Modernizm 19. asırdan itibaren aydınlanma felsefesiyle beraber ortaya çıkan dünyevileşme/sekülerleşme/pozitivizm gibi kavramlarla iç içe gelen zihnî bir durum. “Aşkın/müteal” değerleri inkar eden modernizm, aklı putlaştıran Batı insanının dünya hakimiyetini sağlamasıyla birlikte insanlık tarihindeki en büyük kırılmalardan biri olmuştur. Modernizm, dünya hayatını önceler; bu yüzden modern insanın tavrı dünya merkezlidir. Modern insan, eşya ve olayları değerlendirirken merkeze kendisini, kendi algı, heves, beklenti, menfaat ve rahatını koyar; kavramları bu temelde yeniden dizayn eder. Etrafındaki her şeyi kendine uydurmaya çalışır. Dinler ve inanç sistemleri de onun “pençe”sinden kendini kurtaramaz. Modern insan rasyonel olarak izah edemediği şeyleri anlamsız bulur ve reddeder. Kader, ahret hatta Allah inancı böyledir. Modern insan bu sebeple mucizeye inanmaz. Kendini günah ve sevab kavramlarından uzak tutar. Konforunu bozacak herhangi bir duruma, daha büyük bir konfora ulaşma ihtimali varsa katlanır modern insan. Nefsinin özgürlüğü uğruna hiçbir şey karşılığında ödün vermez. Hiç kimse kendi doğrularını yaşamasına engel çıkarılmasını istemediği için herkes başkasının hayat tarzına ve anlayışına saygılı davranma konumunu muhafaza eder. Bütün arzularını yerine getirmeyi hayatının en başat görevi addeder ve bunun adına özgürlük der.
MODERN MÜSLÜMAN
Modernizm insanlık tarihinde en büyük kırılmadır demiştik. Modernizm, kendi dışındaki tüm dünya görüşlerini şöyle veya böyle kendine benzetmiştir. Modern Müslüman Hz. Ömer’in “inandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanırsın” sözünün doğruluğunu şahsında yaşatır. “Güneşe evet, ama ışığına hayır” diyerek yarım imanlı garip bir mahlûk görünümündedir. Yani şeriatın kendi yaşadığı mekân ve zamanda hâkim olmasını istemez. Kemalizm’in etkisi altında tarihselliği kendi iç dünyasında içkinleştirmiştir. “1400 yıl önceki kanunlarla ülkeler yönetilemez; Allah bize akıl vermiş, aklımızı kullanmalıyız” diyerek aklını putlaştırmıştır. Kullandığı akıl, batılı değerlere teslim ettiği akıldır. Gözü gönlü hep dışarıdadır. Herhangi bir mesele karşısına çıktığında ilk aklına gelen, batılının o meseleyi nasıl çözdüğüdür. Modern Müslüman’ın algısına göre İslâm, dünya hayatını imar ve inşayı önceleyen bir dindir. Kalkınmayı, gelişme ve ileri gitmeyi bir amentü gibi sıralar. Medeniyet anlayışı yoktur. Nizam-ı âlem davasından bihaberdir. İslâm topraklarında kan kusturanın Amerika olduğunu bilmesine rağmen, Amerika krize girdiği zaman kendi iş hayatının bozulacağı endişesini taşır. Modern Müslüman “tek yön Kâbe tek örnek sahabe” düsturundan habersizdir. Onun gözünde, ferdin birebir diğer ferdlerle ve cemiyetle en ileri ve en kâmil münasebetleri yaşadığı “Sahabe Devri” güzel bir hikâyeden ibarettir. Oradaki ipuçlarıyla yaşadığı dönemi nakış nakış işleme cehdi taşımaz. Modern Müslüman’ın sünnet algısı daha ziyade seçmecidir. Ancak bu seçmecilik, Allah’ın muradına vasıl olma arzusuyla yapılmaz. Modern Müslüman, rahatını bozmayacak, rahatlatıcı ve kolaylaştırıcı bir dinin peşinde olduğu için, bu alanlarda problemli gördüğü sünnet verilerini devre dışı bırakma eğilimindedir. Modern Müslüman, Kur’an bağlamında ise “tarihselliği” devreye sokar. Her türlü hüküm, nazil olduğu dönemi bağlar. Günümüzde bunların yerini daha çağdaş hükümlerin alması gerektiğini ileri sürer. Bunu Kur’an’ın gereği olarak takdim etmeyi de ihmal etmez. Modern Müslüman, sahabe ve selef arasında servet sahipleri bulunduğunu söyleyerek durumuna bir de meşruiyet temin etmeye çalışır. Sahabe ve selef arasında servet sahipleri bulunduğu doğru olmakla birlikte, hiçbir dünyalık şeyin onların cihat anlayışını zedelemediğini görmek istemez. Sahabenin hayatlarının ayrılmaz parçası olan infak ve tasadduk, modern Müslüman’ın semtine nedense hiç uğramaz. Modern Müslüman, dini sıkıntıya girmeden yaşamak ister. Geçmiş âlimler tarafından din gereksiz yere zorlaştırılmıştır. Oysa dinin aslının kolaylık olduğu söylenegelir. Muradına uygun ayet ve hadisleri ardı ardına sıralamaktan bambaşka bir haz alır. Modern Müslüman, peygamber mucizelerinin birebir yaşanmış şeyler olarak yaşanmasının şart olmadığını söyler ve bu tür anlatımların Arabistan’da yaşayan cahil bedevilere etkilemeye matuf olduğunu söyler. Kur’an ve sünnette yer alan had cezalarının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini düşünür. Bütün bunları da bir yılan gibi sinsice sünnetlerde şüphe uyandırarak yapmaya çalışır. Allah böylesi bir zihniyetten hepimizi uzak eylesin. İslâm’ı hakikatiyle yaşamayı nasip eylesin. Yazımıza, Giovanni Papini’nin muhteşem eseri “Gog”tan meramımızı anlatacak bir bölümle son verelim.
KENDİNE TAPMAK
“İnsanlara teklif ettiğim yeni ve en son olacak din ‘kendine taparlık’tır. Herkes kendi kendine tapacaktır, herkesin şahsî bir tanrısı olacak: Kendisi! Protestan reformları her insanı bir rahip yapmakla övünüyordu: Artık yaratan ile yaratık arasında tellal kalmıyordu! Ben daha ileri bir adım atıyorum, tapan ile tapılan arasındaki tellali kaldırıyorum. Herkes kendi kendinin tanrısıdır.”
“Böylece tek tanrılığın ve çok tanrılığın faydalarını da birleştirmiş oluyoruz. Herkesin bir tanrısı olacak ama ne kadar insan varsa o kadar da tanrı olacak. Ve artık uyuşmazlıklara da meydan kalmış olmayacak, çünkü kendine tapanlar, yeni dinin ana ilkelerinde anlaşmış olmakla beraber, gayet açık sebeplerden dolayı, bir yabancı tanrıya yani benzeri bir başka varlığa tapmak deliliğine katiyen düşmeyeceklerdir.”
“Bu din Alman idealizminin ve modern medeniyetin varacağı en son noktalardır. Fichte kürsüye çıkıp da dinleyicilere ‘bu gün tanrıyı yaratacağız’ dediği an, kendine taparlık fiilen doğmuştu. Eğer Tanrı bizim maddî veya manevî faaliyetlerimizin bir yaratığı, yani onu insan fikri imal etmiş ise, niçin ona sahiden bizim dışımızda varmış gibi tapmalı da onu yaradana, yani insana tapmamalı? Eğer insan tanrının babası ise, eğer Tanrı insanın kafasından gayrı bir yerde yok ise, Tanrıya tapmakla sahici, artık meçhul olmayan mutlak bir tanrıya tapıyoruz demektir. Bununla beraber, genellikle insana tapılamaz. İnsanlık bir soyutlamadır, asıl insan somut bireyde yani birer birer ortaya çıkar.
“Harikuladenin yüceliği artıklarını yavaş yavaş ortadan kaldırmış modern medeniyet farkına varmadan, ‘kendine taparlık’ı uygulamaya başladı. Spor bedene tapmaktır, ilim muhabbeti, Tanrıya atfedilen ‘bütünün bilimi’ni bir nevi benimsemektir ve makinenin üstünlüğünü tanımak da Tanrının her şeye kadir oluşuna şirk koşmaktır. Mükemmel varlığa mahsus zannedilen her şey, gittikçe bütün fanilerin basit birer imtiyazı oluyor. Size bir sır olarak söyleyebilirim ki, kendine taparlık insanlığın büyük bir kısmı tarafından, haberleri olmadan çoktan uygulanmaktadır. Artık sorun, bir ad takmaktan, bir amentü ve bir de şuur vermekten ibarettir.”

Baran 433. Sayı