“Vicdan Merkezli Bir Medeniyet Tesis Etmeden Olmaz!”
 
 
Uluslararası Mülteci Hakları Derneği bugüne kadar ne gibi çalışmalar yaptı ve ilerideki hedefleriniz nelerdir?
Uluslararası Mülteci Hakları Derneği, Türkiye’deki mültecilere hukuki destek sağlamak gibi bir misyon üstlenmiştir. Bu çalışmaları en başından beridir oldukça yoğun şekilde sürdürüyoruz. Türkiye’ye iltica talebinde bulunan mültecilere hukukî destek sağlıyoruz. Bu anlamda ilk ekiplerimizden birisi “acil müdahale” ekibi denilen ve bizim “mülteci savunucuları” diye isimlendirdiğimiz ekip. Vakaların sıcak olarak yaşandığı havalimanları ve geri gönderme merkezlerine ekipler göndererek mültecilerin hukukî haklarını gözetmeye çalışıyor ve olaya acilen müdahale ediyoruz. Bu çalışma büyüyerek devam ediyor. Her ilde avukatlar dahil oluyor, genişliyor. Bunların dışında derneğimiz uluslararası örgütlerle dirsek temasında... BM Mülteci Yüksek Komiserliği ile irtibat halinde... Türkiye'de mülteciler hakkında mevzuat çalışmaları yürütüyor ve bununla alakalı birimlerle görüşmeler yapıyor. Mevzuat geliştirme aşamasında sadece Türkiye’yi değil, Avrupa’yı da çalışıyoruz. Bu bir süreç olarak devam ediyor. Bunun yanında yurtdışındaki ülkelerde de mevzuatları inceleyen "mukayeseli mevzuat" grubumuz var. Yunanistan, Almanya, İtalya, Fransa, İspanya’nın aralarında bulunduğu 10 ülkedeki mevzuatları inceliyor. Bu incelemeler sonucunda 10 Avrupa ülkesinin mevzuatları bir rapor halinde yayınlanacak ve Avrupa'nın mülteciler hakkında teoride ve pratikte yaptıklarının farklarını böylelikle tespit etmiş olacağız. İnsanî yardım derneği değiliz. Bunların dışında yayın faaliyetlerimiz tam hızıyla devam ediyor; mülteci haklarını anlatan makaleleri içeren 6 aylık bir bültenimiz, bunun yanı sıra sair konularda yayınladığımız broşürlerimiz var. Vizyonumuzda da akademik bir dergi çıkarmak var. Uluslararası hakemli bir dergi olacak bu... Bu dergi ile bilhassa Türkiye’deki mülteci mevzuuna teorik bir katkı sağlamayı amaçlıyoruz.
Son yıllarda mülteci meselesi ile alakalı problemler çok arttığı için anladığımız kadarıyla siz de çok yoğun çalışıyorsunuz... Peki, mülteci meselesine dair sorunların bu kadar artmasında, insanların evlerini terk ederek iltica etmelerindeki başlıca sebepler nelerdir?
Aslında mülteci krizi yüzyıllardır devam eden önemli bir sorundur. Bana kalırsa bu problemin kökünü Habil ile Kabil'de aramak gerek. Başlangıçta insanın ideolojik ve politik olmayan bir takım güdülerden hareketle oluşturduğu dünyanın giderek politize olmasıyla birlikte ortaya çıkardığı bir problem. Birbirini yok etmek güdüsü ile başlayıp, insan oğlunun birbirini ezmeye yönelik oluşturduğu problem. Savaşların, sömürünün, köle ticaretlerinin başlaması giderek mazlum dünyanın sıkıştığı bir alan doğuruyor ve insanlar savaşmanın yanında ikinci bir seçenek olarak ilticaya başvuruyorlar. İlginç bir anektod; Yandeks haritalara “Türkiye’den Myanmar’a nasıl gidilir?” yazdığınızda size Rusya ve Çin üzerinden bir yol sunuyor. Hâlbuki Myanmar Türkiye’nin güneydoğusunda... Bu bir algıdır... Bugün dünya üzerinde iltica etmiş 51 milyondan fazla insan var, ayrıca ülkesi içersinde yer değişikliğine zorlanmış 38 milyondan fazla insan var... Burada özellikle Avrupa'nın dünyanın hemen hemen bütün coğrafyalarındaki gerek insan kaynaklarını, gerek fiziksel altyapı kaynaklarını sömüren ve kendisi için kullanan emperyal-kolonyal zihniyetinden bahsetmek de kaçınılmazdır.
 
“BATI KENDİ KOYDUĞU KURALLARI DELİYOR”
Batı’nın sömürgeci zihniyetinden bahsettiniz; ama mülteci meselesinde en fazla sesi çıkan ve bir şeyler yapıyormuş gibi gözükenin yine Batı olduğunu görüyoruz... Bu paradoks nasıl açıklanabilir?
Bu krizin arkasında sadece Batı değil; Çin ve Rusya gibi devletler de var. Bugün Akdeniz’de bir gemi battığında Afrika’yı, Andaman’da bir gemi battığında Güneydoğu Asya’yı hatırlıyoruz. Biz sadece sıcak vakalarla bir takım bölgeleri hatırlıyoruz; fakat her gün, her an bu coğrafyalarda sömürü, zulüm devam ediyor. Batı'yı neden özellikle sorumlu tutuyor ve suçluyoruz? Çünkü insan haklarıyla ilgili kavramları ürettiğini söyleyen ve bununla iftihar eden, bunları iri puntolarla bizlere yutturan bir medeniyettir, bir coğrafyadır. Suçlamakta da sonuna kadar haklıyız. Mülteci meselesinde Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde ve mültecilerin uluslararası statüsünü belirleyen Cenevre Sözleşmesi’nde, “dini, dili, cinsiyeti, siyasî düşüncesi sebebiyle bir kişi ölümle burun buruna gelmişse mülteci olarak kabul etmek zorundasın” diyor. Bir kişi Suriye’den, Özbekistan’dan, Myanmar’dan geldiğinde, “ben iltica ediyorum” dediğinde, bu kişiyi yasal bir prosedüre tâbi tutmadan ülkene alman ve başvurusunu değerlendirmen gerekiyor. Fakat Batı “kaçak” ve “yasadışı” gibi kavramlarla o kişilerin statüsünü belirsizleştiriyor. Özellikle Özbekistan, Doğu Türkistan, Myanmar gibi bölgelerde insanlar sadece Müslüman oldukları için zulüm görüyorlar. Bu kişilerin Batı’nın ürettiği kriterlere göre tam olarak mülteci sayılması gerekiyor. Batı, bu kişileri bir takım terör listelerine alarak ve yasaklı kişi göstererek kendi koyduğu kriterleri başka bir yoldan deliyor. Dolayısıyla Batı’nın hedef tahtasının merkezinde olmasının sebebi iki yüzlü bir politika üretmesidir. Ürettiği için gurur duyduğu kuralları yine kendinin delmesidir. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 13. maddesi “kişinin ülkeyi terk etme hakkı”nı düzenler. Burası önemlidir, sadece sığınma değil, terk etme hakkını da düzenler.
Bilhassa Akdeniz’de hayatını kaybeden göçmenler meselesinde Avrupa’nın insanlık için en temel teamüllerden biri olan “ölmek üzere olan bir insanı kurtarmak” kuralını bile hiçe saydığını, uymadığını görüyoruz.
Evet uymuyorlar; fakat buna uymadıklarını da düşünmüyorlar açıkçası. Mesela köle ticaretini ilk başlatan ülke Portekiz'dir, sonra İspanya, İngiltere, Fransa geliyor... Portekiz Afrika’da bir düzen kuruyor ve köle ticareti yaparak insanları ülkelerinden alıyor, ölene kadar çalıştırıyor. Sonra köle ticaretini ilk yasaklayan ülke yine Portekiz. Bu görüntüde iyi bir şey; fakat bu kez yerinde sömürüye başlıyorlar. İnsanları kendi ülkesine getirmenin maliyetinden kurtularak, o ülkelerdeki kaynakları o insanlara çıkarttırıyor ve o kaynakları taşıyor, herhangi bir pay vermiyor ve kendi ülkelerinde ölüme terkediyor. Bugün de yaşanan bir vakıadır bu; Fransa, uranyum ihtiyacının tamamını Nijer'den karşılıyor ve Nijer'e verilen pay ise %5... Bunu bir ideolojik zeminden hareketle yapıyorlar ve dolayısıyla yeni sömürgeci bir anlayışı benimsiyorlar. Bunu pratikte yaparken görüntüde de insancıl, barışçıl politikalar ürettiğini iri puntolarla yazarak bizi bastırmaya çalışıyorlar. Afrika’yı incelediğimizde Türkiye gibi ülkelerin orada milyarlarla ölçülen yatırımlar yaptığını görürüz. Mesela Türkiye orada bir fabrika kuruyor, oranın insanını ücreti karşılığında çalıştırıyor, iş imkânı sağlıyor, orada üretilen orada pazarlanıyor. Türkiye gibi ülkelerin bu faaliyetleri yürüttüğü coğrafyalara baktığımızda, tamamında terör örgütlerinin, iç savaşların, karışıklıkların ortaya çıktığını görürüz. Misal olarak Somali...
En son ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Kenya’ya bir ziyarette bulundu ve bir takım açıklamalar yaptı. “ABD’nin Irak’taki varlığı ne ise Kenya’nın Somali’deki varlığı bizim için odur. Dadaab mülteci kampı bizim Kenya’daki işimiz bitene kadar açık kalmalı” dedi. Bu kampta yaklaşık 300 bin civarında Somalili mülteci kalıyor. ABD’nin Kenya’daki işi nedir ve Kenya’nın Somali’deki işi nedir? Bunlara baktığımızda Batı’yı eleştirmemizin temel sebebi “ikiyüzlü bir iyi niyet politikası” yürütmesidir. Buna “iyi niyet simülasyonu” diyorum. Kurallara, kaidelere, açıklamalara baktığınızda her şey çok iyi niyetli.
 
“TÜRKİYE DÜNYAYA MEYDAN OKUMAKTADIR”
Batı'nın en çok kullandığı söz "insan hakları"...  Söylediklerinizden yola çıkarak anlıyoruz ki, bahsettikleri sadece “Batı insanının hakları”... Yani dünyanın geri kalanını insan olarak bile görmüyorlar.
Batı için insan hakları, temel kâideler değildir; konjonktürel kâidelerdir. Eğer temel kâide olarak görüyor olsaydı, bunu her şartta ve her yerde uygulardı. Kendisini tehdit etmeyen herhangi bir gruba karşı Batı son derece cömert olabilir. O kişilerin refah seviyesini en üst düzeyde tutabilir; fakat konjonktürel olarak bir tehlike arz ettiklerinde bu kâideleri göz ardı eder. Mesela Cenevre Sözleşmesi sadece Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşlarına mülteci statüsü tanıyan bir sözleşmeydi. 1967 yılında New York Protokolü ile bu şart kaldırıldı ve “Avrupa dışından da insanlar mülteci statüsü kazanabilirler” dendi. Bu bir süre devam etti; ama geçenlerde Hollanda'da bir muhalefet partisi lideri “bu sözleşmenin tekrar Avrupa'ya özel olması” yönünde bir teklifte bulundu. Bu, Avrupa’nın konjonktürel bakışına misaldir. Avrupa’nın içinden gelen mülteci yok zaten; Avrupa dışından gelenler var. Bu onların refah düzeyini tehdit etmeye başladığında bu teklifte bulundular. Avrupa artık bunu iltica hakkı üzerinden değil göç kavramı üzerinden değerlendiriyor. “Ben senin karnını doyurmak zorunda değilim” diyor. Göç zarurî değil, daha keyfî olduğundan bu kavram üzerinden değerlendiriyorlar. İltica dediğimiz hadise ile hayat hakkıyla birebir bağlantılıdır. Bugün hangi gerekçeyle olursa olsun mültecilerle karşı karşıya kalan ülkeler, terazinin bir kefesine o insanların hayat hakkını, diğer kefesine ise kendi insanının konforunu koyuyorlar. Avrupa burada kendi konforunu tercih ediyor. Akdeniz’deki hadiseler de bunun neticesidir. Fronteks dediğimiz kuruluş Avrupa Birliği sınır teşkilâtıdır ve AB’ye kabul edilen bir ülkede kurulan ilk kuruluştur. Triton operasyonu denilen operasyonla da sınır güvenliğini şu anda önceliyorlar.
Bir İtalyan siyasetçinin, Akdeniz’den İtalya’ya giriş yapan mültecileri kastederek “bizden izinsiz topraklarımıza girenleri vurma hakkımız vardır” şeklinde bir açıklaması olmuştu.
Burada da bir algı var. Sınırların mutlaklığına inanıyorsan, sınırları mutlak bir devlet olarak bunu dersin; ama gelenler mülteci. Bu modern bir felsefedir. Bizim anlayışımıza göre ise yeryüzü toprakları bir insanın hayatı söz konusu olduğunda kimsenin malı olamayacak kadar geniş ve herkese aittir. Bu zaviyeden baktığında İtalya’nın yaptığını insan hakları ihlâli olarak değerlendirebilirsin. Burada bir medeniyet ve ideoloji çatışması da var. Tam da burada yeri gelmişken söyleyelim; Türkiye’nin bugün yaptığı şey bir meydan okumadır.
 
“VİCDAN MERKEZLİ BİR MEDENİYET”
Aslında dünya görüşü olarak bakıldığında da bir çatışma görüyoruz, bizim inancımıza göre gelen rızkıyla birlikte gelir zaten...
Bugün Türkiye’de, özellikle mültecilerin yoğun olarak bulunduğu bölgelerde çok ciddi ekonomik sıkıntılar da var. Bu kolay bir hadise değil; ben bile her gün bu meseleyle ilgilensem de, belki yarın cebimdeki para azalmaya başladığında, konforum azalmaya başladığında, aklımdan böyle bir şeyi geçirmesem bile refleks olarak rahatsızlığımı gösterebileceğim bir durum. Bizim burada bütün toplumu zorlamamız gereken düşünce, “burada iki seçenek arasında bir seçim yapmak durumundayız; ya rahatımız bozulmayacak diye iltica edenlere arkamızı dönmek yahut da onların hayat haklarına sahip çıkıp onları kanatlarımızın altına almak”. Biz bu şekilde; yani Müslümanca düşündükten sonra Allah bize o rızkı verir. Burada hesap kitaba girersek, onun içinden çıkamayız. Nüfusun bir anda 2 milyon artmasının içinden nasıl çıkılır? Kimin elinden ne geliyorsa yapmalı. Benim gözümde mülteci meselesi Türkiye’nin meydan okumasıdır. “Biz medeniyetiz, hâmiyiz, zulüm gören mazlum coğrafyaların önderiyiz ve onlara sahip çıkacağız” diyor. Bunun en pratik göstergesi bu meseledir.
Mevcut konjonktüre baktığımızda bu liderlik misyonunu üstlenmenin de tam zamanı. Her meselede olduğu gibi mülteci meselesinde de dünyadaki en kapsayıcı merci kabul edilen Birleşmiş Milletler çözümden çok problem üretiyor. Herkes dünyanın düştüğü bu bataklıktan nasıl kurtulacağının cevabını arıyor.
Aynen öyle. Türkiye bu ilk sınavdan altının akıyla çıktı. Hiç bir kaygı, çekince taşımadan sınırlarını açtı. Bir anda 2 milyon insan sınırlardan içeri girdi. Bugün İslâm ülkelerine yöneltilen en büyük suçlama; “siz gerçekten ideal bir din sahibi olsaydınız kendi topraklarınızda birbirinizi yemezdiniz”. Gerçekten İslâm coğrafyasında insanlar birbirini yemiştir. Bunun sebebi ise gerçekten Müslüman olunamamasıdır. Türkiye bu algıyı kırma yolunda ilk başarılı adımı attı; ama bu mültecileri entegre edemezse, kendi halkıyla sorunsuz bir şekilde kaynaştıramazsa, o kültürel zenginlikten faydalanamazsa, ileride "aldınız da ne oldu, biz akıllı olduğumuz için ülkemize almadık" gibi bir takım ithamlarla karşılaşacak. Dolayısıyla bu gibi ithamlarla karşılaşmamak adına, Batı'yı rezil etmek adına, daha da önemlisi Müslümanlık adına biz bu meydan okumayı her çevre içerisinde desteklemeli, elimizden gelen her türlü fedakarlığı göstermeliyiz ve can kaygısından ötürü sana el açmış bir insana Müslümanca yaklaşabilmeliyiz. İlk olarak aklımıza şunu yerleştirelim, bu insanlar misafir değiller.
Mülteci problemini dünyadaki diğer problemlerin bir parçası olarak düşünmeden, topyekûn yeni bir medeniyet inşâ etmeden bu problemlerden kurtulabilir miyiz?
Kesinlikle yeni bir medeniyet kurmadan kurtulamayız. Yani mülteci problemini de sadece yeni bir medeniyet kurmakla toptan çözebiliriz. Bir kıskacın içerisindeyiz ve giderek daralıyor. Bu kıskacı kırmamız gerekiyor. Mülteci meselesi yeni sömürgeci anlayıştan, emperyalist politikalardan, Afrika’daki sömürgelerden, Avrupa’nın faşist politikalarından bağımsız bir şey değildir. Dünyadaki bütün bu meseleler bir bütünün parçalarıdır. Bugün Suriye’de, Irak’ta yaşananlar bir hesaplaşmadır. Bakıldığında bu ay Brundi'den 40 bin insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı; bu adamlar yarın bir gün Akdeniz’de ölüm haberini alacağımız insanlardır. Bunların hepsi bir hesaplaşmanın neticesidir. Bu hesaplaşma anlayış hesaplaşmasıdır. Hangi görüntü altında olursa olsun din kaynaklıdır. Bugün İtalya, ABD, Fransa gibi ülkeler görsek de bu ülkelerin politikalarına yön veren dindir. Bugün isim olarak bir Haçlı Seferi’nden bahsetmesek de, bir Haçlı zihniyetinin varlığından bahsetmek kaçınılmazdır.
Peki sözünü ettiğimiz bu yeni medeniyetin temelindeki fikir nedir?
Bu medeniyet anlayışının temel kriteri vicdan olmalıdır. Kendisinden olmayanın haklarını da savunabilmelidir. İlk olarak İslâm’a bakışını değiştirebilmeliyiz. Sanki İslâm bize “kendinden olmayanlara sahip çıkma” diyormuş gibi davranıyoruz. Vicdan müessesesini oturtmalıyız. Vicdan sahibi, adab-ı muaşeret kâidelerini uygulayan, donanımlı ve bilgi sahibi bir toplumdan bahsedemediğimiz sürece bu medeniyeti inşâ edemeyiz. Medeniyet yukardan inme gelmez. Toplum o şuura erişirse o medeniyet inşâ edilmiş olur.
Mesela mülteci meselesinde de “nasıl çözülür bu problem?” sorusuna, “Fronteks’in bu operasyondan vazgeçerek ‘Mare Nostrum’ gibi bir operasyona girişmesi ile çözülebilir” şeklinde cevap verebiliriz. Bu neden olmuyor; çünkü başka bir problem var.
 
“İNSANLAR, SADECE MÜSLÜMAN OLDUKLARI İÇİN ZULÜM GÖRÜYOR”
Peki, Arakan özelinde bugün Güneydoğu Asya'da neler yaşanıyor?
Myanmar yönetimi Rohingya denilen bölgedeki Müslüman halka tam anlamıyla sistematik bir asimilasyon ve yok etme politikası uyguluyor. Yeni olan bir şey de değil bu, 1800'lerde başlayıp, 1940'larda zirve noktasına ulaşıyor. 4 milyona yakın bir Müslüman nüfusunu bugün itibariyle 700bine indiren bir zulüm politikası bu... Bu 700 bin kişilik nüfusun da 200 bini de Bangladeş'te yaşıyor. Myanmar'da yaşananlar, Çin'in desteklediği Komünist ve Budist çevrelerce Müslümanların yok edilmesi olayıdır. Dolayısıyla bu Müslümanlar da can güvenliği tehlikesinden ötürü gidebilecekleri ilk toprağa iltica ediyorlar. Zaten kıyı kesiminde olan bu Müslümanlar denize açıldılar, Endonezya'ya gitmek istediler; ancak Endonezya sınırlarını kapadı. Sonra Malezya'ya geçmek istediler ve aynı şeyle karşılaştılar ve yaklaşık 1 ay boyunca Endonezya ve Malezya arasında denizde bildiğiniz hapis kaldılar ve aralarında ölenler de oldu. Sonuç itibariyle Endonezya ve Malezya bu mültecilere 1 yıl koruma hakkı vermiş bulunuyor.
Şunu da belirtelim, bugün Arakan, Keşmir, Moro, Patani’de insanlar sadece Müslüman oldukları için zulüm görüyorlar. İnsanın tahayyül edemeyeceği zulümler. Devletten izin almadan komşusunu ziyarete gidemiyor.
Gambiya,“bu mültecilere sahip çıkabilirim” demişti... Bu da ayrı bir insanlık dersi.
Türkiye'nin de bu insanları mülteci olarak değil de, muhacir olarak görmesi gerekiyor. Bu insanlar sadece Müslüman oldukları için eziyete maruz kalıyorlar, sosyal ve siyasal başka hiçbir sebep yok... Yani bizim var olan kavramlarımızı teorik olarak, pratik olarak destekleyip yerleştirmemiz gerek, aynı muhacir kavramı gibi... Kısacası bizim 1400 yıllık geçmişimiz boyunca sahip olduğumuz her değerin içi doldurularak bugün de pratikte bundan faydalanmamız gerekiyor. Bugün 1400 yıllık geçmişten söz etsek de altını dolduramıyoruz. Hatta Müslüman coğrafyalardaki kardeşlerimizi neredeyse unutmuşuz ve aramızdaki bağları sıkılaştırmak için uğraşmıyoruz. Bizim bugün ciddi bir şekilde sahabilerin bu işi nasıl başardığı üzerinde kafa yormamız gerekiyor; ama satıhta kalıyoruz, kaal ile konuşuyoruz, hâl ile değil... Bakıldığında sadece Müslüman coğrafyada da yok bu sorun; Ukrayna'da da mülteci krizi var ve bizim bu insanlara da kucak açmamız beklenebilir. Ancak bunu sadece "köroğlu tavrıyla", beylik sözlerle değil, samimi olarak yapmamız gerekiyor. Az önce de dediğim gibi mültecileri kendi halkınla kaynaştırarak hem kendine yarar sağlamak hem de onları koruma altına almak gibi bir entegrasyona ihtiyacı var Türkiye'nin. Biz Türkiye olarak da yabancılara karşı yabancılık duyan bir ülkeyiz; ama zamanla bunun da aşılacağını düşünüyorum.
Pekâlâ eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Geçenlerde Özbekler Birliği Platformu'nun düzenlediği Andican Katliamı ile ilgili bir programa katıldım ve orada Andican Katliamı'nın arka planını anlatan bir sinevizyon gösterimi yaptılar. Ben o gösterimden sonra orada konuşmayı planladığım her şeyi unuttum. Unutmaktan ziyade bana anlamsız geldi; çünkü oralarda yaşananlar tamamen açık hapishanede bir insanın kan kusmasıdır. Bize bu olaylar buradan hikaye gibi geliyor ve buradan konuşmak çok kolay; ama orada buz gibi bir gerçeklik var. Belki kendime haksızlık ettim; ama bizim ülke olarak, STK’lar olarak yaptığımızın iyi niyet simülasyonu olduğunu düşündüm, tıpkı Batı'nın bu tür her olay karşısında "yardım etmeliyiz, kurtarmalıyız" şeklinde sözler sarf etmesi gibi...
Çok teşekkür ediyoruz.
Rica ederim, ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 437. Sayı