklı olarak, fakat işlenmemiş bilgi ile dünyaya gelir. Tıpkı insan gibi hayvan da yapabilmeye hazırlıklı olarak dünyaya gelir. Fakat hayvanda durum çok daha farklıdır. Meselâ hayvan, “iç güdü ve neyse o!” sınırında davranır. Hayvanın herhangi bir şeyi öğrenme ihtiyacı yoktur. Meselâ bir ördeğin yüzme öğrenmek diye bir derdi yoktur. Ördek doğar doğmaz suya girer ve yüzer. Ama insan öyle mi? Ördeğin davranışını örnek alan bir çocuk, değil yüzmek, boğulmaktan kendisini kurtaramaz. Bu çerçeveden bakıldığında denilebilir ki, insanoğlu bütün hayatını doğuştan getirdiği potansiyel bilgi istikametinde şekillendirir. Yani hayat, bir tür öğrenme süreci olarak da karşımıza çıkmaktadır. Buna biz, nefs terbiyesi veya tezkiyesi istikametinde şekillenen riyazet veya ta’lim ve terbiye de diyebiliriz. Peygamberler bu mevzuda baş öğretici keyfiyetini haiz merkezî bir konumdadır. Bundan dolayıdır ki ilk insan olan Hazret-i âdem Aleyhisselâm aynı zamanda ilk Peygamber olarak görevlendirilmiştir. İnsana bildiren olmasaydı hiçbir şey bilemeyecekti. Her şey ne ise o olurdu. İBDA Mimarı’nın işaret ettiği veçhile, meâlen, Peygamberler olmasaydı, insanoğlu cinsiyet hakkında dahi sağlıklı bir bilgiye sahib olamayacaktı. Yine bu çerçeveden bakıldığında, gören Allah, görünen Allah, göreni gördüren Allah! Bilen Allah, bilinen Allah, bilineni bildiren Allah! İBDA Külliyatında sıkça tekrar edilen, (meâlen), Allah ve Resûlü’nün bildirdiği, gösterdiği ve öğrettiği her şey iyidir, doğrudur ve güzeldir, mutlak hükmü ne kadar tekrar edilse yine de azdır. 

Descartes’ın üzerinde durduğu “innate idea” kavramı veya düşüncesi, kadim bir geçmişe sahibtir. Yani en azından bizzat kendi buluşu değildir. Nitekim idea kavramını felsefeye ilk dâhil eden kişi veya filozof, Sokrates’in talebesi Eflâtun’dur.İdea kavramı, Eflâtun felsefesinin etkisiyle “soyut kavram, düşünce” anlamını kazanmıştır. Evet, idea kavramı üzerinde birazcık durmak gerekiyor, çünkü horoz borcu mevzuunun lübbü veya özü ile de doğrudan alakalıdır.

Fransızca lûgatta “kavram, fikir veya düşünce” mânâsında olan idea, Felsefî literatürde “değişmez öz”, “şeylerin ilk örneği”, “mekânın ve zamanın ötesinde”, “öznenin dışında”, “kendiliğinden var olan”, “duyularla değil ruhî olarak”, “hatırlama yoluyla kavranabilen”, “duyularla yalnızca görünüşleri algılanabilen asıl gerçeklik” olarak tarif edilir.Kısacası idea, Azra Erhat’ın da ifadesiyle, “akılla algılanan en üst aşamasını yani kavramı tanımlar.”(3)
Modern felsefede kullanılan idea kelimesi, Fransızca idee“fikir, kavram, düşünce” sözcüğünden alıntıdır. Fransızcaya Latinceden geçmiş olmasına rağmen kelimenin aslı eski Yunancadır. 
Kadim bir kelime olan idea, eski Yunancaeidea (idea)“göz önüne getirme, kavram, biçim” sözcüğünden tevarüs etmiştir. Kelimenin aslının, eski Yunancadayazılı örneği bulunmayan eido, id-“görmek” fiilinden türetildiği söylenir. Yunanca fiil Hint-avrupa dillerinde aynı anlama gelen, yazılı örneği bulunmayan “weid” biçiminden evrilmiştir. Aynı kökten olan eski Yunanca eidos (görüntü), Latince videre (görmek); Fransızcaguider,Germencewitan(yol göstermek) mânâsınadır.

Yukarıdaki bilgilerden hareketle, “yazılı örneği bulunmayan” olarak dile getirilen “weid” kelimesi üzerinden anlam kaynaşmasının da desteklediği fonetik bir çerçevede spekülatif bir değerlendirme yapmak sanırım uygun olacaktır. Anlam kaynaşmasını bir kenara bırakacak olursak, meselâ fonetik olarak weidkelimesi üzerinden Vâhid ve Vahîd kelimelerine ulaşmak pek mümkün gözükmektedir. Vâhid, lûgatta “bir, tek, biricik”, “eşi, benzeri, cüz’ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid”, Vahîd ise, “yalnız, tek”, “Allah Resûlü’nün de bir ismi”, “benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan” mânâsınadır. Görüldüğü üzere, Vâhid ve Vahîd kelimeleri ide veya idea mevzuunun lübbünü ele veriyor olması bakımından çok önemli bir noktada duruyor. İleride daha da ayan olacak olan bu mevzuun, üzerinde bulunduğumuz mevzu açısından da bu şekil yorumlanması gayet yerindedir. Şöyle ki; Vâhid kelimesi Ehad kelimesi ile örtüşen bir mânâdadır. Ehad, lûgatta “eşsiz, tek, emsalsiz”, “teklerin teki, bir, bir tek” mânâsınadır. “Allah’ın her bir şeyde kendine ait birlik tecellisi” mânâsına Ehadiyyet kelimesi de buradan geliyor. Ehadiyyet, “her bir şeyde Halik-i Küllî Şey’in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası, bütün zemin yüzünü ihata ettiği hassasiyet ile vahdaniyyet misâlini gösterir ve her bir şeffaf cüz’de ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve hareketi ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyet misalini gösterir.”(4) Kısacası, Vâhid, “sıfatlarında şeriki olmayan” mânâsına “kemâl sıfatları bütün eşyayı kuşatan, eşi ve benzeri olmayan, bölünmez ve parçalanmaz tek zât”, Ehad ise, “zâtında şeriki olmayan” mânâsına “bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yegâne zât” mânâsınadır. Hatibî, bu iki isim arasındaki ince farkı şöyle ortaya koyar: “Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir.” Mutlak Ölçü meâli: 

“Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır; O’ndan başka ilâh yoktur.” (Bakara Sûresi, 2 / 163)(5)

İdea kelimesi üzerinden yapmış olduğumuz bu tür değerlendirmeler Horoz Borcu mevzuu açısından da çok anlamlı durmaktadır. Vahdaniyetçi düşüncenin kadim savunucusu Sokrates ve onun talebesi Eflâtun, horoz borcu mevzuunda iki büyük isimdir. Hocası tarafından kendisine havale edilen horoz borcunu ödeyebilmek için ideal devlet plan, program ve projesini gündeme getiren Eflâtun, düşünce dünyamıza kazandırdığı idealar dünyası kuramının felsefe dünyasına kazandırdığı derinlik çok büyüktür. Horoz borcu mevzuu bu yazı dizisi yazarına çok şey kazandırmıştır. Umarım okuyucu da çok şey kazanmıştır. Yazının seyri, başı ve sonu itibariyle farkındalık şuuruyla ilerliyor. Herhangi bir sapma olduğunu düşünmüyorum. Yazının bundan sonraki seyri, İngiltere merkezli Emprizm, Alman merkezli İdealizm, Amerika merkezli Pragmatizm, Rusya ve Çin merkezli Sosyalizm ve Materyalizm, en nihayet Amerika ve Çin merkezli Neo-Liberalizm çerçevesinde şekillenecektir.   

İdea kelimesinin Latince idein kelimesinden türetildiğine dair bilgiler de mevcuttur. Latince idein’den tevarüs eden idea kavramı, İngilizce lûgatta “görünen biçim”, “şekil” ve “suret” mânâsınadır. Bu çerçeveden bakıldığında, Vâhid üzerinden değil de, Vahîd kelimesi üzerinden bir değerlendirme yapmak daha anlamlı gözükmektedir. Şöyle ki; bütün varlık, “Mutlak Varlık” olan Allah’ın kelimeleridir. Allah, bir şeye “Kün: Ol!” deyince o şey de hemen olur. Diğer taraftan, Allah, varlığı yaratmayı murad edince, severek ve isteyerek kendi nurundan Muhammedî Nuru yarattı. Sonra da o ruh veya nurdan bütün âlemleri yarattı. Hadîs-i kudsî’de Allah, habibi, sevgilisi, dostu, kulu ve Resûlü hakkında, meâlen, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurmuşlardır. Niçin Vâhid kelimesi üzerinden değil de Vahîd üzerinden bir değerlendirme yapmak istediğimiz şimdi daha iyi anlaşılmıştır sanırım. “Yalnız, tek” ve “benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan” mânâsında olan Vahîd, Allah Resûlü’nün de bir ismidir. Kıyamet öncesi Allah Resûlü’nün gölgesi mahiyetinde veya keyfiyetinde zuhur edecek olan Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ı hatırlamanın tam sırası. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” mânâsını bir de bu çerçeveden değerlendirmek gerekiyor. Çünkü; “Allah’ın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icadı” mânâsında olan İBDA’, Osmanlıca-Türkçe lûgatta “misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd” mânâsınadır. Edebiyatta “geçmişte benzeri olmayan şiir söylemek” mânâsında olan “ibda’ ile ihdâs, ihtirâ, icâd, sun’, halk ve tekvin” kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar. Lûgat mânâsı itibariyle, “benzersiz, misilsiz, eşi benzeri olmayan” anlamındadır. Ayrıca, “izhar etmek”, “bir yerden diğer bir yere çıkmak”, “yaratmak”, “numunesiz şey yapmak” mânâsının yanı sıra, “parça parça etmek”, “sorulan şeye güzel cevab vermek”, “kandırmak”, “birisine, kâr tamamen kendine ait olmak üzere sermaye vermek” anlamlarını da taşımaktadır. Bütün bunlardan sonra şunu söylemek hakikatin ifşası olarak algılansa yeridir: Vâhid’in Vahîd, Vahîd’in ise İBDA suretinde görünmesinin zamanı içerisindeyiz. “Beşer zekâsının sekreteri İBDA” mânâsının zamanımızla mutabakatı olan bir mânâda gözüktüğünün de ayrıca delili!

“İde (veya idea)” düşüncesi, Eflâtun’u iki ayrı varlık dünyasına götürmüştür. Bir yanda mükemmel olan ve eşyanın ideallerini oluşturan başlangıçsız, sonu olmayan idelerin dünyası, diğeri ise eksik ve gelip geçici olan eşya ve hadiselerin dünyası. Biz bu duruma ruh ve madde (veya beden) dünyası da diyebiliriz. Bu iki dünya tasavvuru, diğer bir ifadeyle de ideler dünyası tasavvuru, Eflâtun’un “Mağara benzetmesi”nde anlam kazanmaktadır. İdeler, eşyanın yalnızca asıl modelleri olmayıp aynı zamanda yaratıcı güçtür de. İdelerden boş mekânın içine giren ışınlar, maddeye bir biçim kazandırır. Ancak eşyanın idealleri olan idelerle tek tek eşya ve hadiseler arasında insan ruhu bulunur. İnsan doğarken, hiç olmazsa belirli, ideler ile ilgili bilgileri dünyaya beraberinde getirmiş olmalıdır. Bilgi; insanın sahib olduğu bir imkândan yararlanması, yani bir zamanlar seyrettiği idelerin kendisinde yeniden uyanması, hatırlanmasıdır. İnsanda doğuştan bir bilgi vardır. Bu bilgi önce şuurdışıdır (şuuraltı da denilen potansiyel bilgi), sonra çeşitli etkilerle şuura çıkar. Bu tür bir değerlendirme, ruhun önceden varlığını kabul eden bir düşüncedir. Mademki insanoğlu bazı ideleri hatırlayabiliyor, o halde bu bilgilerin önceden elde edilmiş olmaları gerekmektedir. Ruh, ideler dünyasında önceden yaşamış ve idelerin pek çoğunu görmüş, seyretmiş olmalıdır. Mademki insan doğmadan önce ruh vardı, öyleyse öldükten sonra da var olmaya devam edecektir. Eşya ve hadiseler dünyasında bir beden içinde hapsedilmiş olarak varlığını sürdüren ruh, bedene ilişmeden evvel tam anlamıyla bedenden bağımsızdı ve tam da bu sebepten ötürü asıl gerçekleri o sebepten ötürü tam olarak görebiliyordu. Yine bu sebepten dolayıdır ki, ruh beden zindanından kurtulup yeniden saf ruh durumuna dönebilmek için hiç tükenmeyen ve sonu olmayan bir hasret içindedir. Biz buna ölümsüzlük iştiyakı da diyebiliriz.

Eflâtun, idea ve eidos kavramlarını ilk kez Euthyphron isimli eserinde kullanmıştır. Eserde, dindarlığın tanımının dindarca olanın tüm farklı görünümlerinde ortak olan değişmez özü mevzu edinmesi gerektiği söylenirken bu özlük idea ve eidos kelimeleriyle anılır. Anlaşılan o ki idealar Sokrates’in açık bir cevap vermediği “Erdemin tanımı, ya da özü nedir?” sorusuna bir cevab oluşturur ve onun tartışmalarda işaret ettiği tanım özlüğüne karşılık gelirler. Meselâ; tüm cesurca şeylerden ortak olarak bulunan ve onların hepsini “cesurca” kılan bir cesaret özlüğü vardır ve bu da cesaret ideasından başka bir şey değildir. Eflâtun öncelikle iyilik, güzellik, adalet gibi ahlâkî kavramlara ilişkin idealardan söz etse de sayıların, doğal ve sıradan nesnelerin, hatta insan yapımı şeylerin de ideaları olduğunu söyler. Giderek, kâinattaki tüm görünür / duyulur şeylerin bir ideası olduğu sonucuna ulaşır.

Grekçe’de “biçim”, “form” anlamına gelen ve Eflâtun’un bazen idea yerine kullandığı eidos kelimesi, Homeros’ta “görünüm”, “şekil” anlamında, sonraları ise “tür” anlamında kullanılmış, Thukydides savaş türlerinde, Hipokratçılar hastalık türlerinden söz ederken bu kelimeye başvurmuşlardır. Kelime geometride ise daha çok soyut “şekil” anlamından kullanılmıştır.(6)

Eflâtun’un düşüncesi sistematiğinde iki öğreti, birincisi Sokrates’ten miras aldığı “idealar öğretisi”, diğeri ise Güney İtalya (Sirakuza) seyahati sonrasında Pythagorasçılardan miras aldığı “ruhun ölümsüzlüğü öğretisi”dir. Eflâtun’un düşünce sistematiğinin temelini oluşturan bu iki öğreti, bir paranın iki yüzünü bütünleyen yazı ve tura gibidir. 

Eflâtun’un varlık anlayışı, bütün duyulur/görünür şeylerin, düşüncelerimizin ve kavramlarımızın, duyulur dünyanın ötesinde ve ondan bağımsız bir varlığa sahib bir gerçeklikle idealarla ilişkili olduğu kabulüne dayanır. Meselâ, tabiattaki tek tek tikel ağaçlara varlığını veren tek bir ağaç ideası vardır ve bu ağaç tikellerden bağımsız bir varlığa sahibtir. Bu durum, tüm duyulur şeyler için de geçerlidir. Ama idealar, duyu organlarımızla kavrayabileceğimiz bir yapıda değildirler, sadece düşünce ile bilinebilir ve kavranabilirler. Eflâtun’un düşünce sistematiğinde, duyu organlarımıza hitab eden şeylerin oluşturduğu görünür/duyulur alan (aisthetos topos) ile düşünülür alan (noetos topos) yani ideaları birbirlerinden kesin biçimde ayrılmıştır. Yani bir takım “idealar” vardır ve bu idealar, “görünür şeyler”den ayrıdır.

İdealar Kuramının kozmogenisi olarak da tavsif edebileceğimiz Timaos isimli eserinde Eflâtun, maddenin her türlü özellikten yoksun olduğunu ve aslında onun bir hiç olduğuna işaret eder. Eflâtun’a göre maddeye var olandan çok, var olmayan demek daha doğru olur. Aslında Eflâtun’un “madde” dediği şey “boş mekân” mânâsına “uzay” denilen alandır. Nasıl ki güneş ışıkları uzaya giriyorsa, bunun gibi, ideler dünyası da etkilerini boş uzaya gönderir ve eşya ve hadiseler de bu etkilere göre şekillenir. Bu mevzuun hakikatinin “Abdülhakîm Koltuğu” ile ilişkili olduğunu düşünmek için İBDA Mimarı’nın genelde İBDA külliyatına, özelde ise “Ölüm Odası” isimli eserine müracaat etmek gerekiyor.   

Not: Eflâtun’un kozmogenisinde Demiourgos adı verilen bir yaratıcı “Mimar Tanrı”dan söz edilir. Bu Tanrı, bir heykeltıraş metaforu üzerinden tasvir edilir. Söz konusu Tanrı, bir heykeltıraşın çamurdan şekiller meydana getirmesi gibi, eşya ve hadiseleri idelerin modeline göre yaratır. Oğuz Haşlakoğlu, İdea kavramını Mimesis eleştirisi üzerinden kritik ederken, orada şu şekil bir tesbitte bulunur. İdea; DemiourgosTheos, yani Tanrı’nın yaptığı ideadır ve buna eidosdenir.(8)Gerçi Eflâtun’un Demiourgos ile tam olarak neyi kastettiği bugün bile hâlâ tartışılmaktadır. Bir yaratıcı Tanrı mı, yoksa yalnızca bir sembol ve mitos çerçevesinde bir metafor mu? Eflâtun’un sanatkâr ve bilgin tarafının çok kere birbirine karıştırıldığı söylenir. Yani şairliği ile bilginliği arasındaki “derin alaka” çok da netlik kazanmamıştır. “Derin alaka” dememizin temel sebebine gelince, o da şu: İBDA Mimarı’nın “Bilgem” dediği Üstad Necip Fazıl’ın “Mutlak Bilgi”de fani oluşunu gösteren olarak, daha doğrusu fikirde hakk-el yakîn mertebesine ulaştığını gösteren olarak, şiir diliyle kayıt altına aldığı şu cümleler, Eflâtun hakkında söylenenlerin Üstad Necip Fazıl hakkında söylenemeyeceğini göstermek bakımından çok mühim olsa gerektir (Çile’den):

“Kaçır beni âhenk, al beni birlik; 
Artık barınamam gölge varlıkta. 
Ver cüceye, onun olsun şairlik, 
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.”

Descartes’ın Kartezyen Felsefesinde “innate idea” şeklinde formülleştirilen “doğuştan getirilen bilgi” Eflâtun’un İdealar Kuramının temel taşını oluşturur, dedik. Eflâtun, “Doğuştan getirilen bilgi” mevzuunu bir bilgi problemi olarak ele alan ilk düşünürdür. Eflâtun’a göre şayet bu tür bilgilerimiz olmasaydı, bilgi de olmazdı. 

“Doğuştan getirilen bilgi” aslında “Ledünnî Bilgi” mânâsına “Ümmi Bilgi”dir, denilebilir. Ümmi bilgi, umumi, tüm, tümel, bütüncül, küllî mânâlarını da mündemiçtir. Bu tür bir bilgi yoksa eğer, bilginin kendisi de yoktur. “Üç Işık” sırrının mihenk taşı olan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, “Kur’ân-ı Azîmüşşân” olarak tavsif buyurduğu Kur’ân-ı Kerim hakkında “Ümmü’l Kitab” ifadesini kullanır. “Ümmü’l Kitab” mevzuunu daha evvel işlemiştik. Bu çerçeveden bakıldığında, Allah Resûlü’nün Ümmî Peygamber olması ve kendisine inanan Müslümanlara “Ümmet” denilmesi bir yana, bütün insanlığa Peygamber olarak gönderilmesinin hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. “Doğuştan gelen bilgi”nin biricik mânâsı, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilen Allah Resûlü’nün Muhammedî Nur olmasına bir işaret olmakla birlikte, Allah Resûlü’ne indirilen Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği mânâ ile de doğrudan alakalıdır. Levh-i mahfuz ile alakalı olması hakeza. Zamanımızda bundan pay sahibi olan fikir sisteminin “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” olduğu pekala söylenebilir. Horoz borcu çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, Sokrates’in Vahdaniyetçi düşüncesi üzerinden idealar dünyasına anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan Eflâtun’un çabasını, beşerî akıl üzerinden ledünnî hakikatleri kurcalama gayreti olarak değerlendirmek mümkün gözükmektedir. Eflâtun’un bu çabasını anlamak zahmetinden yoksun bir dünya kurmak, bunalıma yelken açmakla eş anlamlıdır. Bugünkü modern dünya tam da bunun delili!
 
Dipnotlar
1-http://www.felsefe.gen.tr/augustinus_kimdir.asp
2-https://www.seslisozluk.net/innate-nedir-ne-demek/
3-https://tr.wiktionary.org/wiki/alg%C4%B1lanmak
4-TÜRDAV, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat.
5-https://www.risalehaber.com/el-vahid-el-ehad-9706yy.htm
6-http://www.felsefe.gen.tr/filozoflar/platon_un_idealar_kurami_ogretisi_nedir_ne_demektir.asp
7-https://www.bisav.org.tr/Bulten/281/1712/platon_dusuncesinde__mimesis_elestirisi

Baran Dergisi 633. Sayı