4 Haziran günü düştü haber internete: Muhammed Ali vefat etmişti. Malcolm X’le birlikte oldukları fotoğraflarına baktım. 2001 yılında Amerika’nın Michigan eyaletinde Şeyh Nâzım Kıbrısi’nin halifelerinden Şeyh Hişam Kabbani’yi ziyaret ederek kendisine biat ettiği görüntüleri izledim. Herkesin onunla ilgili hissiyatını döktüğü yazıları okudum. Gece yarısı televizyon başına toplanıp, onun maçlarını izleyen o zamanın çocuklarının, şimdi onun vefat haberiyle yeniden “hatırlayışları” ile hüzünlendim. Ama Muhammed Ali’nin “yumruğunun” bu denli tesirinin, 1970’lerden bu yana capcanlı bir heyecan uyandırmasının sebebi neydi, bilemedim. Ve cevabımı Nabız Haberde Şükrü Sak’ın kaleme aldığı yazıda buldum. Necip Fazıl’ın Muhammed Ali hakkındaki sözleri her şeyi hülasa ediyordu:
 “- Boksör Mehmet Ali (Clay)’in yumruğundaki kuvvet İslâm mütefekkirinin kafasında da tecelli ettiği anda her şey kurtulmuştur. O yumruk ki, bütün kuvvetini Allahtan ve dinden bilir; kendisine denk bir kafayla birleştiği ân, Batılının kırılan çenesine karşılık beynini ezmek imtiyazına da erecek ve ruhlardaki o korkunç küçüklük ukdesi kalkacaktır. O zaman, bilmem kaçıncı (raund)tan sonra, kan içinde bıraktığı hasmına:
– Söyle bakalım benim adım ne?
diye tekrarlayıp duran Mehmet Ali’ye eş, İslâm mütefekkiri, altüst edeceği Batı tefekkür sistemine karşı haykıracaktır:
– Söyle bakalım benim adım ne?
O da:
– Nihayet seni gördüm ve anladım! Adın İslâm!..
Cevabını vermekten başka çare bulamıyacaktır.
İslâmın kafa zaferi gerçekleşecek olursa meydana çıkacak hakikat karşısında ve galip Doğulu ile mağlup Batılı arasında muhasebe şöyle olacaktır:
– Söyle, ey, keşifleri içinde boğulan ve demokrasi ve liberalizma, yeni nizam ve faşizma, materyalizma ve komünizma derken, yeni katolisizma adına başvurmadığı yol bırakmayan Batı adamı! El attığın ne kadar hedef varsa hepsinin birden varamadığı, ulaşamadığı, eremediği gayenin İslâmda olduğunu nihayet anladın mı?
 
Günün şartlarına göre, sözde aydınlarımızla biz, Batı fikir boksörünün karşısında (nakavt) olmuş yerde yatarken, işte hayalimiz bu kadar büyük ve hakikatimiz böylesine şanlıdır.” (Necip Fazıl Kısakürek, “Yumruk ve Kafa”, Büyük Doğu Dergisi, 1967)
 
İslâm dünyasının Muhammed Ali’yi büyük bir kardeşlik duygusuyla, müthiş bir gururla bağrına basmasındaki hikmetin bir yönü de buydu: İslâm’ın yumruğu, Muhammed Ali’nin şahsında tecelli etmişti, madde plânındaki bu yumruk, mânâ planındaki yumruğun habercisiydi. Necip Fazıl’ın keskin gözleri, işte bu tecelliyi İslâm’ın yumruğu olabilecek mütefekkire yoruyordu. Garip tecelli, Necip Fazıl’ın beklediği mütefekkir, Salih Mirzabeyoğlu da iyi bir boksördü…(*)
 
Müslüman olmadan önceki ismi Cassius Marcellus Clay Jr. olan Muhammed Ali, 17 Ocak 1942’de Kentucky Louisville’de doğdu. Afro-Amerikan ve İrlanda kökenlidir. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960’ta Roma’da ağır hafif siklette altın madalya alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları’nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı. 1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston’u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslâm’a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks’a 1967’den 1970’e kadar ara vermek zorunda kaldı. “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım” diyerek Vietnam savaşına gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. Yine o yıllarda yaptığı konuşmalarda İslam’ı anlattı, Malcolm X’le yakın dostluk kurdu. 1970’te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. Birkaç maç kaybetti ama tekrar dünya şampiyonluğunu almayı başardı. 1978’de boksu bıraktı ve 1984’te Parkinson hastalığına yakalandı. Gelmiş geçmiş en iyi boksör olarak tarihe geçti. “İki siyah adamın maçını beyaz adamın izlemesine boks denir” diyen adam, boksu, beyaz adamın eğlencesi olmaktan çıkarmıştı.
 
İşte tam bu sırada, bu “efsane”yi yıkmak üzere Hollywood harekete geçti. Muhammed Ali’nin “İslâm’ın yumruğu” olarak anılması, onun İslâm dünyasında gururla sahiplenilmesi, bu “popülerlik”, film endüstrisinin dikkatinden kaçmadı. “Rocky Balboa” film serisinin piyasaya sürülmesi işte bu dönemlere denk gelir. O efsaneyi, her zaman yaptıkları gibi “sanal” bir efsane ile yıkmak istemişlerdi. Oysa kanlı canlı bir efsaneyi unutturmak mümkün olmadı. Bu durumda kendi içlerine alıp “popülerliğinden” faydalanmaya baktılar. Amerika, olmayan köksüz geçmişine bir dayanak bulmak için, yok ettiği Kızılderililerin adetlerini nasıl bugün sahipleniyorsa, onları kendi kültürünün bir parçasıymış gibi lanse ediyorsa, Muhammed Ali’yi de o şekilde kendisine mâl etmeyi denedi. Başarılı oldu mu? Bugün onun vefat haberinin bile uyandırdığı tesire bakılırsa, cevabımız hayır olacaktır.
Oysa şu şuur ve idrake ulaşmış, şahsiyetiyle de herkesin kendisine dönüp bakmasını sağlamış bir adamdı Muhammed Ali:
- “Ben en iyisiyim. Bunu gözlerimle görmeden önce de söylüyordum. Sakın bana şu işi yapamazsın demeyin. İmkânsız olduğunu anlatmayın. En iyisi olmadığımı söylemeyin. Ben en iyinin de iyisiyim!”
Yukarıda Üstad Necip Fazıl’ın da bahsini ettiği şu anekdot: Bir rakibi, onun Müslüman olduktan sonra aldığı Muhammed Ali ismini söylemeyip, ısrarla Clay diyerek dalga geçince, ringte onu “benim ismim ne, benim ismim ne?” diyerek, ismini söyletene kadar yumruklamış ve yere sermiştir.
 
Muhammed Ali dünyanın en iyi sporcularından biriydi; niçin böyleydi peki? Onun efsanesini neden hiç kimse yıkamadı? Ondan sonra da çok iyi boksörler geldi, ama Muhammed Ali bu sporu kendi ismiyle müsemma hâle nasıl getirdi? Ve nasıl oldu da, o ringlerden çekilince, boks da sanki insanların gündeminden çıkıverdi.
 
Herhalde bu, Muhammed Ali’nin şahsiyeti ile alâkalı bir şeydi. Özellikle Müslüman olması, onun şahsiyetinin parıldamasına sebep olmuştu. Bir siyahi Amerikalı olarak, Amerika’ya karşı dik duruşuyla, korkusuzluğuyla, taviz vermeyişiyle, sözlerinin arkasında duruşuyla efsaneydi. Velhasıl bir Müslüman olarak “olması gerekeni” biliyordu o; yaptığı işte “en iyi olmanın” bir hayâl değil hakikat olduğunu göstermişti.
 
Bugün bize düşen, onun “ben en iyisiyim” şeklindeki sözlerinden pay sahibi olmaya bakmak. Amerika’da hem “siyahi” hem de bir “Müslüman” olarak, yani kimliğinin iki özelliğiyle de “hayat hakkı tanınmayan” Muhammed Ali kadar pay sahibi olmak…  Her ne yapıyorsak, her ne iş üzerindeysek, her kimsek, “en iyisi benim” demenin şartlarına mâlik olmak. Muhammed Ali’nin bize hayatıyla öğrettiği en önemli şey bence budur. Allah Rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…
 
* Teferruatını, Şükrü Sak’ın “Muhammed Ali ve Salih Mirzabeyoğlu” başlıklı makalesinden okuyabilirsiniz: http://www.nabizhaber.com/sukru-sak-yazdi-mirzabeyoglu-ve-muhammed-ali-11890h.htm 

Baran Dergisi 491. Sayı